31 Aralık 2012 Pazartesi

2013

2013 yılının sağlık, mutluluk, barış, huzur ve anlayış getirmesi dilekleriyle.
 


Neşe dolu yıllar...
 
Firuz Kutal’ın bu çalışması http://caricaturque.blogspot.com dan alınmıştır. Nefis karikatürler var.

28 Aralık 2012 Cuma

Open Letter


‘’ Do I want us back together? ‘’

Were we ever together? What is it we had? What is it we shared? Pages and pages of written words.

U see I have on my right wrist a tattoo written in Rune and it translates to Darcy. Yes I am a Jane Austen avid reader and Pride & Prejudices is my all time bible. Most roll their eyes when they hear the name Darcy but actually they do not get it. It is not the power, money, good looks, aristocracy, education, accomplishments, arrogance most men see on the surface but it is the vulnerability that lies beneath.

To your question my reply would be:

‘’ Yes u do owe me an explanation!..............

In the middle of the book Darcy wrote a letter to Elizabeth. It was Darcy’s attempt to set the record straight.

I want u to set the record straight!....

R u my Mr. Darcy or Mr. Wickham? The choice is urs and I have nothing more to say.... maybe one of my fav passages from the book....‘’

‘’ Your examination of Mr. Darcy is over, I presume’’ said Miss Bingley ‘’ and pray what is the result? ‘’

‘’ I am perfectly convinced by it that Mr. Darcy has no defect. He owns it himself without disguise.’’

‘’ No ‘’ – said Darcy, ‘’ I have made no such pretension.’’ – ‘’ There is, I believe, in every disposition a tendency to some particular evil, a natural defect, which not even the best of education can overcome.’’

‘’ And your defect is a propensity to hate everybody.’’

‘’ And yours’’, he replied with a smile, ‘’ is willfully to misunderstand them. ‘’













Nimir-Ra

23 Aralık 2012 Pazar

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın - Jonathan Safran Foer

“Bir sabah kalktım ve içimdeki boşluğu anladım. Hayatımdan ödün verebileceğimi ama hayattan ödün veremeyeceğimi fark ettim."



Uzun süredir hakkında yazmak istediğim ve sürekli aklıma düşen bir roman Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın. Yaz tatilinde okumuştum. Tatil yaptığım yerde gürültücü çocuklar denize girmek yerine havuzun içinde tuhaf bir oyun oynuyordu. Biri Marco diye bağırdığında diğerleri Polo diye sesleniyordu. Kitapla arama giren tek şey bu garip eğlenceydi.

“Marco,”

“Polo.”

“Marco.”

 “Polo”

Rahatsız ediciydi sesler. Bulunduğum yerden nasıl bir oyun olduğunu da göremiyordum. Kafamın içine batan Marco ve Polo sesleri arasında yine de kitabı elimden bırakamıyordum ve yüz yirmi birinci sayfaya geldiğimde romanın kahramanı Oscar Schell’in de babaannesiyle bu oyundan türettikleri bir başka oyunu oynadığını öğrendim. Babaannenin, “Oscar,” diye seslendiğinde Oscar’ın, “iyiyim ben,” şeklinde cevap verdiği bir oyun. Marco Polo gibi bir çeşit körebe. Aşırı hüzünlü, inanılmaz sarsıcı.

Romanın başkahramanı Oscar Schell, dokuz yaşında. Beatles’ın Yellow Submarine’in nakarat kısmını söyleyebilen bir çaydanlıklar korusu icat edebileceğini düşünen ya da kalplerimizin sesini dışarıya veren bir mikrofon olmasını isteyen bir çocuk. Babasının uyurken ona kitap okumasına alışmış biri. Botları ağır, gün geçtikçe daha da ağırlaşıyor. Hayat, Korsakov’un Balarısının Uçuşu müziğindeki tefi çalmak kadar zor. Nice roman kahramanına benziyor. Roman Borges’nin hiçbir yeri benzeri bir labirentin içinden, Auster’in Ay Sarayı’na, Teneke Trampet’e, Shakespeare’e, Goethe’ye onlarca kahramana selam gönderiyor.


Ölen insanlara gömülecek yerin kalmayacağı endişesinde Oscar. Bu yüzden yerin yüz kat altına inen baş aşağı dikilmiş gökdelenler yapılmasını öneriyor. Babası ikiz kuleler yıkılırken doksan beşinci katta imiş. Uçak, bina ile beraber babasını da yere indirmiş. Kuş yeminden bir gömlek hayal ediyor, zor durumda kalınca kanat olarak kullanılabilecek, hem de tüm insanlık için.

 “Oscar,”

 “İyiyim ben.”

 “Oscar,”

 “İyiyim ben.”

Oscar, babasıyla Keşif Seferleri adlı bir oyun oynadıklarından söz ediyor. Babasının ölümü ardından da olmayan ipuçların izinden gidiyor. Güzel mavi bir vazoyu yanlışlıkla kırdığında anahtarı buluyor. Anahtar için kilidi arıyor. Roman oldukça farklı bir teknikle yazılmış. Büyüleyici bir dili var. Jonathan Safran Foer, Guardian İlk Roman Ödülü’nü almış bir yazar. Joyce Carol Oates'un cesaretlendirmesiyle yazdığı ilk romanı Her Şey Aydınlandı (Everything is Illuminated) ile oldukça etkileyici bir başarı kazanmış. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da benzer bir ilgi görmüş. Romanın içinde birçok farklı hikâye, resimler var ve Foer, her birini birbirine hayranlık bırakacak bir şekilde eklemiş.

“O öldüğünden beri her sabah yatağa bir çivi çakarım! Uyandıktan sonra yaptığım ilk iştir! Sekiz bin altı yüz yirmi dokuz çivi!” diyen ve artık duymak istemediği için işitme cihazının pilini çıkartan yaşlı komşu, Limuzin şöförü, kapıcı, anahtarın izini sürerken kapılarını aralayanlar, “görmedim, duymadım, bilmiyorum” halinin yarattığı tüm acılar sarsıcı bir şekilde betimlenmiş.

“Oscar,”

 “İyiyim ben.”




İçinde kalan son kelime olan “ben” i de attıktan sonra sessizliğin tamamına eren dede ile, “terk etmeni affedebilirim ama geri dönmeni affedemem,” cevabını verebilen babaanne şimdiden unutamayacağım roman kahramanları arasında yerini aldı.

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, bu sene büyük bütçeli filmlerden biri olarak vizyona da girdi. İzleyeceğimi sanmıyorum ama romanı birkaç kere daha okuyacağıma eminim. Tavsiye ederim.

 "Sevgili Stephen Hawking,

 Lütfen beni himayenize alır mısınız? 

 Teşekkürler."

 Gülda

6 Aralık 2012 Perşembe

Demek Yazar Olmak İstiyorsun


Bugün  işyerinde iki dilekçe bir sözleşme arasında sıkışmışken solitiare açmak yerine bir heves devam ettiğim edebiyat atölyesinde verilen bir egzersizi yapmak için beyaz bir sayfa açtım. Karaladım Karaladım. Kapattım. Sonra masamda duran Notos Dergisi'ni karıştırdım ve şunu gördüm:

Demek Yazar Olmak İstiyorsun *

Charles Bukowski

herşeye rağmen,
içinden fışkırmıyorsa
bırak yapma.
kalbinden ve aklından ve ağzından
ve ciğerinden gelmiyorsa,
bırak yapma.
bilgisayar ekranına bakarak
saatlerce oturman gerekiyorsa
ya da daktiloya
gömülerek
sözcükler arıyorsan,
bırak yapma.
para için yapıyorsan ya da
şöhret,
bırak yapma.
yatağında kadınlar
olmasını istediğin için yapıyorsan,
bırak yapma.
orada oturmak ve
tekrar tekrar yeniden yazman gerekiyorsa,
bırak yapma.
sırf üzerine düşünmesi bile zor iştir,
bırak yapma.
başka birisi gibi
yazmaya çalışıyorsan,
unut gitsin.

içinden
gürleyerek çıkmasını beklemek gerekiyorsa,
o halde sabırla bekle.
içinden gürleyerek çıkmazsa
başka bir şey yap.
ilk karına okuman gerekiyorsa
ya da kız arkadaşına ya da erkek arkadaşına
ya da ana babana ya da herhangi birine,
olmamışsın.

çoğu yazarın olduğu gibi olma,
kendine yazar diyen
binlerce insan gibi olma,
sıkıcı ve duygusuz olma ve
yapmacık, kendisi
sevmeyle harcanma.
dünyanın kütüphaneleri
senin gibiler üzerine uykuya dalmak için esnemiştiler.

onlardan olma.

bırak yapma.
ruhundan roket gibi
çıkmıyorsa,
durgun olmak
seni delirtmiyorsa ya da
intiharn ya da cinayet,
bırak yapma.
içindeki güneş
ciğerini yakmıyorsa,
bırak yapma.

zamanı geldiğinde,
ve seçilmiş olursan,
kendiliğinden
gelecektir ve gelmeye devam edecektir
sen ölene kadar ya da içindeki ölene kadar
başka yolu yok
ve hiç olmadı.


Sağol dedim ardından. Sağol Bukowski! ,İstemeye heves de kalmadı . Kasabanın En Güzel Kızı da olamayacağıma göre ne yapacağım peki?

Şimdilik biraz beklemeye karar verdim.
Sevgiler
Billur



*Çeviren:Oğuz Tecimen


2 Aralık 2012 Pazar

Soğuk Bir Sonbahar Günü...Sıcak Bir Müzik...

 
Udun yayları bir el hareketiyle gerildiğinde on, on iki metrelik yüksek tavanlı taş mekânın her metrekaresini saran mistik müzikle birlikte burnuma çalınan yasemin, sandal ağacı, melisa karışımı o büyülü rayiha, beni uzak diyârlardaki henüz keşfetme şansını yakalayamadığım topraklara götürdü.
 
Daracık sokaklar üzerinde sağlı sollu sıralanmış alçak yapılı taş evlerin, oymalı kapıları birbiri ardına açılıp kapanıyor, içerdeki gizemli sessizlik, udun alaturka tınısıyla, kavalın tasavvufi sesi ve tablanın Afrikan ritmleri ile can bulup coşuyor ve davetkâr bir selâm ediyordu bu davetsiz misafire.
 
Gelgitler yaşıyordum, mistik bir şehirle, doğup büyüdüğüm bu şehir arasında.
 
Dışarıda soğuk bir sonbahar gününün, güneşin eğik ışınlarıyla can bulmaya çalışması, bizim 1930’lu yıllardan kalma bu tarihi tamirhanede sıcacık notaların eşliğinde ruhlarımıza can katmamızla yarışır gibiydi.
 
Aileden gelen müzik kültürü sayesinde, ana rahmine düştüğü andan itibaren notaların sakinleştirici etkisiyle tanışan bebek Smadj’ın, asıl adıyla Jean-Pierre Smadja’nın, 15 yaşında caz okuluna yazılmasının tesadüfi olmadığını çok net bir şekilde anlayabiliriz. Tunus doğumlu Fransız asıllı genç Smadj ses mühendisi olarak müzik dünyasındaki yerini belirlediğinde, gitarıyla dinleyenlerine ulaştırdığı müziği elektronik tınılarla zenginleştirdiğinde dünya müziğinin önde gelen isimlerinin dikkatini çekmiş ve pek çok projeye imza atmış.
 
Müzikle mekânın bu kadar uyuştuğu bir konser izledim mi daha önce düşünüyorum, ama hatırlamakta zorlanıyorum. Müziğin insana dejavu yaşatan bir yanı vardır. Ben o gün dejavu yaşamadım, hakikatin kendisini yaşadım.
 
Otantik ile elektroniğin aynı nota defterinde buluşmasından doğan, bizleri sıcacık duygularla kuşatan, duyma, görme, hissetme duyularımızı harekete geçiren o mükemmel ezgiler, neredeyse duygularının büyük bir çoğunluğunu yitirmeye yüz tutmuş, bencil, açgözlü dış dünyadan bizleri soyutlandırdı. Mekân-malzeme-obje üçlemesinin başarılı bir mimari dokunuşla farklı bir görsel ziyafete dönüştüğü Tamirane’de adeta bir şölen havası yarattı.
 
Konseri ayakta izleyeceğimiz için başlarda tereddütte kalmıştım, ama ayakta geçirdiğim onca saate değdi mi diye sorgulamadım hiç. Her saniyesine kadar orada olmaktan son derece büyük keyif aldım. Almamak mümkün müydü? Hayır değildi.
 
Mekânın köşesine kurulmuş büyük şöminenin sıcak alevi bile ritmle dans ediyordu. Devasa pencerelerden içeri kâh selam verip, kâh gizlenen güneş, yüksek duvarlarda ışık oyunları yapıyordu, yine müziğe ayak uydurarak. Kavalın tınısı, tablanın ritmleri udun melodisine karışırken, mekânın içinde 360 derecelik bir gözlem yaptığımda kendimi bir belgeselin ortasında gibi hissettim.
 
Duvarlara vurup dönen müzik içerdeki tüm objelere hareket kazandırıyordu.
 
Müzik durduğunda zaman mefhumunu tamamen yitirdiğimi fark ettim. Sanki etraftaki her şey müzikle birlikte donmuş, güzel bir rüya ani bir uyanışla sona ermişti. Aslında geçen sadece bir saatti. Doymamıştık müziğe ama Smadj’ın bis yapmaya niyeti olmadığı kıvırcık saçlarının çevrelediği yaramaz çocuk bakışlı gözlerinden okunuyordu.
 
 
Konserin ilk bölümü bitmişti. Gittikçe etkisini yitiren güneşin son demlerini yaşamak, oksijenle ciğerlerimizi havalandırmak ve tabii biraz da üşümek için (!) bahçeye çıktık.
 
İkinci bölüme ve ayakta en az bir saat daha kalmaya kendimizi hazırlamalıydık. Masalardan birine, soğuktan buz kesmiş sandalyelere oturduk.
 
Bir yanda kocaman mangal yanıyor, ateş bizi çağırıyordu. Smadj’ın müziğinin etkisindeydik hâlâ. Gözümüzde ne o mangalın üzerinde kızarmaya bırakılmış köfteler, ne alevin sıcaklığı, ne de bir içeceğin bedenimizde yaratabileceği akışkan ferahlığı vardı.
 
Kulaklarımızda kalan melodiler ve güzel bir sohbet o anda bize yeten yegâne şeylerdi. Büyüyü bozmak istemiyorduk adeta.
 
Bir konserde ilk sahne alan sanatçıyla bu kadar doyuma ulaşmışken, ikinci sahne alacak sanatçının en az ilki kadar etki yaratıp yaratmayacağı sorgulanabilir. “Acaba”lar beynimin içinde bir yapbozun parçaları gibi uçuşurken sahneye gencecik bir kızın öncülüğünde İsviçreli bir grup çıktı. Heidi Happy daha önce adını hiç duymadığım İsviçreli bir caz vokalisti. Konser öncesi hakkında okuduğum yazıda, sesinin rengi Nina Simone, Norah Jones gibi caz müziğinin tanınmış isimlerine benzetiliyordu. Ben gözümü kapatıp da dinlediğimde gözümün önünde canlanan sanatçı Regina Spector oldu.
 
 
Her şarkıda değiştirerek çaldığı Gibson Guitar ve klasik gitar arasında, genelleme yapmayayım ama en azından beni şaşkına çeviren, konser sonuna kadar enstrüman çeşitliliğini hiç aksatmadan uygulayan Heidi Happy 2011’de çıkardığı albümle ülkesinde müzik listelerinde üst sıralardaki yerini muhafaza etmiş, Almanya ve Amerika’da altmışın üstünde radyo kanalında çalınmış.
 
Enstrüman çeşitliliği bakımından folk jazz türünü söylediğine kanaat getirdiğim Heidi Happy kesinlikle tek sesli nakaratların kraliçesi olmalı.
 
Bir zamanlar, iyi bir şarkıcı olmak için, ağzın olabildiğince açılmasının en önemli koşullardan olduğunu okumuş veya duymuştum. Happy’de bunu çok net gördüm. Çıkabildiği en yüksek oktava kadar çıkmayı bu sayede başarıyordu bence. Diyaframdan kopan ses, ses tellerinde şekillenip, tümüyle açık ağzından insanı yatıştıran yumuşacık bir etkiyle süzülüyordu.
 
Güler yüzlü bir grup, hareketli parçalar, yumuşacık bir ses… Artık dışardan mekâna ışık verecek güneş uykuya çekilmiş, bizi karanlığa teslim etmişti. Şöminenin alevleri daha net seçiliyordu. Duvarlara yerleştirilmiş spot ışıklarıyla farklı bir etki doğmuştu. Grubun arkasındaki duvarda dekoratif amaçlı yerleştirilmiş renkli insan figürleri, tam altlarında yanan spotla günün bitişini zaten bize haber verir gibiydi; insanların gölgeleri uzamış, biraz daha yorgun, eve dönüş yolundaydılar artık. Ayakta bir saat daha geçirmiştik, ama yorulmamıştık. Ya da belki yorulmuştuk, ama hissetmeyecek kadar mutluyduk. Heidi alkışlarımıza dayanamamış ve tattığımız hazzı uzatmak için bize yardımcı olmuştu.
 
 
 
 
Soğuk bir sonbahar öğleden sonrası nasıl daha keyifli olabilirdi ki? Yine aynı mekânda Smadj ve İbrahim Maalouf birlikte sahne alsalar diyorum… Biz izlemeye gitsek diyorum… Bizim için dünyanın sekizinci harikası olur muydu? Neden olmasın?
 
 
 
 
Peyman 02.12.2012

29 Kasım 2012 Perşembe

Konsere Gidemedik Ama..

Kendileri her zaman kalbimizde Bir de bu şarkı beni alır götürür kendi kaybettiğim hayalleri bulmaya. Sevgiler Billur

16 Kasım 2012 Cuma

Üm, Im, Im, İm, Im, Im



Gördüm!..

Tattım!..

Kokladım!..

Ezberledim!..

Yazdım!..

Unutmadım!..
 
 

 

 

Gördüm

Her 1 sahneni

 

Tattım

Her 1 duygunu

 

Kokladım

Her 1 sayfanı

 

Ezberledim

Her 1 satırını

 

Yazdım

Her 1 sözünü

 
 
Unutmadım

Her 1 dediğini

 
‘’ Pictures of perfection as you know make me sick and wicked. ‘’

 
“What are men to rocks and mountains?”

 
‘’ I have not the pleasure of understanding you. ‘’

 
‘’ Indulge your imagination in every possible flight. ‘’

.
.
.
.
 
NimirRa

 

 


 

15 Kasım 2012 Perşembe

Sizi Hangi Öyküler Büyüttü?

Bilmem kimler hatırlar ama eskiden benim çocukluğumda mavi ciltli , şömiz kapaklı , bir karıştan kısa Milliyet Çocuk Yayınlarının çıkardığı kitaplar vardı. Evlendiğim zaman göğsümü gererek “ İşte en büyük çeyizim” diyerek böbürlenmiştim. Kendi kitaplarını dağıtan eşim ise başını duvardan duvara vurmuştu. Bu kitaplar benim hayatımda çok büyük yer tutuyordu ve benim ilk öykü kitabım da Milliyet Çocuk Yayınları’ndan çıkan “Ömer Seyfettin’in Çocuk Hikayeleri KAŞAĞI” adlı kitabı olmuştu. Şimdi düşünüyorum da” acaba benim bir süre sonra öyküye temkinli yaklaşmama neden olan Ömer Seyfettin’in öyküleri miydi?” Bu sorunun cevabı içimde netleşmese de kesin olan şey beni ilk büyüten öykünün Ömer Seyfettin’in Kaşağı öyküsü olmasıdır.

 
O kadar derinden etkilenmiştim ki annemin “Ayol daha dün aldım. Misafir için aldığım çikolataları kim bitirdi?” gibi soruların yanıtlarını doğru olmasa bile “Ben yedim” diye cevapladım. Değil birinin, kardeşimin üzerine suç atmak, cezası olsun olmasın işlenen kabahatleri üstüme aldığım çok oldu. Bana iftira atmanın, geriye dönüşü olmayacak , telafisi mümkün olmayan yaralar açmanın, olayların başlangıcı olmanın taşınamayacak kadar büyük azaplara sebep olacağını içimde bir yerlerde “vicdan” denilen yerin neresi olduğunu hissettirerek gösterdi ve ben biraz daha büyüdüm. İlk gençlik dönemlerimde beni derinden etkileyen bir başka öykü ise Somerset Maugham’ın “Kolye” adlı öyküsüdür.

Bu öyküleri okuduğumda onlar bana büyümenin kapısını açmış ve beni bekleyen ince, sızılı pek çok daracık sokaklarda ve çıkmazlarda kaybolacağımı hissettirdikleri için ben biraz daha büyüdüm .

Öykü olmasa bile yine aynı seriden Gülten Dayıoğlu'nun "Dört Kardeştiler" adlı kitabında

 
son kız çocuğuna, bu talihsizlik kırılsın ,bir sonraki evlat erkek olsun diye “Döndü” isminin konulması hala bu coğrafyada kız çocuk sahibi olunmanın şansızlık olduğunu, kadın veya kız olduğum/olacağım için hep kabul edilme savaşı vermek zorunda olduğunu hissettirdiği için Döndü’nün hikayesinde de ben biraz daha büyüdüm ve belki de hep bu eksiklik duygusunu yok etmek için erkek çocuklarla oynadım, bilek güreşi, tekme savaşı yaptım, küfürlü konuştum.

İşte Murathan Mungan da yukarıda yazdığım şeyleri derinden hissetmiş ve çoktan ete kemiğe büründürüp anlamlandırmış olduğundan harika bir seçki ile “Büyümenin Türkçe Tarihi “ adlı, bu yazımı zaman zaman acıya boğan ama ne zaman, nerelerde, nasıl hangi yaşam anlarından ağır yaralı, hangilerinden yaramı öykülerin, romanların içime nakşettiği izlerle sararak ya da buruk ama zaferle çıkarak büyüdüğümü hatırlatan hala hiç büyümeyen yanlarımın olup olmadığını içime dönüp sordurtan bir kitap hazırlamış ve naçizane herkese okumasını tavsiye ediyorum.

 
 
Mungan Önsöz'de soruyor; "Yıllar önce okuduğunuz bir öykünün anısını sizde yıllar yılı saklayan iz nedir? Dönüp bakıldığında bu iz nereye adar sürülebilir, deriştirilebilir? Özellikle çocukluğumuzda, yeniyetmezliğimizde, ilkgençliğimizde okuduklarımızın izi, niye diğerlerinden daha derindir ve okuduklarımız niye daha keskin çizgiler, daha berrak imgelerle saklı kalır, hatırlanır?"

Bu soruların izleğinde de kitapta yer alan on iki yazar ;

- Füsun Akatlı "Bir Dil Gurbetinde" Refik Halit Karay'ın Eskici,
- Cemil Kavukçu "Bir Bahçe" de Sait Faik, "Bir Bahçe",
- Ayfer Tunç "Merhamet" de Orhan Kemal'in "Çikolata"
- Fatih Özgüven "Annenin Yokluğu"nda Ömer Seyfettin'in "Kaşağı"
- Sema Kaygusuz, "Tiksinti"de İlhan Tarus'un Bir Kasabanın Ruhu"
- Necati Güngör, "Bir Hikaye Okudum"da Sabahattin Ali'nin "Ayran"
- Sırma Köksal, "Boğaza Takılan Düğüm"de Vüs'at O. Bener'in "Havva"
- Hasan Ali Toptaş, "Seni İçime Gömdüm"de Osman Şahin'in "Beyaz Öküz"
- Selim İleri "Mahalle Kahvesi Üzerine" de Sait Faik'in "Mahalle Kahvesi"
- Faruk Duman "Taş Kokusu ya da Bir Hanende Melek Hatırası"nda Sabahattin Ali'nin "Hanende Melek"
- Jaklin Çelik "Kaos ya da Kin"de Cihat Burak'ın "Kin"
- Nurdan Gürbilek "Babalar ve Ustalar"da Oğuz Atay'ın "Babama Mektup"

öyküleri ile cevaplıyor.

Kitabı dönüp dolaşıp iki defa okuduktan sonra içindeki öykülerin bazılarını zorla Ender’e ve tatilde yanımıza gelmiş yeğenime “ tatilde acı istemiyorum, büyümek istemiyorum” diye karşı koysalar da deniz kenarında okudum/okutturdum. Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünde Nehir’in gözlerini buğulandırdım ki şimdi her ayran içişimizde trenin penceresinden ayran güğümünü sallayan çocuk gözlerimizin önünden gitmiyor.

Bütün seçkilerin ve yazarların değerlendirmeleri ve öykülerin kendi yaşamlarına düşen büyütücü gölgelerini izlemenin tadı çok farklı ve güzel de olsa özellikle Nurdan Gürbilek’in seçkisi üzerine yaptığı “Babalar ve Ustalar” başlıklı metni, Sema Kaygusuz’un kasaba sıkıntısının yarattığı sıkışmışlık ve tiksinti duygusunu anlattığı metni, Ayfer Tunç’un merhamet duygusunu ilk tadışını dillendirdiği  metni birkaç kez okudum.

Osman Şahin’in Seni İçime Manzara Yapmışam” adlı öyküsüne ise doyamadım. Sanırım her öküz gördüğümde gözünde Zeli’nin acısını hatırlyacağım. Bir aşk nasıl böyle içten ve doğal dillendirilebilir:

“Ruhumu sürmüşem sana. Seni içime manzara yapmışam. İçimin seyri sana dönmüş. Yüreğimin ötüşü senden yana. Ah gök altında olaydık. Elele verip dağ bayır gezeydik. Başımıza ak bulutlar konaydı. Kuşlar kanat çırpa çırpa uçaydı. Ruhumu sürmüşem sana. Ruhumu…”

PEKİ SİZLERİ KİMLER, HANGİ ÖYKÜLERLE BÜYÜTTÜ?

Sevgilerimle
Billur

9 Kasım 2012 Cuma

Siz Kim'i Dinlerdiniz?



Her CSI MIAMI'yi izlediğimde "şu The Who" kasetlerimi arasam... " diyor ama üzerime çöreklenen tembellikten, bulamazsam sinirlenip kalacağımdan ve aldığından şüphelendiğim -asırlar öncesi- birkaç insana sövüp saymak istemediğimden vazgeçiyorum. Nihayet dün akşam aradım. Sonuç hüsran oldu. Şimdi içimi bir hırs bürüdü. The Who albümlerimi yeniden almak.

Şimdi burada The Who kimdir, nedir gibi bilgi içeren sözler yazmayacağım. Sadece, tarihin en iyi rock hitlerini aşağıda bilgi ve değerlendirmeleriniz sunacağım



Sevgiler Billur

8 Ekim 2012 Pazartesi

Unutama Beni


Bazı geceler Nehir bana çocukluk anılarımı, okuldaki haylazlıklarımı, anneannemin bana baktığı zamanlarda yaptığım çocuk densizliklerini defalarca anlattırıyor. Bazen de şarkı söylettiriyor ve dalgasını geçiyor :" Ne o bu şarkı Sarmaşık Gülleri'nden mi? Türkan Şoray mı söylüyordu?" diye. Çünkü gece yatmadam önceki konuşmalarımız eninde sonunda bir Yeşilçam filminin bende bıraktığı ize, oradaki komik sahnelere gelip takılıyor.

Dün gece de  Beyaz Kelebekler'in söylediği Sen Gidince Bak Neler Oldu şarkısını ona söyleyip , arada da Hababam Sınıfı'ndaki Adile Naşit'in oynadığı bölümü zaman zaman taklit ederek



gecemiz şenlenirken sonra -artık yaşlandığım için olsa gerek- biraz da hüzünlü bir şarkı ile sonladı . Unutama Beni.

Esmeray'ın bu şarkısını ilk duyduğumda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama çok etkilenmiş ve gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Ama ilk duyduğum an Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu'nun başrollerini paylaştığı Mahçup Delikanlı filmindeydi. Şarkının Esmeray'a ait olduğunu öğrenene kadar canım çıkmıştı.





Sevgiler
Billur

2 Ekim 2012 Salı

TANRIÇANIN GÖLGESİNDE - Aydan Sümercan




1997 yılında tanıdım Aydan Hanım’ı.

Kleopatra stili kesimli kuzguni saçların çevrelediği, ışıl ışıl parlayan, enerjisi hiç bitmeyecek bir çocuğun haylaz bakışlarına sahip kocaman koyu renk gözlerini gördüğümde, o ufak tefek kadının yaşının çok gerisinde bir ruha sahip olduğunu fark etmiştim. Daha ilk karşılaşmamızda, kendisine karşı içimden sıcak bir enerji akışı olmuştu ve onu tanıdıkça daha fazla sevdim.

Sahip olduğu değil, hissettiği yaşta olan, ama yaşının getirdiği olgunlukla, bilgelik mertebesine erişen, yaşama sımsıkı bağlı, her ânının tadını çıkarmayı ihmal etmeyen, kendini seven, sevdikçe etrafındakilere de sevgi enerjisini aşılayan, yansıttığı ağırbaşlılığına tezat içinde sakladığı çılgın kadının yakasına yapışan Aydan Hanım, benim kendime model aldığım değerli kişilerden biridir.

Yıllarını yazı yazmaya adamış Aydan Hanım. En tanınmış kadın dergilerine editörlük yapmış ve 20-25 yıl önce bu dergilerden birine yazdığı birkaç yazı, bu ilk kitabının doğuş noktası olmuş.

Kendisine örnek aldığı, etkilendiği, günümüze kadar taşıdıkları efsanevi hikâyeleriyle tarihte yerlerini alan kadınları araştırmış, yorumlarını eklemiş. Sanki kitap okumadım da, Aydan Hanım’la kahvelerimizi yudumlarken sohbet ettik.

İlk çağlardan bu yana aşkın varoluşuna sebep, ezilen, horlanan, baş tacı edilen, ilham kaynağı olan kadınlardan biri belki de sizin hayatınıza ışık tutacaktır. Onları farklı bir yorumla tanımak isterseniz Tanrıçanın Gölgesinde’yi okumanızı tavsiye ederim.

Peyman
02.10.2012

25 Eylül 2012 Salı

Yazımız Kışa Çevrildi...

Her ne kadar Gülda'yı ikna edemesem de hayatımın bir döneminde ki bu dönem ilk gençlik yıllarıdır çok içki içtiğim zamanlar oldu. Bu içki sofralarında bağıra çağıra söylenen şarkıların ve türkülerin acılarımıza -ki çoğunlukla aşk acılarıydı bunlar- hayatın artık bir anlamı olmayacağına inandığımız anların yoldaşı olan bu eserlerin içinde bazılarını hiç unutmam/unutamam. Bu şarkı ve türkülerin müzikalite olarak çok iyileri olduğu gibi burun kıvrılan arabesk eserlerde de gözyaşı döktüğümü şimdi itiraf ediyorum -neyse ilk gençliğime verin. Bazılarını unuttum, bazıları beni hatırlandığımdan gülümsetti, bazıları güldürdü ama hiç unutamadıklarım arasında Neredesin Sen? ve Yalan Dünya var. Sevgili Neşet Ertaş'ın yüreğinden taşıp gelen bu sözler ve seslerle içimizdeki ağuyu damla damla şişelere akıtırken şimdi zamansız felek hiçbir merhemi olmayan ölümü yüreği yorgunluk nedir bilmeyen bir ustayı alarak hatırlattı.... Sevgiler Billur

18 Eylül 2012 Salı

Stevie Wonder Konserinde Aklımıza Takılan Kimdi?

Geçen akşamki Stevie Wonder konseri gençliğimizdeki yaz akşamlarını, diskoları, o diskolarda heyacanla beklenen , "acaba beni dansa kaldıracak mı?" endişe ve heyacanın müsebibi olan "arkadaşın" yolunun gözlendiği aşkları hatırlatması açısından ve benim zamanımdan "henüz ölmemiş" olan sanatçılardan biriyle Nehir'i tanıştırmış olmama [ çünkü son zamanlarda "anne kimi övsen, anlatsan ölmüş oluyor" diyor] vesile olması bakımından güzeldi.

Bir başka hoşluk ise arkadaşımız D.'nin "Hani bir adam vardı. Bir lunapark'ta beyaz saçlı bir başka adamla bir şarkı söylerdi klibinde. Duysanız kesin bileceksiniz..." demesi ile yılların gerisinden bize Marc Almond'ı ve Gene Pitney'i hatırlatması idi.




Konserden eve dönünce bir kaç kez hepimizin bildiği ve sevdiği şarkıyı dinledim:Something's gotten hold of my heart.



Softcell Grubuyla müzik hayatına atılan Almond resmi sitesinden bakabildiğim kadarı ile halen çok aktif bir şekilde müzik hayatına ve konserlerine devam ediyor. Hatta en son 2007 Şubatında İstanbul'da bir konser vermiş ve Rüyalarda Buluşuruz adlı şarkıyı söylerek Zeki Müren'e olan hayranlığını dile getirmiş.2009 yılında yaşamak ve Rus müzizyenlerle çalışmak üzere Moskova'ya giden Almond Rus folk şarkılarını derlediği ve söylediği bir albüm çıkarmış. Ayrıca Tainted Love adlı şarkıyı da SoftCell grubuyla meşhur eden de Marc Almond...



Bugünlerde ciddi bir operasyon geçirmesi gerektiğinden pek çok konserini iptal etmek zorunda kalan Marc Almond umarım bir an önce iyileşir.

Sevgiler
Billur


12 Eylül 2012 Çarşamba

Ahmet Hamdi Tanpınar ile Zamanın Dışında

Önümüzdeki ay Huzur ile Ahmet Hamdi Tanpınar'la yekpare bir anın parçalanmış bir noktasında buluşacağız. Güzel bir tesadüf eseri, Bilgi Üniversitesi'nden Süha Oğuzertem de aynı istekle dolmuş olmalı ki; biz okurseverleri yedi hafta sürecek bir yolculuğa çıkarmak için kolları sıvamış durumda.

Hayatla ilgili ufak tefek sorunları çözebilirsem ben gitmek ve kökü bende bir sarmaşıkla Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dünyasını sezmek istiyorum.




Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Yeniden Okumak başlığı altında bir seminerler dizisine başlıyor. Seminerin tanıtımı ve katılım koşulları şu şekilde:

"Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), son yirmi yıl içinde Türk edebiyatında en çok konuşulan yazarlardan biri oldu. Hakkında çok sayıda yazı, dosya, kitap yayımlandı, sempozyumlar düzenlendi. Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü öğretim üyelerinden Süha Oğuzertem’in yürüteceği bu yedi haftalık seminerde Tanpınar’ın kültür ve edebiyata bakışı, romanları, öyküleri ve şiirleri ele alınacak. Programa kaydolan öğrencilerin derslere belirtilen metinleri okumuş olarak gelmeleri, soru ve yorumlarıyla tartışmalara aktif olarak katılmaları beklenmektedir. Ayrıca, bu alanda yazı yazmak isteyen öğrenciler Dr. Oğuzertem’in düzenleyeceği atölyeye katılabilecektir."

Gün ve saat: Cumartesi 13.00-16.00 saatleri arası.
Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüs
Ücret: 450 TL (KDV dahil)
BİLGİ mensupları, öğrenci ve mezunlarına:%40 indirimli 270 TL (KDV dahil)
Öğrenci ve Öğretmenler:% 20 indirimli 360 TL (KDV dahil)
İletişim: 212 311 7221


Seminer Program İçeriği ise:

EDEBİYAT OKULU : TANPINAR’I YENİDEN OKUMAK (7 Hafta)

Giriş; tarihsel ve biyografik arka plan
6 Ekim 2012
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi; Edebiyat Üzerine Makaleler; Yaşadığım Gibi
13 Ekim 2012
Hikâyeler
20 Ekim 2012
Mahur Beste
3 Kasım 2012
Huzur
10 Kasım 2012
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
17 Kasım 2012
Şiirler
24 Kasım 2012

Sevgiler
Billur

4 Eylül 2012 Salı

YEŞİLÇAM'DAN KARELER IV

Datça'da son anlarımı yaşarken vaktimi kitaplar ve eski Yeşilçam fimleri arasında böldüm. Bu bölünme arasında da koleksiyonum arasında bulunan iki fotoğrafın hangi fimlere ait olduğunu buldum. Aslında çok büyük bir çaba harcamadım bu sefer ancak bir tanesi hala meçhul ki bu uzmanlık sorusunu bilenlere buradan soracağım.

Bu kare Hicran Gecesi adlı 1968 yapımı başrollerini Hülya Koçyiğit, Ediz Hun, Çolpan İlhan, Sezer Güvenirgil ve Muzaffer Tema'nın paylaştığı Osman Seden'in senaryosunu ve yapımını üstlendiği bu film Güzide Sabri Aygün'ün aynı adlı eserinden uyarlanmış.





Burada bir ara verip Güzide Sabri Aygün kimdir sorusuna da cevap vermek istiyorum. Güzide Sabri Aygün ; özel öğrenim gören,Hoca Tahir Efendi'den edebiyat dersleri alan ve genellikle duygu ve hayalgücünün dayandığı eserler veren kadın romnacılarımız içinde yaygın şöhrete sahip olanlardan ilkidir.



Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında halk arasında çok tutulan kara sevda romanları yazmıştır. Eserlerinin bir çok baskıları yapılmış, bazıları da birkaç defa filme alınmıştır.

İlk eseri "Münevver" 1899'da "Hanımlara mahsus gazete"de tefrika edilmiş, 1901'de de kitap halinde basılmış. Ayrıca Sırpçaya ve Ermenice'ye de tercüme edilmiştir.



Özellikle Ölmüş Bir Kadının Evrak'ı Metrukesi yedi defa basılmıştır. Bu roman da önce Metin Erksan tarafından 1956 yılında Sezer Sezin ve Kenan Artun tarafından daha sonra da yine Ediz Hun ve Hülya Koçyiğit'in başrollerini paylaştığı, Osman Seden'in yönettiği Ölmüş Bir Kadının Mektupları adıyla sinemaya aktarılmıştır.



Bu fotoğraf ise Bekri Mustafa filminden bir kare... Yönetmenliğini Süha Doğan'ın yaptığı, senaryosunu Vecdi Uygun'un kaleme aldığı ve yapımcılığını Aziz Sarıkaya'nın üstlendiği bu filmin konusunu Kirli işler çeviren bir sigorta şirketin hareketlerini kontrol etmek üzere bir polis müfettişinin görevlendirilmesi ve şirketin arkasında gizlenen çeteye girmesi gelişen olaylar oluşturmaktadır. Müfettişimiz sonunda bütün kirli işleri ortaya çıkarmakta ve şirket sahibinin kızı ile evlenmektedir.

Bu karede ise Hülya Koçyiğit acaba kiminle evlenmektedir. Pek de mutlu değil değil mi? Acaba yüreği kimde? Kuyu gözlerinde kimin akisleri mevcut? Necdet Tosun ise havalara uçacak neredeyse mutluluktan...



Sağlıcakla Kalınız
Sevgiler
Billur



1 Eylül 2012 Cumartesi

YAZ BİTTİ


Ömrümden bir yaz daha geçti. Her yaz bitiminde aklıma ister istemez Murathan Mungan'ın şiiri...


yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiçbir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya başlar yeni bir mevsime

orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz ıskaladığımız şeyleri

yatıştırır rüzgarlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne "dinginlik" adını verir
"seni iyi gördüm" diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki
köşe başları, akşamüstleri, kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır gerçekten birşeylerin bittiğine
yaz biter
eskir geceler, serin hüzünlü
yeni mevsime hazırlık ömrün teğel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsanız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi




VEEE..Hümeyra'nın şarkısı düşer...



Sevgiler
Billur

30 Ağustos 2012 Perşembe

SULTANI ÖLDÜRMEK - AHMET ÜMİT




Kitap : Sultanı Öldürmek
Yazar : Ahmet Ümit
Mekan : Maria'nın Bahçesi - Küçükyalı
Tarih : 28 Ağustos 2012
Sunucu: Aysun
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Berna, Belkıs, Bilgen, Gülda, Peyman



15 Ağustos 2012 Çarşamba

EVLERDE SEVGİ YOKTU-MUZAFFER HACIHASANOĞLU

Cemil Kavukçu’yu Edebiyatımızla Barıştıran Bir Yazar

Geçen Temmuz ayında Taraf Gazetesi’nin Kitap Eki’nde Cemil Kavukçu’nun yazısını okuyana kadar Evlerde Sevgi Yoktu ve yazarı Muzaffer Hacıhasanoğlu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Cemil Kavukçu’nun yazısında yer alan özellikle bu romanı ve yazarını kendisine tanıtan arkadaşının “ Oku da roman gör” demesi ve Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu’na yazdığı mektubu beni çok etkilemişti.

Kitabı alıp okuyana kadar Gülda ile okuma listelerimiz hakkında konuşurken hep bu romandan bahsettim. Açıkçası bahsetmeye çalıştım; zira ne kitabın adını ne de yazarını tam olarak hatırlıyordum. Yazıyı okuduktan sonra dergiden koparıp saklamıştım ancak o kadar iyi saklamışım ki uzun zaman bulamadım. Sonunda masamda ve kütüphanede yeni yıl temizliği yaparken yazıyı buldum, kitabı sipariş ettim ve bir solukta da okudum. Döndüm bir daha okudum.



İşte Kavukçu da Evlerde Sevgi Yoktu adlı roman ve yazarı ile romanın Milliyet Gazetesi’nde 23 Haziran 1970 yılında tefrika edilmesi ile sonucu, bir arkadaşının berberde sıra beklerken gazeteyi okuması ve ilk bölümden etkilenerek Kavukçu’nun göğsüne vurup ” Oku da roman gör” demesi ile olmuş. Ardından Hacıhasanoğlu’nun tüm yayımlanmış kitapları ile bir okuma yolculuğuna girmiş Cemil Kavukçu.



O güne dek edebiyatımızla pek ilgilenmeyen ve daha çok çeviri romanlara ve yabancı yazarlara hayranlık besleyen Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu ile tanışması mümkün olmamış. Ancak ilk öykü kitabı Pazar Güneşi hakkında Somut Dergisi’nde kitabı ile Muzaffer Hacıhasanoğlu bir yazı yazınca, bu durum karşısında çok heyecan duyan Kavukçu Hacıhasanoğlu’na bir mektup yazmış :



“ 16 Ağustos 1983/Ankara

Sayın Muzaffer Hacıhasanoğlu;

12 Ağustos 1983 tarihli Somut dergisini okumam 4 gün sonra mümkün oldu. Beni böylesi büyük bir sürprizin beklediğini bilseydim bunca geciktirir miydim? Görevim gereği yaz başndan beri Ankara dışındaydım. Ağustos ortalarında geçici bir süre için döndüğüm Ankara’dan Aydın Doğan’a uğrayınca Somut’ta Pazar Güneşi’nin tanıtıldığını, hem de Muzaffer Hacıhasanoğlu tarafından tanıtıldığını dutunca çok sevindim.
Değerli ustam, bu teşekkür mektubu aynı zamanda çok eski bir teşekkürü de size iletmeme neden oldu. Yıllar önce, lisede okuduğum yıllarda bol bol kitap okuyordum. Ama nedense Türk yazınına karşı bir küçümseme, bir ilgisizlik içindeydim. Belki okul kitaplarını dolduran düzeysiz örnekler, belki Türk sineması ile Türk edebiyatını özdeş görme eğilimi, belki de düpedüz “ne oldum budalalığı”; tam olarak adlandıramıyorum. Olanakları kısıtlı bir kasaba çocuğuydum. Aynı zamanda da sıfır numara bir apolitik! Çeviri romanlarla besleniyorum. Camus, Sartre, Kafka, Gogol okuyorum. O yıllarda e Yayınlarında çıkan Bulgakov’un “Usta ile Margarita”sı çarpıyor beni. Yazma dürtüleri o yıllarda da var. Yazarım yazmasına ama kahramanlarıma nasıl Türk adları vereceğim! Akif adlı bir arkadaşımsa bu tür saçmalıkları bırakmamı istiyor. Orhan Kemal’in “ Eskici ve Oğulları”nı ballandıra ballandıra anlatıyor. Ben burun büküyorum.” Baba Evi’ni” diyor. Sonra bir gün Milliyet Gazetesi’ni getirip önüme attı. “Evlerde Sevgi Yoktu” adlı uzun öykünün ilk bölümü duruyordu önümde. Oku, dedi, oku da roman gör! Okudum ve gerçekten roman gördüm.

Dünyamı değiştiren ve beni özüme döndüren ilk yerli yapım sizin yapıtınızdır Sayın Hacıhasanoğlu. Gazeteden günü gününe izlediğimiz ve kesip sakladığımız, yazarını korkunç merak ettiğimiz “Evlerde Sevgi Yoktu”nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur. Bu mektup, hem yapıtınızla ışık tutarak yürünmesi gereken yolu göstermiş, hem de daha başında olduğum bu yolda bana verdiğiniz güvenin teşekkürüdür.”


Peki Kimdir Muzaffer Hacıhasanoğlu?

Asıl mesleği doktorluk olan Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde mesleğini icra etmiş ve 1973 yılında Malatya Sosyal Sigortalar Hastanesi'ndeki görevinden emekli olmuş. Öykülerinde genel olarak klasik öykü anlayışına bağlı kalan, romanlarında ve öykülerinde toplumsal sorunlara ağırlık veren kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerini abartıya kaçmadan ve sübjektiflikten uzak bir biçimde ele alan Hacıhasanoğlu, edebiyata 1943’te Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayımladığı şiirlerle başlamış. 1947'de Varlık dergisinde çıkmaya başlayan öyküleriyle dikkat çekmiş.



1979 yılında Eller adlı yapıtıyla 1980 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü almış. Yayımlanmış tek romanı Trenler Yine Gidiyor'dur.



Denemelerini Atatürk Bakıyor Bize adlı kitapta toplayan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun diğer yapıtları arasında Bir Tespih Tanesi(1951), Bu Dağın Ardı(1954)



ve Dağ Başındaki Ölü ( 1983) sayılan Hacıhasanoğlu’nun Vatan, Cumhuriyet ve Millyet gazetelerinde Kasaba Kadınları, Tatsız Dünya, Emin Efendi ve Evlerde Sevgi Yoktu romanları kitap olarak çıkarılmamış ve tefrika edilmiş.



Anadolu’nun Ortasında Bir Kasaba, Bu Kasabada Bir Garip Mehmet

Romanın ilk cümlesi o kadar merak uyandıran ve iç burkan bir cümleyle başlıyor ki; romanın kahramanı Mehmet’in neredeyse bir üveybabası olsa her şeyi daha kolay kabul edecek ve göğüs gerecekmiş olduğunu hissediyorsunuz. “Benim babam üvey değildi.”? Evet, Mehmet’in babası üvey değildi ama öz bir baba nasıl olunur, bunu da Mehmet’e düşündürtüyor devamlı. Önce kendisine sonra da hayata küsmüş bir baba Mehmet’in babası Rasim. Devletin memuru olmuş ve bu bir ileri iki geri memurluk hayatında odacılıktan tahsildarlığa yükselmiş, tahsil ettiği paraların hiçbir zaman kendi cebini ısıtamayacağını bildiği için öfke dolu.

“Babam kızardı sadece kızardı, iyi yaşayabilenlere, yaşamayı sevenlere…Küskündü her şeye. Annem: Dağlarla davası var bu adamın derdi.” (sf:12)

İçkiye ve kumara düşkün ve bu yüzden de kasabanın ileri gelenlerine hep borçludur Rasim Efendi. Okumanın, yazmanın faydasız olduğunu düşünür, derslerine kafasını vermiyor diye Mehmet’e kızan annesine :

“ Ulan, ne olacak, okusan ne olacak? Mısır’a molla mı olacaksın? Aha, o öğretmen olmuş da ne olmuş yani? Ay sonunu borçsuz getirebilir mi? Yooo.. o da benim gibi. Bakkala borç edecek, kasaba borç edecek. Dünya alçakların dünyası, külah giydirebilenlerin dünyası…” (sf8) diyerek çıkışan bir babadır.

Bir gün yolda giderken kendisinden borçlarını isteyenleri haklı bulduğu için , içki içmeyip borcunu ödemesini salık veren Mehmet’i döven ve :

“ Oğul değil, yılan besliyormuşuz da haberimiz yok! Vay namussuz vay! Lan sen bana nasihat verecek kadar adam oldun mu? Vay hayvan vay!Bu lafı işiteceene öl daha iyi Rasim… Bunlar senin değil, evdekinin lafları…” (sf:16)

Biraz doğruluk payı vardır Rasim Efendi’nin sözlerinde. Bu sözler Mehmet bir tavuk çaldı diye cehennemlerde yanacağını hergün tekrar eden, namazını niyazını eksik etmeyen, dünyanın hala öküzün boynuzlarında olduğuna inanan, her ne kadar gâvur icadı olduklarına inansa da dikiş makinesi, gaz ocağının kolaylıklarını yadsıyamayan cahil ve sevgisiz bir kadındır Mehmet’in annesi.

Tek sevdiği kız kardeşi Emine’dir Mehmet’in belki de. Çünkü babası yerli yersiz kendisini döverken bir tek Emine ağlar onun için, bir tek Emine yanına gelir entarisinin eteği ile gözlerini siler, yanaklarından öper. Annenin şefkatli göğsünde bir kerecik bile olsa dindirilmez Mehmet’in gözyaşları.

Mehmet’in yaşadığı kasaba Anadolu’nun orta yerinde ve güdük, dedikoducu ve değişimden, yenilikten hiçbirzaman nasibini alamayacak, dar bir dünyaya sıkışmış insanların yaşadığı bir yerdedir.

"Kasabamız, ortasındaydı Anadolu'nun. Uslulara göre dünyanın en güzel yerlerinden biriydi. 'Küçük Paris'ti onlara göre. Şehir deyince akıllarına Paris geliyordu. İçlerinden onu gören yoktu ya. Övündüğümüz bir kalesi vardı kasabamızın. Her biri bir vuruşta karşısındakinin kalkanını parçalayabilen yiğitlere sahip bir bey yaptırmıştı bu kaleyi. Evler kalenin etrafından yavaş yavaş çayırlığa doğru inmeye başlamıştı benim çocukluğumda. Evlerin çoğunun üstü toprak damlarla kaplıydı. Bu toprak damlı evlerin arasında kiremitle örtülü olanlar da vardı. O evlere imrenerek bakardım.” (sf:11)

Babasıyla alay edip kendisini Sarhoşun Oğlu diye alaya aldıkları ve kavga ettiği gün öğretmeninin bir sözü ile kendine gelir Mehmet. Önce kendisini bir başkası sandığını düşünse de Öğretmeni kendisini kastetmiştir:

“ Sen, şu yaramazlığı bıraksan cin gibi çocuksun aslında. Bilemeyeceğin, yapamayacağın şey yok…”(sf:24)

Bu destek ve söz üzerine hırsla çalışmaya başlar Mehmet, ne var ne yok okumaya başlar. Başardıkça kendine güveni gelir. Sarhoşun Oğludur hala ama o sınıfının çalışkanlarından biridir artık.

Kasaba hayatı her ne kadar iç sıkıntıları ile ağırlaşan bir havaya sahip olsa da zaman zaman eğenceli anları da vardır: Kumpanyalar.

“ Ey ahali, bu fırsat bi daha ele geçmez. Değil memleketimizi, bütün Orta Şarkı hayran bırakan facia oyuncusu İbrahim Talat’ı, güzeller güzeli Şevkiye Hikmet’i, geliniz Arabın İntikamında görünüz… Maksadımız kazanç sağlamak değil, sanayii nefiseyi halkın ayağına getirmek… Geliniz görünüz! Dansözler kraliçesi Melike Fuat’ı… Tatlı sesli Süheyla Uyanık’ı….”

diye bağıran adamın yarattığı rüyalar alemine Mehmet de arabacı Mahmut Amcası ile katılır. Ancak bu rüya sonrasında Mehmet’in de kendisini içinde bulacağı bir kâbusla biter. Bu kâbusun sonunda kendince sevdiceği kız arkadaşı Seher’in hayatının yara alması ve yaşanılan hayatın adaletten, merhametten yoksun olduğunu, ezenden yana olanların çoğunlukta olduğu bir dünyada tutunmaya çalıştığını anlar Mehmet.

Bu öyle bir dünyadır ki; tek teyzesi, evlenmemiş, kambur teyzesi ziyaretine gittiğinde saldırıverir Mehmet’in üstüne. İtilmişlikten, yalnızlıktan ve sevgisizlikten delirivermiştir.

'Teyzem evinin sofasındaydı. Bir büyük yastıkla kucaklaşıyordu. Öpüyordu yastığı. Kaş, göz, ağız, burun yapmıştı yastığa. Bıyığı da vardı.
-Aslanım, yiğit erkeğim, diyordu.
Başka ufak yastıklar vardı. Kaşlı, gözlü, burunluydular hepsi de. Bıyıkları yoktu onların.
-'Deyze... diye bağırdım' (s.53-54)
-Niye benim deyzem?Bir başkasının deysezi delirseydi ya..(sf:59)


Bu bağırtılarını, haykırışlarını ve isyanını çömlekçi Nuri Usta’nın bilgeliğinde susturur Mehmet.Çömleklerini yaparken ruhundaki tüm çalkantıları, renkleri veren , kasabalının sıradanlığına meydan okuyan ve bu nedenle de hakkında bir sürü söylenti çıkan, yalnızlığını yaptığı çamurdan adamlarla paylaşan Nuri Usta.

-Bırak Memedim, bırak yavrum, hepimiz deliririz zaman zaman…Delirmek, yapmak isteyip de yapamadıklarımızın ortaya çıkıvermesi sanki…

Tüm bunları yaşarken giderek olgunlaşan Mehmet okulunu da bitirmeyi başarır ancak bu babasının umurunda değildir. Kendisini bir gün karşısına alır ve gidivermekten bahsettikten sonra kendisini eli ekmek tutsun, bir zanaat öğrensin diye berberin yanına çırak olarak verir. Mehmet’in hayatı da bu dönemde çıraklıktan kalfalığa doğru adım adım ilerler. Öğrenmiştir artık sevgi olmadığını, var olanın çıkar olduğunu. Bir gün Seher’in de gittiğini öğreniverir, hem de dayısından dayak yiye yiye gittiğini. En çok bu koyar belki de Mehmet’e tüm gitmeler arasında. Eve gelir ve annesine sarılır.

-Deli N’oldu şimdi?

Bilmiyordu, hiçbirşey bilmiyordu. Belki bilmemesi, anlamak istememesi azaltıyordu, yok ediyordu evlerdeki sevgiyi…


Evet, yaşanan tüm acıları ve ayıpları zaman zaman anneler kol kırılmalı, yen içinde kalmalı düşüncesiyle daha büyük acılara ve ayıplara yol açmıyorlar mı bilip bilmeden? İşte Mehmet de buna artık dayanamıyor. Öz evinde eğreti durmaya katlanmak istemiyor. Anlayanların, bilenlerin vereceği sevgiyi tatmak için kendini yollara vuruyor. İçinizde küçük bir yaranın kabuğu kaldırılmış olsa da umutla Mehmet'in ardından el sallıyorsunuz.

Evlerde Sevgi Yoktu, son zamanlarda okuduğum en yalın ancak en dokunaklı ve duyarlı bir şekilde kaleme alınmış romanlardan biri oldu. Yerel dilin kullanımı, akıcılığı ve en çetrefil duyguları kısacık ifadelerle yüreğinize nakşedişi ile pek çok kişi tarafından okunması ve unutulan yazarlarımız ve romanlarımız arasına girmemesi için çaba göstermemiz gereken bir eser, diye düşünüyorum.

Evlerin sevgisiz olmaması için neleri esirgemememiz gerektiğini naif bir biçimde hatırlatan bu romanı okumanız dileğiyle...

Sevgiler
Billur







12 Ağustos 2012 Pazar

MEKANIM DATÇA OLSUN DERKEN...

..""Can Yücel acaba hata mı etti?" diye düşünüyorum günlerdir. Geçen sene Ağustos ayında mezarına yapılan saldırı nedeni ile bu sene anma töreni olmadığı gibi, Can Evi de kapalı bulunuyor. Hangi eller mezara uzandıysa bizi Can Evimizden de vurmayı her seferinde başarıyorlar. Halbuki Datça'da olduğum bu dönemlerde Can Evi'ne gitmek ayrı bir mutluluk oluyordu. Eski Datça'da sokaklarda gezen ve çeşitli nedenlerle eline bir şiir kitabı almayacak çocukların gelen turistlerden para alarak günlük rısklarını çıkarmak için Can Yicel şiirleri okuyarak etrafta dolanması çok hoşuma gidiyor(du) her seferinde.Ama bu sene ailesi haklı olarak "herşey yolunda" imiş gibi davranmak istemediğinden evi ziyarete açmadığı gibi, sessiz bir şekilde andılar mezarı başında Can Yücel'i.



Merak ediyorum, mezarı kıran eller şimdi kimlerle tokalaşıyor,merhabalaşıyor ve gece yattıklarında-bir Allahlar'ı var ise eğer- nasıl gökyüzüne açarak dua edebiliyorlar?

Geçen seneki olayın ardından Güler Yücel Can Yücel'e Bir Name kaleme aldı:

Can'ın Taşını Kırdılar

Yine geldi 12 Ağustos
Yine cırcır böcekleri ötüyor
Bu yıl Ege Denizi senin dediğin kadar sakin değil
Ortalık biraz karışık
Kırdılar taşını
Taşını kırmakla kalmadılar, beni de kırdılar
Bu kırma başka türlü bir kırma
Yalnız sana değil Can'cığım
O canım usta Mehmet Aksoy'un ellerine de vuruldu balyozlar
Dilerim,balyoz vuranların başına bile gelmesin böyle bir şey
Böyle biracıyı tatmasınlar
Ama bilsinler ki, hiç umulmadık yerlerde can buluyor senin şiirlerin
Kuytu bir köşede, bir kayrak taşının üzerinde bu şiirlere rastladığımda,senin sevincini hissediyorum
12 Ağustos'ta yine geleceğiz senin yanına
Ben, Güzel, Su, Hasan, Defne, Ali, Talat, Denis, Neru, Shive, Narayan hepimiz senin ettafında olacağız
Seni sadece o gün anmayacağız; rüzgarla, denizin dalgalarıyla, toprakla, suyla hep anıyoruz bir tanem.



Beni kuzum Datça’ya gömün / Geçin Ankara’yı İstanbul’u! / Oralar ağzına kadar dolu / Alabildiğine de pahalı. / Örneğin Zincirlikuyu’da / Bir mezar 750 milyona. / Burası nispeten ucuzluk, / Ortada kalma tehlikesi de yok. / Hayır, dua istemez / Dediğim gibi, beni Datça’ya gömün / Şu deniz gören mezarlığın orda, / Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!"

Sevgiler
Billur

18 Temmuz 2012 Çarşamba

TONY BENNETT



Bütün yıla dağılan her türden müzik etkinliğini, sınırları içinde yaşadığım bu şehrin enerjisine, canlılığına, kozmopolit yapısına çok yakıştırıyorum.

Caz dinlemek ise bir başka güzel oluyor bu şehirde.

Belki de şehrin dünya üzerindeki yegâne coğrafi özelliğini hatırlattığı, böylelikle özel ve aslında çok güzel bir şehirde yaşadığımız bilincini uyandırdığı, belki zaman zaman ondan uzaklaşmamıza yol açan keşmekeşini, düzensizliğini, farklı kültürlerin bir arada olmasının verdiği serkeşliği bembeyaz bir karın toprak anayı örtmesi gibi tüm olumsuzlukları örtüp unutturduğu için…

Bu şehrin yıldızlı akşamlarına çok yakıştığı için…

Mistik atmosferini bir yağdanlıktan taşan rayihalar eşliğinde bize taşıdığı için…

Caz üstatlarından Tony Bennett’ı bu yıldızlı akşamlardan birinde dünya gözüyle izlemek ise duyguların en şâşalısıydı.

Sicilyalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında New York City’de dünyaya gelmiş bu güler yüzlü sanatçının parçaları “gülümseme”nin evrensel nimetinden faydalanmayı kendine ilke edindiğini anlatırcasına yorumlaması kendine has bir hava katmıştı.

Asıl adı Anthony Dominick Benedetto olan sanatçıya Tony Bennett adının Bob Hope tarafından verildiğini açıklayan sanatçının seyirci ile sıcak bir iletişim kurması, onun 86 yaşındaki ihtiyar sevimli delikanlı tavrını gözler önüne seriyordu.

Birbirinden güzel şarkılarla bizi bambaşka bir dünyaya savurdu.

Tony Bennett’ı seyrederken caza gönlünü vermiş erkeklerin tavırlarında bir asalet, nezaket, centilmenlik saklı olduğunu düşündüm. Sanki şarkıların o güzel sözlerindeki naiflik, onları icra eden sanatçılarla bir bütün olmuş, rolünü çok iyi taşıyan, canlandırdığı karakterle bütünleşen bir aktör edası hissettim.



Koyu renk pantalonu, mavi gömleği ve ekru ceketi içinde bir İtalyan şıklığı ve zarifliğindeydi. Aslında bu sadece giyim tarzıyla üzerine yerleşmiş bir zarafet değildi. 10 yaşındayken kaybettiği babasının sanatla, edebiyatla dopdolu yetiştirdiği küçük Anthony Dominick Benedetto’nun edindiği yaşam tarzıydı.

Müzikle büyüyen çocukların genetik zenginlikleri kendinde barındırmasına bir örnek olarak tanıdığımız genç sanatçı Antonia Bennett’ın ise asla gün içinde dinlemeyi tercih edeceğim yeni nesil caz sanatçılarından olamayacağına karar verdim. Sesi ve yorumu beni hiç etkilemedi. Bir dinleyici olarak şarkı söylerken benim odak noktam olamadı. Tek sempatik bulduğum, babası ile yaptıkları düette dans etmeleriydi. Mini gösteriyi seyredilir kılan da bence Tony Bennett’ın babacan tavırlarıydı.

Orkestradan da söz etmeden geçemeyeceğim. Hepsi birbirinden başarılı, tahminimce 60 yaşın üzerindeki piyanist, gitarist, baterist ve kontrbasçının yaşlarına rağmen sergiledikleri performans büyük alkış aldı. Hissederek, aşkla, tutkuyla çaldılar bütün gece.

Hiç bitmesin istedik. Sahneden ayrıldığında alkış tuttuk. Lütfen bir daha diye tezahürat yaptık.

Hatta istedim ki Tony Bennett sabaha kadar şarkı söylesin, beni aya, yıldızlara uçursun, bir zamanlar yaşadığım aşkları yeniden hatırlatsın, kalbimi bıraktığım diyarları getirsin gözümün önüne...o güzel şarkı sözleriyle kalbime dokunsun.



Peyman

13 Temmuz 2012 Cuma

Antony& the Johnsons ve Filarmonia İstanbul Konseri



ÜÇ/DÜŞ(ÜŞ)

"Bir kuşum. Uçuyorum. Boşlukta süzülmekten duyduğum mutluluktan soluğum tıkanacak gibi.”

Antony Hegarty ile Leonard Cohen’in I’m Your Man belgeselinde izlediğim “If It Be Your Will” yorumuyla tanıştım. Cohen ile karşılaştırmak istemem ama ben bu şarkıyı en çok Antony’den dinlemeyi seviyorum. Sanki o söylesin diye yazılmış sözleri. Antony and the Johnsons ile o gündür çok güçlü bir bağım var. Caz Festivali kapsamında 2007 yılında İstanbul’a geldiklerinde, o zaman için bile son derece manasız bir sebeple gidememiştim konsere. Hâlâ içlenirim. Arkadaşlarım anlatır bazan Şan Tiyatrosu’nda yaşananları. Sadece onların bildiği ve bir daha kimsenin hissedemeyeceği bir bilgelikle suskunlaşır sohbetin sonu. Ben de Antony’i dinlerim. Onun ses verdiği dinginliğe ulaşmayı denerim. Kendimi kapatırım dış seslere.



“Soluğum tutunana değin yükseliyorum. Sonra yeniden bir pike. Pike… kendini bırakmak demek. Kanat çırpmadan. Havadan ağır olan bedenin, yeryüzüne doğru süzülüşü.”

Filarmonia İstanbul üyeleri beyaz giysileriyle çıktılar sahneye. Hızla yerlerine oturdular. Sonra Antony geldi. Kuzgundan daha da karaydı kostümü. Bir kuştu... Sahneye değen çıplak ayakları uçmasını zor zapt ediyor gibiydi. Üzerine giydiği uçuşan pelerin kanatları olmuştu. “Vurulduk ey halkım, unutma bizi,” diye konsere başladı. Onun kanatlarına tutunmak istedim.



“Bu süzülüşte, göl kıyısındaki kamışların ardında bir avcı görüyorum. İki kanat çırpışı… yeniden havalanıyorum. Ama o ne, bir patlama ve göğsümde bir acı. Dengemi yitiriyorum. Güçsüz kanatlarım çırptıkça dayanılmaz bir acı veriyor. Yükselme çabalarım boşuna. Boşlukta yalpalayarak düşüyorum.”

Bu sene Caz Festivali’nde izleyeceğim konserler ile ilgili yazı yazmadım. Yazamadım. Biletlerini erkenden almama rağmen, geçtiğimiz yıllarda hissettiğim heyecanını duyamıyorum artık. Çoktan bir korku oturmuş yüreğime. Geçen sene, Javier Limon’un Mujeres de Agua (Suyun Kadınları) konserini unut(tur)mam mümkün değil. O konserde Aynur’a şişe, minder attı seyirci. Aynur, türlü hakaretlere maruz kaldı ve ayrılmak zorunda kaldı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi göbek attı seyirci. Şenlenirici bir klarnet eşlik etti her birine. İçimden bir şey koptu geçen sene! Zaten çok güç dizginlediğim bir şeydi. On sekizinde bıraktım ben festivali. Artık izlediğim her konser, “Bakalım şimdi ne olacak?” tedirginliğiyle geçiyor. Bu düşüncemden utanıyorum ama, “Keşke Açıkhava/mekân dolmasa,” diyorum artık.



Daha ne kadar kötü olabilir ki aslında! Olmuyor mu? Gün geçtikçe daha da yüzeye çıkan anlayışsız, ötekileştiren, fütursuz, üsten bakan, kendine bezemeyen kimseyi kabul etmeyen, son derece kaba bir topluluğa dönüşüyor Caz Festivali izleyicisi de. Bilhassa kendi kuşağım. Bu festival başladığında yirmili yaşlarında olanları. Beraberce Joan Baez, Miles Davis, Paco de Lucia, Mercedes Sosa ve nicesini izlediklerim. Hani Mcdonalds’ın pahalı, konser biletlerinin nispeten ucuz olduğu dönemde genç olanlar! Şimdi, çoğu birer avcı.

“Yerden birkaç metre yükseklikte, ağaç gövdeleriyle çalılar arasında, bocalıyorum. Düşme, diyorum kendime. Düşersen bitiktir sonun. Bir köpek gelir ve çıkmamış canını çıkarır. Düşmemek için çabalıyorum. Havalanmak, yükselmek için acıyla kanat çırptığımda, çok az, çok çok az yükselebiliyorum. Bu arada, içimden bir ses, bana olağanüstü bir kuş olduğumu, canımı verdiğimde (kime vereceğim canımı, köpeğe mi, insana mı?) küllerimden yeni bir kuşun doğacağını söylüyor. Küllerimden… Yeni bir kuş…”

Yine de oradayım. Bir koltuğa sabitlenmişim. Antony’nin süzülüşünü dinliyorum. Onun hüzünlü, pürüzlü, kırılgan ve tüy ağırlığındaki sesiyle yenilenmeyi diliyorum. Sağdan, soldan, arkadan flashlar patlıyor. Biraz ötede birileri bağırıyor. Seslerin bazıları güzel değil, alaycı. Her, “Yeah,” müstehzi gülüşmelere dönüşüyor. Siniyorum. “Düşmeyeceğim,” diyorum kendime.

“İkinci düşümde bir avcıyım.

Havada bir kuş. O güne değin görmediğim büyüklükte ve güzellikte. Tavus mu desem, Anka mı? Bilmiyorum. Ne avladım böylesini, ne de avlanmışını gördüm.

Çiftenin namlusu yere çevrili, bir süre uzun bir süre seyrediyorum bu kuşun havada süzülüşünü. Tek başına. Sanki uçuşun tadını çıkarıyor. Sonunda avcılık ağır basıyor. Çiftenin namlusunu, yavaş yavaş, yerden havaya kaldırıyorum. Elimde olmadan (sanki) nişan alıyorum. Ve çekiyorum tetiği.”


Antony şarkıları söylemeye devam etti. Arada beş yılda nelerin değiştiğini merak etti. Hükümetten memnun değildik, ülkedeki kadınların durumu vahimdi, eşcinsellerin de. Sordu, içimizi döktük. Kimse sormuyordu bunları bize. Ritmi acıyla kaplı bir müziğe dönüştü konuşmalar. Cut The World başlığı taşıyan konserde Marina Abramovich’in sanatı için çektiği acıları dile getirdi. Yaşadığım en güzel serüvenlerden birini yaşarken, seyircilerden biri nişan aldı “Müzik” diye bağırdı.

“Üçüncü düşümde bir köpek olarak görüyorum kendimi. Bir av köpeği. Sıska, uzun düşünceli, dikkatli, burnu yerde bir av köpeği olarak.
...
Yere, avcının ayakları dibine (eğitim gereği) çöküyorum. Çöker çökmez de bir patlama sesiyle kendime gelip koşmaya başlıyorum. Boşlukta kanat çırpan çaresiz kuşun düşeceğini kestirdiğim yere doğru. Kuş, düşmemek için tüm gücünü kullanıyor. Ama kanat çırpışları güçsüz. Kötü bir avcıya eşlik ettiğimi anlıyorum. Üst üste iki atış ve kuş ölmemiş. Ölecek, ama havada değil. Belli ki ağır yaralı.”


Antony “Konuşmak da müziktir, bunu biliyor muydunuz?” diye cevap verdi. O sırada kalbim tekrar tekrar kırıldı.

“Uyanıyorum.

Bir avcı

bir kuş

bir köpek olarak

ve—“


Eve döndüğümde Ferit Edgü’nün Üç/Düş(üş) öyküsünü tekrar okuyup, rüyaya dalmayı bekledim. Bir kabusa uyanacağımı bilerek.

Gülda

11 Temmuz 2012 Çarşamba

19. İSTANBUL CAZ FESTİVALİ’NDEN İZLENİMLER I

05 Temmuz 2012 Marcus Miller & Friends İstanbul Project Konseri

Bu konser benim için - eminim bu konsere gitmiş olanlar için de- hiçbir şekilde S.M.V konserinin yerini tutacak ve onunla kıyaslanmayacak bir konserdi ancak Marcus Miller eline oyuncak gitar alıp çıksa her konserine gideceğim için tahmin edeceğiniz üzere 5 Temmuz gecesi de Açık Hava’daydım. Öncelikle Marcus Miller için sonra da Burhan Öcal’ı, Okay Temiz’i ve İmer Demirer’i aynı sahnede izleyip dinleyebilmek için.



Sahnenin her manada en renkli siması kuşkusuz Okay Temiz idi; sarı fosforlu işçi tulumu , çizgili tişörtü ve mavi gözlüğünün yanı sıra konserin ilk yarısında çaldığı bimbau ve ikinci yarısında ne olduğuna karar veremediğim ama kendisinin üretimi olduğundan emin olduğum değişik bir trampetten bozma küçük davula yakın aletle yaptığı doğaçlamalar ve Marcus Miller’in basıyla yaptığı atışmalar en eğlenceli anlardandı.



Konser boyunca hayranlık duyduğum ve geç dinlemeye başlamış olduğum için hayıflandığım bir müzisyen ,bir trompet ustası İmer Demirer oldu. Sahnede solo performanslarından birini Emin Fındıkoğlu’nun Love Song ile yapan Demirer özellikle, “ben de elime alsam üflerim işte” biçiminde dinleyenlere ve izleyenlerin boş hayallere kapılmasını sağlayan saksofoncu Alex Hanve ile zaman zaman yaptıkları sololar ruhumu temizledi.




Konserde kendisinin yabancı uyruklu bir gitarist olduğunu düşündüğüm ancak Marcus Miller ile karşılıklı veya tek başına solo yaptığı anlarda gitarının tınısında kulağa çok tanıdık sesler ve adeta “bizim memleketin” havalarını yakaladığım tonlar çıkaran gitaristin konser sonunda Bilal Karaman isimli bir şahsiyet olduğunu öğrendim. Konserden eve döndüğümde biraz internette gezinince "Bahane" adlı bir albümü olduğunu keşfettim ki tavsiye ediyorum.



Konserin herkes için ilgi çekici olduğunu düşündüğüm ve merakla beklenen ismi ise Hüsnü Şenlendirici idi. İkinci defa bir konserde dinlediğim Şenlendirici’nin klarnete hâkim oluşunu ve yorumunu beğenmediğimi söyleyemeyeceğim ki Marcus Miller da kendisini bu projeye dâhil etmezdi aksi bir durum olsa. Ancak sahnedeki bir iki tavrı ve Marcus Miller solosunu atarken ellerini Hülya Avşar vari bir biçimde hareket ettirmesi kendisinin müzisyenliğini savunmama rağmen benim de sonunda kendisini itici bulmama neden oldu! Ama bunu Gülda’ya itiraf etmedim.




Konserin en can alıcı noktası Marcus Miller’ın bas klarneti eline alıp When I Fall in Love ile giriş yapmasının ardından Şenlendirici’nin sahneye giriş yapıp şarkının sonunda İstanbul İstanbul Olalı adlı Sezen Aksu bestesine girmesi oldu. Şenlendirici’nin neredeyse Miller ile duygusal bir yakınlık içine girmesine yol açan bu düet’in ardından Blast ve Come Together ile sona eren konserin bitiminde “Marcus Miller ile ne yapsam da tanışsam?” sorusu kafamda kendisinin adının ilk duyduğum TUTU albümü aklımda mekânı terk ettim.

*** Yukarıdaki fotoğraflar Cazkolik.com adlı siteden alınmış olup,fotoğraflar Leyla Diana Gücük'e aittir.


09 Temmuz 2012 Antony & the Johnsons- Filarmonia İstanbul Konseri

Antony Hegarty bundan tam beş yıl önce İstanbul’a konsere geldiğinde Gülda ile gidememiştik ve gidenlerin ballandıra ballandıra anlatması ile bu konser Pişmanlık Listemizin baş sıralarında yer almıştı. Herkes müziğinin, dinleyici ile olan iletişiminin sıcaklığından, kendisinin duyarlı ve kırılgan kişiliğinden bahsetmişti.

[****]

Tüm bunların ardından Antony & the Johnsons ben de büyük bir merak uyandırmıştı. 2005 yılında Lou Reed, Rufus Wainwright ve Boy George’un kendisine eşlik ettiği I am a Bird Now adlı albümünü evirip çevirip dinlemiştim ancak daha sonra kendisine gereken ilgiyi gösteremedim.

09 Temmuz 2012 gecesinde Açık Hava’da gerçekleşen konserine de hem beş yıl önceki konserin herkes de bıraktığı izlenimi ve duyguyu yaşamak için hem de Cut the World” konserinde bugüne kadar yayımlanmış dört albümünden seçme şarkılarının Nico Muhly, Rob Moose ve Maxim Moston tarafından yapılan senfonik aranjmanlarını merak ettiğim içim gittim. Orkestranın beyaz kendisinin kat kat siyah bir kostüm içinde çıktığı konsere Selda Bağcan’dan “Vurulduk Ey Halkım” ile başlayan Antony Hegarty söylediği dört beş şarkıdan sonra dinleyici ile konuşmaya başladı ve erkek egemen toplumlarda yaşamanın içerdiği şiddeti ve gücün kötüye kullanımını düşündüren sözlerine başladı ve her erkeğin bir kadın tarafından dünyaya getirilip sarılıp sarmalandığından ve kadınlık içeren bir dünyanın en iyi dünya olduğundan ve umudumuzu yitirmemek gerektiğinden ve geleceğin dünyasının kadınlar tarafından şekillendireceğinden bahsederek bizlerin gönlünü fethetti.




Beş yıl önceye göre bizde işlerin nasıl gittiği sorusuna –hükümet, eşcinseller vb- ise karamsar cevaplar alan Antony hiçbir yerde işlerin iyiye gitmediğini söyledi. Kendilerinin Amerika'da Obama ve Romney arasında seçim yapmak zorunda olduğundan ama Obama'nın ikinci turundan umutlu olduğundan bahsetti.

Ben de açıkçası tam bu konuşmadan önce Marina Abromovic için bestelediği Cut the World ile havaya girmiş ve bu konuşmalar ile Antony ile düşünsel ve duygusal bağ kurmuşken – çeşitli nedenler arasında; arkamda sürekli konuşan çift, sıcak hava, sağdan soldan çıkan cep telefonları sayılabilir- arkalardan bir şahsiyet “Mussssiiic” diye bağırıverdi. Antony “Speaking is Music” dese de sözlerine devam edemedi ve şarkıları ile konuşmasını için için sürdürdü. Another World ile devam eden ve Hope There is Someone ile konseri sonlandıran Antony’nin Twilight adlı şarkısının düzenlemesini ve yorumunu da çok beğendim. Orkestrayı yere eğilerek alkışlayan Antony’i bir daha kimsenin “traşı kes, şarkını söyle” demeyeceği kişilerin geldiği ve kendisi ile mesafenin az olduğu bir konserde dinlemek istiyorum.

10 Temmuz 2012 Caro Emerald Konseri

Back It Up şarkısını radyolarda pek çokça duyduğumuz, sevimli, sesi çok güzel Caro Emerald’ı dinlemek için pek sevdiğimiz Santral İstanbul’a evvelki erkenden gittik. Ne de olsa geçen senelerden tecrübelenmiş olduğumuzdan Tamirane’de bir gün önceden yemek rezervasyonunu yaptırmış, kalabalık olmadan yemeğimizi bitirmiştik.

Caro Emerald kıpkırmızı bir elbise ile sahneyi ateşe boğduğunda oturmalı bölümde 15-20 dakika geçmiş olmasına rağmen elinde içkisi adeta bir kokteyl havasında yerlerine oturmaya çalışan, gerekirse insanları yerlerinden kaldıran şahane bir dinleyici kitlesi ile karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmedik. Ancak Emerald’ın güleryüzü, coşkusu bu olumsuzluğu yok etmeye yetti ama dinleyiciler konserin sonuna kadar –ben de dâhil- bir türlü havaya giremedik. Bir neden insanın kolunu kaldırıp iki ritim tutunca sırılsıklam eden sıcak olabilir, sadece bir veya iki şarkısını bilerek gelen bir kitlenin dinleyici olmasından olabilir. Bilemiyorum, benim için bu nedenlerin dışında bir iki neden daha vardı ki onlardan biri sürekli geçen seneki Jamie Cullum Konseri’ni düşünmem, bir diğeri de bunları konserde aynı ton ve tınıyı içeren bazı şarkıları arka arkaya dinlemek oldu.



Konser boyunca Caro Emerald da bu ruhsuzluğun farkında olduğundan zaman zaman dans etti ve dansa davet etti, çığlıklar attı, laf attı ve konserin sonunda hareketlenen bizlere “Bu son şarkı ve daha yeni başlıyormuşuz “ diye hayretini ifade etti. Ancak Allah’tan bu kadar naz aşık usandırmadı ve ardı ardına A Night Like This,The Other Woman ve biste çalınan Stuck herkesi coşturdu.



Caro Emerald’a eşlik eden orkestra ise takdire şayandı. Her ne kadar Amy Winehouse, Billie Holiday ile kıyaslansa da Emerald’ın tarzının biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Müziğinde retro bir traz olsa da gene de pop caza daha yakın bir ifade olduğu kanısındayım. Ancak güçlü bir sesi ve yorumu olduğu tartışmasız. Neşelenmek, hafifçe Glenn Miller’lı, swing dönemi orkestralarının tadını hatırlatan zamanlara dönüp evde kıpırdanmak istediğinizde Deleted Scenes From the Cutting Room Floor albümü bulunmalı derim.


Müzikle Kalın
Sevgiler
Billur


**** Bu fotoğraf Eray Yıldız'a aittir.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails