29 Ocak 2011 Cumartesi

ISAAC ASIMOV

Çocukluğunuzla ilgili hatırladığınız ilk anınızı düşünmenizi istiyorum. Herhangi birini aramıyorum, en başta olanı bulmak istiyorum. Dedikleri gibi dört yaşından önce yaşadıklarımızı anımsayamayacağımız doğru mu?

Ya çok ürperten bir başlangıç yaptıysanız hayata? Unutmak mümkün olur mu? Hafıza, yaşadığınıza aldırmadan bunu silebilir mi? Asimov silebilmiş midir?


Resim: Rowena Morrill

Isaac Asimov’un öz yaşam öyküsünün ilk bölümünü her duyduğumda gözlerimi dehşetle açarım. Bunun nasıl olabileceğini hayal etmeyi denerim. Size de anlatmalıyım.

1923 yılında anne ve baba Asimov, ellerinde bir bavulla Rusya’nın Petrovichi kasabasından ayrılıklarında Isaac Asimov sadece üç yaşındadır. New York’a yolculuk tam yirmi dört gün sürer. Çocuk, tüm bu yolculuğu bavulun içinde geçirir.

Asimov’un yirmi bir yaşında iken yayımlanan Nightfall adlı kısa bilim-kurgu öyküsü; birden fazla güneşi olduğu için gecesi olmayan bir gezegeni anlatır. Bin yılda bir görünen, bilinmezlik dolu karanlık insanlığı çılgına çevirir.

Ben oradaki karanlığın kurgusunu merak ederim.

İşte böyle zor bir başlangıcı vardır Asimov’un yaşamının. Sonu ise trajiktir, insanı isyana sürükler. Üstelik nasıl öldüğü on yıl boyunca hayranlarından gizlenir. Asimov, 1983 yılında bypass ameliyatı olur. Ameliyatta esnasında ona verilen kanda HIV virüsü vardır. Tedavi edilemediğinden 1992 yılında AIDS’den ölür.

Asimov günlerdir aklımda. Ben de şubat tatili istiyorum. İki hafta boyunca evden hiç çıkmamak –Asimov da gerekmedikçe dışarı adımını atmazmış - ve Vakıf Dizisini tekrar okumayı diliyorum.

Bu sefer şu sırayla:

1. Vakıf Kurulurken (Vakıf Kurulurken Vakıf Üçlemesi’nden sonra yazılmış bir roman olmasına rağmen Asimov önce bu kitabın okunmasını tavsiye eder.)

2. Vakıf

3. Vakıf ve İmparatorluk

4. İkinci Vakıf

5. Vakıf’ın Sınırı

6. Vakıf İleri

7. Vakıf Ve Dünya



Neden büyüklerin dünyasında toplu bir şubat tatili yok?

Gülda

28 Ocak 2011 Cuma

ÖZDEMİR ASAF

YAŞAMAK ÖLMEK-ETİKA-104

Ne kadar çok olursa o kadar ölmek kolay.
Ne kadar ölmek olursa o kadar saymak kolay.
Ne kadar saymak olursa o kadar bilmek kolay.
Ne kadar bilmek olursa o kadar anlamak kolay.
Ne kadar anlamak olursa o kadar unutmak kolay.
Ne kadar unutmak olursa, o kadar yaşamak kolay.

Bunun için o kadar zor
Kolay yaşamak.




Sahi, otuz yıl mı olmuş? Sanki yazdıkları dünkü kadar taze...

Gülda



Gülda

20 Ocak 2011 Perşembe

Franny ve Zooey - J.D. Salinger


Ağustos 2009’da Salinger’in “modern zamanların başyapıtı” olarak adlandırılan Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı romanını okuduğumda gelen yorumlarda, Franny ve Zooey’i de okuma listeme almam konusunda tavsiyeler vardı.

Bazen bir yerde okuduğum bir söz, bir yorum, dinlediğim bir şarkının bana sunduğu bir kitap okuma listesindeki kitapların önüne geçiveriyor. Ayrıca ben bazı kitapları okuyabilmek için doğru zamanın olması gerektiğine inanıyorum. Çok hareketli, zamanın bir adım önünde gittiğim bir dönemse ağır tempolu bir kitabı, beni dibe çekeceği endişesiyle, okumak istemiyorum. Ya da hayattan beklentilerimi belli sınırların üzerine çıkartamadığım dinginlik dönemlerinde, normal ruh halimde okuduğumda daha çok zevk alabileceğim komik, sürükleyici bir kitabı okumak istemiyorum.

İşte tüm bu süreçleri atlatıp da Franny ve Zooey’i okumam bir buçuk yılımı aldı.
Franny ve Zooey, Salinger’in birkaç kitabına konu olmuş Glass ailesinin 20’li yaşlarındaki en küçük iki çocuğu.

Kitap olarak 1961 yılında yayınlanmış. Franny ve Zooey adlı iki ayrı bölümde anlatılan romanın Franny bölümü Ocak 1955’te, Zooey bölümü ise Mayıs 1957’de New Yorker dergisinde yayınlanmış.

1955 yılında geçen kitabın ilk bölümünde Franny’nin, adı belirtilmeyen bir üniversitede okuyan sevgilisi Lane’i ziyareti anlatılmaktadır.

Franny ve Lane gidecekleri Yale maçı öncesinde Sickler’in Yeri adlı, şehir kolejindeki entelektüel öğrencilerin gittiği bir lokantada otururlar.

Lane, Franny’ye Flaubert ile ilgili hazırladığı ödevi göstermek ister. Ama Franny ödevle hiç ilgilenmez, sanki kendi zihninin derinliklerinde bir serüvene çıkmıştır ve Lane ona çok uzaktır. Sürekli hayatı üniversite okumanın önemli olup olmadığını sorgulamaktadır.

Franny akıllı ve güzel bir kızdır. Lane, o gün Franny’yi olduğundan daha dalgın görür ve belki de bunun sebebinin, ona henüz onu ne kadar sevdiğini söylememiş olmasından kaynaklandığını düşünür.

Ama gerçekte sebep bu değildir. Gerçekte sebep Franny’nin koltuğunun altında gezdirdiği bir kitaptır. Kitapta, bir Rus köylüsünün Mukaddes kitapta geçen “durmadan dua edin” diyen İsa’nın sözünden yola çıkarak kendisine bu sözün anlamını öğretebilecek bir hacının izine düşerek Rusya’yı dolaşması anlatılmaktadır.
En sonunda aradığı Hacıyı bularak “durmadan dua etmenin” anlamını kavrayan köylünün kendisi de bir Hacı olarak gezilerine devam eder. Durmadan dua etmenin Zen felsefesi ile benzerliği vurgulanmaktadır. Yani dua etmeyi içselleştirerek doğal bir eylem haline getirmek ve bu yolla tümden aydınlanmayı ifade eder.

Franny, çevresindeki herkesin bencil, egoist tavırlarından sıkıldığı ve o insanlar gibi olmak istemediğinden Tiyatro Bölümü’nden ayrıldığını anlatır. Çünkü herkes
alkış peşindedir ve alkışı elde etmek için kimse kimsenin göz yaşına bakmaz.

Franny düşüncelerinin yoğunluğunun baskısına dayanamaz ve bayılır. Lane sevgilisinin başından ayrılmaz. Franny ayıldıktan sonra Lane bir taksiye atlar ve maça gider.

Kitabın ikinci bölümünde Zooey banyoda küvetin içinde uzanmış, ağabeyi Buddy’nin yazdığı ve okunmaktan dolayı sararmış, yıpranmış mektubu bir kere daha okumaktadır.
Banyo keyfi, annesi Bessie’nin banyoya girmesi ile bölünür.

Bessie kızı Franny’nin durumundan hiç hoşnut değildir ve bu konuda Zooey’nin yardımını ister.

Franny’nin elinde gezdirdiği kitabı okul kütüphanesinden aldığını sanmaktadır, Zooey ise o kitabın ve ondan önceki cildini intihar eden ağabeyi Seymour’ın odasındaki masanın üzerinde yıllarca gördüğünü söyler.

Bessie güçlü bir kadındır, ama Franny’yi bu bunalımdan kurtarmak için Zooey’nin tiyatrocu kimliğine, Franny ile arasındaki ilişkinin derinliğine dayanarak ikna gücüne ihtiyaç duyduğunu belirtir.

Zooey oldukça yakışıklı, bugünün deyimiyle metroseksüel bir delikanlıdır. Televizyonda aktörlük yapmaktadır.

Franny’yi kurtarmak için annesiyle işbirliği yapmayı kabul eder. Banyodan çıkar ve salonda kedisi Bloomberg ile oynayan Franny’nin yanına gider. Uzun bir süre kitaptan konuşurlar.

Kitabın sonunda Zooey, Franny’yi ağabeyi Buddy’nin taklidini yaparak arar. Franny telefon görüşmeleri sırasında telefonun diğer ucunda Zooey olduğunu anlar. Zooey’nin söyledikleri ile aradığı aydınlanmaya kavuştuğunu düşünerek uykuya dalar.

Yukarda da belirttiğim gibi Glass ailesi, Salinger’in bazı kitaplarına konu olmuş; Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar ve Seymour: Bir Giriş, Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün, Seymour: Bir Giriş.

Glass ailesi, Les ve Bessie Glass ile 7 çocuklarından oluşmaktadır. Les Yahudi, Bessie ise İrlandalı’dır ve her ikisi de uluslar arası üne sahip müzikal oyuncularıdır. Çocukların en büyüğü Seymour karısıyla Florida’da tatil yaparken intihar etmişti. Yaşasaydı, 1955’te 37 yaşında olacaktı. İkinci çocuk Buddy, New York Eyaleti’nin kuzeyinde bir kız kolejinde misafir yazar olarak görev almaktaydı. Gözde bir kayak merkezine 500 metre kadar uzaklıkta gayet iptidai şartlara sahip bir evde tek başına yaşıyordu. Üçüncü çocuk olan Boo Boo, evli ve iki çocuk annesi idi. Olayın geçtiği Kasım 19552te eşi ve çocukları ile Avrupa’da seyahatteydi. Boo Boo’dan sonra yaşça Walt ve Walker adlı ikizler geliyordu. İşgal ordusu ile Japonya’ya giden Walt, on yıl önce bir patlama sonucu ölmüştü. Walker ise Katolik papazı olmuştu ve 1955 Kasımında Ecuador’da bir Cizvit konferansında bulunuyordu.

Glass ailesi egolarını aşmış, masa başı felsefik sohbetleri ile farklı bir aile yapısına sahip, birbirleriyle ilişkilerinde oldukça rahat davranışlar sergiliyorlardı. Zooey ve Bessie Glass’ın kitaptaki diyaloglarında da bu rahatlığı net bir şekilde hissedebiliyorsunuz. Zooey annesiyle tamamen bir arkadaşına hitap eder gibi konuşuyor. Bu sebeple de Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar romanında kullandığı argo dil nedeniyle bir dönem yasaklı kitaplar arasına girmesi gibi tepki topluyor.

Glass ailesinin çocukları televizyondaki Akıllı Bir Çocuk programına katılmışlardı ve kardeşlerin en büyüğü Seymour hep örnek gösterilen bir çocuk olmuştu. Seymour’dan sonra ise Zooey almanakvari bilgisiyle sivriliyordu.



Salinger’in insan betimlemeleri çok doğal. Kısa ama net anlatımlar kullanarak, gözünüzün önünde canlandırmanızı, hatta karakterleri, kitabı okurken bulunduğunuz yerde ağırlamanızı kaçınılmaz kılıyor.

Bakın Bessie Glass’ı nasıl tasvir etmiş;

“Her zamanki ev kılığındaydı – ve bir yazar olan, dolayısıyla da, Kafka çapında bir yazarın bize söylediği gibi, hoş bir adam olmayan oğlu Buddy’nin vefat ön ilanı diye adlandırdığı kılıktaydı. Bu kıyafet, geceyarısı mavisi eski-püskü bir Japon kimonosundan oluşmaktaydı esas olarak. Bayan Glass hemen hemen şaşmaz bir biçimde, apartmanın içinde gün boyu bunu giyerdi. Bir muammayı andıran biçimde katları olan kimono, koyu bir sigara tiryakisi ile amatör bir tamircinin alet-edevatı için depo işlevini de görüyordu: kalça kısmına eklenmiş iki devasa cepte genellikle iki-üç paket sigara, birkaç mukavva otel kibriti, bir tornavida, arka ucu çatallı bir çekiç, bir zamanlar oğullarından birine ait olan bir Yavrukurt çakısı ve emaye birkaç musluk başının yanı sıra yığınla vida, çivi, menteşe ve bilyalı karyola tekerleklerinden oluşan bir takım bulunurdu – ki, bütün bunlar, Bayan Glass’ın, geniş apartman dairesinin içinde dolaşıp dururken hafifçe tangırdamasına yol açardı.”

Kişisel fikrim, bu romanın bir tiyatro oyununa uygulanmasının çok uygun olduğudur. Ben kitabı okurken, kendimi bir tiyatro oyunu izler gibi hissettim. Kitapta sadece 4 kişi var. Diğer kişilerin adları geçiyor ama bilfiil yer almıyorlar. Karakterlerin anlatımı, diyaloglar tiyatro için biçilmiş kaftan.

Şimdi Glass ailesinin diğer hikâyelerini de merak ettim desem, ama elimde de bir sürü okuyacak kitabımın olduğunu söylesem?

Ben nereye gidersem, güneş de oraya gelir dostum. Syf.96

Peyman

15 Ocak 2011 Cumartesi

Agota Kristof - "Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan"

Yoksa Siz Hâlâ Agota Kristof Okumadınız mı?





Yıl 1989, aylak aylak dolaşabildiğim günler. Dergiyi alıp Moda Sineması’nın kafesinde okumaya başlıyorum. İlk okuduğum yazı “Büyük Defter” hakkında.“Yoksa Siz Hâlâ Agota Kristof Okumadınız mı?” şeklinde bir eleştiri kalıyor aklımda. Mahcup oluyorum, canımı acıtıyor. “Okumadım! Tanımıyorum! Bu yüzden bu dergiyi alıp yeni yazarlarla tanışmaya çalışıyorum!” diye hırçınlaşıyorum. Aşağı inip Cumhuriyet Kitap Kulübü’nden Büyük Defter’i satın alıyorum.

Günlerce arkadaşlarımla birbirimize parmak göstererek bu cümleyi tekrar ediyoruz: “Hâlâ okumadınız mı?” Hemen okuyorum, daktiloda roman hakkında iki sayfalık bir yazı hazırlıyorum. Kitabın, altı çizilmemiş tek satırı kalmamış. Yazıyı “Okudum!” diye bitiriyorum. Ödevimi teslim ediyorum. Kitabı “kaybetmeyeceklerim” arasına yerleştiriyorum.

Yıl 2011, aylaklık ederek mutluluk dolduğum saatler... Okuma zevkine, yazdığı öykülere, kalbine hayranlık duyduğum biri, küçük bir deftere notlar almış. Bana dönüyor: “Sana, Agota Kristof’ u önermek isterim,” diyor. “Büyük Defter”, “Kanıt”, "Üçüncü Yalan" Yapı Kredi Yayınları tarafından üçü bir arada tekrar yayımlamış, yeni haberim oluyor. “Bilmiyordum! Utanıyorum! İçimi heyecan kaplıyor.” Sabah ilk iş kitabı alıyorum.

On gündür bu üçleme ile doluyum. Aklımdan çıkmıyor, zihnim, kalbim allak bullak. Billur “Sana neden bu kitabı önerdi, biliyorsun değil mi?” diye sorunca, gülüyorum.
Öneri sahibinin zekâsına, öngörüsüne de hayranlık duyuyorum. O küçük defterde yazılı diğer notlara bir saatliğine dokunabilmek istiyorum.



Billur’a bu üçleme “Beni darmadağın, lime lime etti,” diyorum. “Anlıyorum!” diyor, bana parmak göstererek; “Özünü bul, özünü sakla.” diyor. Deniyorum.

Yıllar önce Büyük Defter’i okuduğumda kendi serüvenimin çok başındaydım. Yepyeni bir şehirde tekilliği öğrenmeye çalışıyordum. Büyük Defter’den çok etkilenmiştim. Küçük ikizlerin hayatta kalma talimlerini takip etmek çok güçtü. Romanın finali öylesine vurucu idi ki, 90lı yıllarda devam kitapları olan Kanıt ve Üçüncü Yalan’a elimi dâhi sürmek istememiştim. O küçük ikizler orada kalmalıydı.

Demek vakti şimdi imiş! Bitirene kadar bilmiyordum.

Büyük Defter:


Roman isimleri hiç söylenmeyen küçük ikizlerin Büyük Şehir’den taşraya götürülmesi ile başlıyor. Anne çocuklarını, anneanneye emanet etmek zorunda. Büyük şehir korunmasız, bombalar patlıyor, savaş tüm hızı ile sürüyor. Babaları altı aydır cephede.

Anneanne küçük şehrin bitiminde, sınıra çok yakın bir evde oturuyor. İnsanlıktan uzaklaşılmış zamanlar.

İkizler kendilerini bedensel ve zihinsel olarak eğitmeye başlıyor. Ellerinde sadece Kutsal Kitap ve babalarından kalan sözlük var.

Komposizyonlar yazıp birbirlerine okuyorlar. Yazdıkları “iyi değil” ise yakıp, “iyi” ise Büyük Defter’e temize çekiyorlar.

“İyi” ve “iyi değil” için çok basit kuralımız var: Kompozisyon “gerçek” olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.

Örneğin “Anneanne bir Cadı’ya benziyor yazmak yasak ama “insanlar Anneanne’ye Cadı diyor” yazmak serbest.


Aynı ölçüde “Posta iyi” diye yazamayız, bu gerçek değil; çünkü Posta bizim bilmediğimiz kötülükleri yapabilecek biri belki. Bu yüzden yalnızca “Posta bize battaniye veriyor” yazıyoruz.

“Çok ceviz yiyoruz” yazabiliriz; ama “ceviz severiz” yazamayız, çünkü “sevmek” kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. “Ceviz sevmek” ile “Anneannemizi sevmek” aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş tadı belirtir, ikincisi duyguyu.
(sy.31)

Romanın dili çok sade. Metni çok sert, keskin. Acımak, sevmek, özlemek, korkmak, nefret gibi "soyut" sözcükler yazıda hiç yer almıyor. Sadece "somut" olaylar anlatılıyor. Çok basit bir dille tüm duyular harekete geçiyor.

Romanda, yer adları ya da bir tarih belirtilmiyor. İkizler, iyilik ya da kötülüğü kişiselleştirmiyor. Etik bir terazisi yok. Dolayısı ile olayların zemini çok hareketli.

İkizler, iyi olmak istemiyorlar. Kendilerince oluşturdukları bir Kutsal Kitap’ın emirlerine uyuyorlar. Körlük, sağırlık, açlık, işkence alıştırmaları yapıp, yeri geldiğinde başkalarına yardım ediyorlar. Savaşmaktan kaçan bir askere battaniye ve yiyecek bulup, tek istediği sevilmek olan Tavşandudak denen bir kıza –ki kız çok çirkin, ayrıca hırsız, ayrıca onlardan nefret ettiğini haykırıyor- yardım etmek için Papaz Efendi’ye şantaj yapabiliyorlar. Tehlikeli tipler… Kitapevi’nin sahibi onlardan nefret ediyor.

Papaz’ın hizmetçisi genç kız, onlarla ilgileniyor. Bir anne gibi davranıp onları yıkıyıp temizliyor, reçelli ekmek veriyor. Ancak aynı kız; savaş esirlerine ekmeğini verir gibi yapıp, alay edince Büyük Defter’in cezalarından biri ile karşı karşıya geliyor.

Yabancı subay, gramofon, kemik çukurundan gelen dayanılmaz koku savaşın İkinci Dünya Savaşı olduğunu anlatıyor.

“Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” (sy.25)


Kanıt:

Yirmi bir yıl sonra öğrendim. Kalan Lucas ve giden Claus imiş. Lucas Büyük Defter’in sayfalarına yazmak zorunda. Defteri Claus geri döndüğünde ona verecek. Kitapevinden bir tomar kareli kâğıt, kurşun kalem ve kalın bir defter almaya devam ediyor. Kitapevinin sahibi Victor onu Peter ile tanıştırıyor. Savaş bitmiş. Devrim kazanılmış ama her şey yasak.

Devlet işleri kiliseden ayrıldığı için Papaz insanların verdikleri ile yaşamak zorunda, yaşlı. Lucas ona yardım ediyor. Lucas’ın hayatına Yasmine ve yeni doğmuş, sakat Mathias girdiğinde felaketler ve acılar dinmiyor. Mathias, kambur, güçlükle yürüyebiliyor, diğerlerinden çok farklı ama Lucas’ın her şeyi. Claus’suz yaşayabilmesinin tek sebebi.

Lucas Mathias’a daha iyi kitaplar bulabilmeyi denediğinde savaş suçlusu olarak idam edilen ve savaş sonrası itibarı iade edilen Thomas’ın eşi Clara ile tanışıyor. Lucas, Clara’yı annesine benzetiyor.

Lucas, Anneanne’nin evini satıp kitapevinin bulunduğu binayı satın alıyor. Lucas ve Mathias burada Mahtias’ın annesi Yasmine ve Claus’u bekliyor. Lucas beyaz etiketinde “Mathias’ın Defteri” yazılı mavi defteri karıştırdığında boş sayfalarla karşılaşıyor. Defterin bazı sayfaları yırtılmış.



Uykusuzluk çeken adam Lucas’a “Acılar diniyor, anılar köreliyor.” diyor. Ekliyor:

“Diniyor, köreliyor dedim ama kayboluyor” demedim. (sy.214)


Üçüncü Yalan:

Önce geri dönüp dönüp Kanıt’ın bazı sayfalarını tekrar okuyorum. Kitabı elimden bırakamıyorum. Yeni bir yalana hazırım. Değilim!

“Ben yazdıklarınızın gerçek şeyler mi yoksa hayali şeyler mi olduğunu merak ediyorum.

Ona gerçek hikâyeler yazmak istediğimi söylüyorum, ama bir an geliyor, hikâye gerçekliği yüzünden katlanılmaz oluyor, bunun üzerine hikâyeyi değiştirmek zorunda kalıyorum. Kendi hikâyemi anlatmak istediğimi söylüyorum ona, ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikâyem çok canımı acıtıyor. Bunun üzerine her şeyi güzelleştiriyorum, olayları oldukları gibi değil, olmasını istediğim gibi anlatıyorum.


Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz.”
(sy.267)

Diğerinin adı Claus değil Klaus imiş! Klaus Lucas müstear (takma) adı ile şiirler yazıyormuş. Bahsedilen Büyük Şehir, Budapeşte imiş. Çünkü Sarah “Gül Tepesi” semtinde oturuyormuş. Bunun mukabilinde her şey birbirine giriyor...

Üçlemenin özünü saklıyorum. Olmasını istediğim gibi yapmadığı için Agota Kristof’a, öneriyi yapan kişiye kızgınım. Kayboldum. Çok acı(t)masız yazar(lar) tarafından ele geçirilmiş durumdayım.

Önce sakinleyip, hemen ardından sürek avına katılıp tekrar üçlemeyi okuyacağım. Bu sefer, "ne olduğunu merak etmekten" öte, Agota Kristof’un nasıl bu kadar iyi kurgulayabildiğini, “gerçek-gerçek”, “yalan-gerçek”, “kurmaca-gerçek/yalan” söylemi ile bu kadar iyi başa çıkmasını, “iyi roman” ile "kötü roman” arasındaki farkın izini süreceğim. Bir dahaki sefer canım çok yanmayacak. Yanmamalı! Yazarın da dediği gibi;


“Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” (sy.25)

Biliyorum dinecek ama kaybolmayacak!



Gülda


6 Ocak 2011 Perşembe

BİR AN BİN PARÇA-ENVER AYSEVER

Gülda! Enver Aysever “Biriymiş”… Peki Ama Kimmiş?
Ben cehaletimi itiraf ediyorum ki Enver Aysever’i ilk defa 2010 Orhan Kemal Roman Ödülü’nde yaptığı konuşma sayesinde tanımıştım ve oradaki konuşmasını da çok beğenmiştim. Kendisini orada gördükten kısa bir süre sonra işe giderken ofisimin neredeyse karşısında olan Remzi Kitapevi’nin önünden geçerken vitrinde “2007 Yunus Nadi Roman Ödülü- Bir An Bin Parça adlı bir kitap görünce içeri girip almış ve kapı önünde duran Remzi Kitap Gazete’sinde de yayın yönetmeni olarak resmini görünce ofise koşturarak gitmiş ve Gülda’yı aramıştım: “Gülda Enver Aysever var ya? Biri…”



Kısa bir araştırmadan sonra Mimar Sinan Sosyoloji mezunu olan Aysever’in uzun yıllar gerek yönetmenlik, gerek oyun yazarlığı yapmak suretiyle tiyatro sanatına emek verdiğini, çeşitli gazetelerde yazılar yazdığını ve SkyTürk adlı televizyonda program yaptığını ve Birgün ‘de yazdığı "Cihangir’in Liberal Çocukları" başlıklı yazı nedeni ile çalkantılara sebebiyet verdiğini öğrendim. Şimdi de CHP Parti Meclisi Üyesi ve CHP’nin Yeni Yüzlerinden Biri…



Gülda! Aslında Başka Bir Roman Okuyacakmışız…

Evet. Kitabın ilk cümlesi “ Aslında bir başka roman yazacaktım ben” diye başlıyordu elime aldığımda ve “ Peki ne oldu da birazdan okumaya başlayacaklarım yazıldı” merak duygusu beni sarmalayınca ilk 130 sayfayı soluk almadan okudum.



Tiyatroya Sığınan Yalnızlaşmış Ali

Aslında başka bir roman yazmak üzere eline kalemi alan, bu her ne kadar okuru ilgilendirmese de bunu itiraf eden bir tiyatro adamı Ali ile karşılaşıyoruz romanın başında. Tiyatronun neredeyse tek gerçekliği olan veya olmasını delice arzulayan Ali’yi bu serüvende büyük bir başarısızlığı tatmış olmanın verdiği bir bunalımın eşiğinde buluyoruz. Tiyatro Ali için dediğim gibi tek gerçeklik…

Yaşadığımız dünyadaki, insanlar arasındaki kopukluk ve iletişimsizliğin, uzlaşılmazlığın tek gerçeklik olmasına dayanmayan Ali için tek gerçek dünya Tiyatro . Kendine ve olaylara dışarıdan bakabilmeyi sağlayan tiyatronun verdiği heyecanı ve verdiği doyumu Rus Ruleti ve sevişme ile eşdeğer tuttuğunu itiraf eden biri Ali.

Tiyatronun bir kendisi için bir tercih değil de bir zorunluluk olduğunu söyleyen Ali çaresiz olduğu ve kendisini sorguladığı zamanlarda belki de tiyatronun başka hiçbir şey yapamayanların zorunlu tercihi olduğunu da dile getiriyor.

Ölü bir ağabeyin ağırlığının çöktüğü, annesinin babanın da ölümünden sonra kendisini bıraktığı ve acıları içinde gelgitlerle dolu dünyasına gömülüşüne dayanmayan Ali, annesinin evlat acısının getirdiği kara delikten ötesi olmayan dünyasını olabildiğince aydınlatmak için çırpınma kararı almıştı ve bunun beraberinde getirdiği tutsaklığını aşmak için belki de bir özgürlük yolu olmuş tiyatro, Ali için. Ama bir şekilde hüsranla sonuçlanmıştır son oyunu.

Kırgındır ama tiyatrosuz olmaz, o hayatta oynanan oyunları değil, tiyatro sahnesindeki oyun ve hayatları istemektedir. Tiyatro Ali’nin dünyasıdır ya... Herkesten aynı rüyayı görmelerini istemiştir.Ama işte bu noktada yanılmıştır Ali….”BİR DÜŞÜ YALNIZ BİR KİŞİ(nin) GÖRÜR(düğünü) VE BU DÜŞ(ün) ANLATIL(a)MAZ” olduğunu geç anlamıştır.

Bu noktada romanın diğer iki kahramanı daha devreye girdi: Ali gibi tiyatro heveslisi Seda ve Arif. Yeni bir oyun için Ali’yi zorlayan bu iki genç üniversiteliye bir süre sonra karşı koyamaz Ali. İçin için yeni oyununa da inanıyordur hani. Yazgısının değişeceğine dair bir umut vardır içinde. Zaten tiyatroya başladığından beri de zor olmayan bir günle karşılaşmamıştır.

İki Kalas Bir Heves Olmayacak Kadar zor iştir tiyatro ama zaman zaman iki kalas ve kursakta kalan bir heves de olabilmektedir. Bu yeni umutla çevresindeki yeni ve belki de aynı düşü gören Seda ve Arif de olduğu halde köşesine çekilmiş saygın tiyatro sevdalısı olan Ahmet Cevdet Bey, Kamil Şükrü, Peri, Perihan Hanım da kış uykularından sıyrılarak Ali’nin yanında yer almaya başlarlar…



Bir Peri Kız…

Ali, kısaca Arif ve Seda ve diğerleri ile tanıştıktan sonra bir diğer kahraman çıktı karşıma ve kendi hikâyesini başladı kendi ağzından anlatmaya. Bu anlaşılan romandaki asıl kızdı: Selma nam-ı diğer Ali’nin Peri’si. İzmir’li bir kızdır Selma. Babası avukattır ve paranın sağlayabileceği en iyi eğitimi almıştır, hep korunaklı bir hayatı olmuştur, hep istemeden, arzulamadan, savaşmadan bir şeylere sahip olmuştur.

İstemeyi bilmemektedir. Herşey önünde hazır edilmiştir. Neredeyse hayat bile… AMA Selma bu gidişe bir darbe vurmayı istemektedir (gerçekten mi?.) İstanbul’a gitmek ve hukuk okumak olanağını elde etmiştir ki bu İzmir’de korunaklı ama sahte çevresinden, aslında kopuk hayatlar ve anlar yaşayan ailelerin bu kopukluğu yok etme çabalarından biri olan Pazar sabahı kahvaltılarından uzaklaşma imkânı verecektir kendisine. Gelgitler içindedir ve Ali onu hiçbir şeye şaşırmayan biri olarak nitelemektedir.

Bu doğru mudur gerçekten? Roman boyunca düşündüğüm, Selma’nın aslında ilk başlarda her şeyden deli gibi korktuğu ve şaşırdığı oldu. Güvensizliğini, içinde çıktığı sahte dünya ile gerçekler arasındaki dengeyi kuramamasının yarattığı şaşkınlık ve dengesizlik, düşününce çok daha anlaşılır geldi. Belki de her şey hazırdı onun için ve bu onu umursamaz ve nasıl gelirse öyle yaşarım noktasına getirmişti. Yoksa bunca boş vermişliğin ve hayatı savurgan yaşamasının ne gibi bir anlamı olabilirdi?

Seda sayesinde Ali’nin yöneteceği yeni oyuna bir şekilde ucundan bulaşan Selma bana göre Ali ile karşılaştığında başka bir korkuya kapılır. Kendi rüzgâra savrulmuş yaprak gibi orada oraya savrulurken Ali kendisini ifade etmenin yolunu bulmuş, bir amaç uğruna yenilmeye doymayan pehlivan gibi yeniden ve yeniden ayağa kalkıp umutlanabilen biridir. Bu etki ile Selma ile Ali yakınlaşsa da aşklarını ne Selma’nın bu şaşkınlık dolu hayranlığı ne de Ali’nin umutları kurtarabilir. Zira ikisi de kendi hayatlarının açmazları içine sıkışıp kalırlar.

Ali Selma’nın burjuvalığının verdiği etki ile herkesi kendinden uzakta tutan, mesafeli duruşu karşısında, Ali Selma’ya yakınlaştığını sansa da aslında uzaklaştığını anlamaz, o bir peri kızı ile birlikte olduğunu düşünmektedir.

Tiyatro konusunda bu kadar tutkulu hatta bu anlarda sahici olan bir adamın kendisi ile olan ilişkisinde sahiciliğini kaybetmesi ve ona ulaşamaması Selma da Ali’ye karşı bir anlık tutku duymasına neden olsa da Ali’nin dünyasına giremez, Ali sunulanla yetinen, ölçülü bir adam olarak karşısına çıkar ilk tensel yakınlaşmalarında ama Ali’de sahip olduğu tutkuyu göremeyen Selma, zaten kendisinde olmayan arzuyu kaybediverir bir anda. Bu da parçalanmayı beraberinde getirir.

Eski Tüfek Solcunun Kızı ve Köy Enstitülerine Yaraşan Arif

Seda, Selma’nın hayatına kayıt esnasında ona yardım teklif ederek girer. Tanpınar’ın Huzur’undaki İstanbul’u bulacağını düşünen Selma İstanbul gibi tuhaf bilmeceleri olmayan kent Ankara’dan ideallerini, adaletin dağıtıcısı olarak geçmişte yapılan tüm adaletsizlikleri sileceğine inanarak gelen bir kızdır.

Seda hiçbir hedefi olmayan, metanın tutsağı olmayan, adalet adlı düşün peşine düşen emekçi Kara Şefik’in kızıdır ve bununla da gurur duymaktadır. Düşünceleri ve adaleti gerçekleştirmeye yönelik mücadeleci yanı ile babasına tutkun olan Selma, sonradan idealist, ulusçu, aydınlanmaya açık Arif ile karşılaşır ve hem Seda hem de Arif’in varlığı belki de Üç İstanbul’u hatırlatan türlü entrikalarla dolu olması rağmen onun İstanbul’a bir başka gözle bakmasına neden olur.

Ama bunlardan önce üniversite ilan panosunda gördüğü bir iş ilanı onu Türkiye’nin onulmaz bir yarası olan 6-7 Eylül olayları, azınlıkların durumu ve önyargılarla dolu bir geçmişe götürür. Bu ilanda Rum bir hanımın mazi ile ilişkisini biçimlendiren eşyalarını derleme toplama işi Seda’nın başka hayatlardaki minör yalnızlıkların majör mutsuzluklar doğurduğunu anlamasına da araç olacaktır.

VE DİĞERLERİ

Ahmet Cevdet Bey romanda karşıma anlı şanlı bir sanat yaşamı olmuş ama şimdi köşesine çekilmiş bir tiyatrocu olarak karşıma çıktı. Özellikle tek yoldaşı eşinin onu yapayalnız bırakıp gitmesinden sonra onun yokluğundan varettiği eski günlere sığınmış ama her zaman tiyatro yapmaya hazır bir oyuncu olarak, olgun, güngörmüş, saygın ve oturaklı.

Ama ben en çok İkinci Rollerin Adamı Kamil Şükrü’yü sevdim. O da Erken Kaybedenler’den idi, belki de ondan. Kendi deyimiyle ikinci rollerin adamıdır. Çünkü zoru sever belki de ondan. Çünkü abartısız olmak, gerçek olmak, hem sahnede olmak, hem de kaybolmak, birini yıldız yapmak, onu taşımak ve buna rağmen izleyicide iz bırakmak… Sanırım Kamil Şükrü’yü Şükran Güngör’ü sevdiği için de sevmiş olabilirim, bilmiyorum ama bence en sahici karakterlerden biriydi romanda. İkinci rolde ama gene de iz bırakan cinsten.

Dilini de Yüreği gibi Mühürlemiş Perihan Hanım ise romanda hikâyesini kendi ağzından anlatmayan ancak Kamil Şükrü ile yaşamış olduğu derin aşkın son bulması ile sessizliğe mahkûm etmiş birinden öte olarak uçuk ama buruk bir tat bıraktı bende.

Plazaların Güvenliğine Sığınmış, Herşeyi ve Herkesi Kadınlığı İle Ezen Avukat Arzu. İşte bu karakterin karşıma çıkması bende romanda zaman zaman hissettiğim ama görmezden geldiğim rahatsızlığın cevabı oldu. Romanın ilk 130 sayfasına gelene kadar ki bu sayfa Kamil Şükrü ile tanıştığım yerdi, romandaki her karakterin ağzından yapılan genellemeler beni ara sıra dürtse de bunu o karakterin özelliğine bağlıyordum, alttan altta verilen mesajlar insanın yüzüne çok çarpmıyordu ama bu Avukat Arzu karakteri ile romanda vurgulananlar adeta bir çeşit herkes için geçerli olan tespit niteliğini alınca romanın rengi değişti.

Gülda! Bir de Sen Okur musun Lütfen…

Diye bir telefon görüşmesi yapıp Gülda'nın saatlerce başını şişirdim ve kitabı okumasını istedim. Çünkü mensubu olduğu meslek grubu ile ilgili en ufak bir tespitten ve/veya eleştiriden rahatsız olup Türkiye Barolar Birliği’ni ayağa kaldıran bir avukat olmak ve komik durumlara düşmek istemiyordum açıkçası.

Ancak benim rahatsızlık duyduğum şey romandaki karakter ile belirli bir düzeni ve sistemi eleştirirken belirli bir çerçevenin ve çemberin içine sokuşturulmaya çalışılan ve “bu böyledir” gibi dayatılan tespitlerdi. Özellikle daha sonra 12.10.2006 tarihinde Ayça Tezer’e röportaj veren Aysever’in aşağıdaki ifadelerini okuyunca açıkçası biraz daha sinirlendiğimi ifade etmeliyim.

Plazalarda tatmin sorunu yaşayan, ruhsal açmazları olan, sağlıklı ilişki kuramamış, iktidar çatışmaları içinde olan yüzlerce Arzu var. Plazalar kapıdan içeriye girdiğin zaman kendin gibi olmamayı gerektirir. Çünkü sanki başka bir ülkenin içine girmiş gibi olursun. Olağanüstü korumalar yaşar kişi. Hatta insanın doğasına aykırı bir kontrol mekanizmasını yaşar. Eğer orada çalışıyorsanız, oranın dilini, kültürünü, ilişki biçimini benimsemek zorundasınız. Plazalarda çok garip bir ruhsal şiddet olduğunu düşünüyorum. … Bugün, Türkiye dünyanın en garip ülkelerinden biri. Kapitalist rejim karşıtı bir İslami iktidar söz konusu, bir yandan da plazalar, şehvet âlemleri, çıkar ilişkileri... Bütün bunları bir araya koyduğunuzda bir travma oluşuyor. İşte benim derdim bu travmayı anlatmaktı. Arzu bir iktidarı elde etmiş, bir plazada üst düzey yönetici olmuş bir kadın. Benim için önemli bir özelliği de hukukçu olması. Bunu bilerek yaptım. Çünkü Türkiye'deki birinci sorun hukuk sorunudur. İkinci sorun iktidar ve ekonomi sorunudur. Erkek egemen toplumda bir kadın olarak bunları elde etmiş olmak bir başka durumu doğurur. Böyle bir kadınla diğer insanların yolu bir kurgu içerisinde kesişirse hepsinin yaşamını öyle ya da böyle etkiler diye düşünüyorum. Arzu da aslında bu iktidar savaşında elde ettikleriyle hesaplaşıyor.

Arzu karakteri ile ilgili bu kadar hışım için olmamın tek nedeni karakterin icra ettiği meslek ve bu mesleğin yürütülüş biçimi aracılığı ile ülkemizin en önemli sorunun hukuk olması arasındaki bağlantıyı iyi kuramamış olmasındandı.

Ayrıca erkek egemen bir toplumda güç sahibi olmuş kadınlar ile karşı karşıya kalacak olan kişilerin ama özellikle erkeklerin “sorun” yaşamasının işin doğası hatta kaçınılmaz olduğunu dile getirmesi ise bence –belki biraz ileri gidip abartıyorum ama- Cihangir’in Liberal Çocukları” başlıklı yazısındaki genellemeler ve etiketler yapıştırması kadar kötü duruyor romanın içinde.

Aysever’e kitabın 207. Sayfasında zikrettiği şu cümlesine de katılmadığımı ifade etmeliyim : “Babasının ofisinde çalışan koca adamların, el pençe divan bir şekilde “hazır ol” da karşılamalarını, babasının sinirlenme hakkı olup da, bu adamların seslerini bile çıkarmaya hakları olmayışını….anlayamıyordu bir türlü…….Üstelik bu adamlar veya kadınlar yüksek adalet değerleri taşımakla yükümlüydüler…”

Her hukuk eğitimi alanın “hukukçu” olması ve kendiliğinden adalet dağıtmakla görevliymişçesine tanımlanmaması gerektiğini, meslek kuralları ve o an geçerli olan ahlak kavramları çerçevesinde mesleği icra etmenin ötesinde kural olarak bir yükümlülük altında olmadığını, sürekli mazlumu savunma durumunda bulunmadığını –ki kime ve neye göre mazlum - noktasından başlayan bir tartışma yapmanın burası yeri değil ancak belirli simgeler üzerinden –evet haklılık payı var ama çok klişe- nefret kusarak bu kalıpların içinde hukuk yaratılamayacağını ve uygulanamayacağını söylemek, bir mesleği icra eden kişi ile ülkede yaşanan hukuk sorunları arasındaki en önemli yoksunluğun sanki sadece kişisel ahlaki değerlerden yoksun olunması noktasına dayatarak dikkat çekmeye çalışılmasında kocaman ve altı çizili genellemeler yapılması yolunun seçilmesi –fikir ve tartışma noktasında haklılık olsa bile- bir edebi metinde yavan ve çiy duruyor, diye düşünüyorum.

Aysever’in tespit yaptığı hususların dile getirmek istediği konulardaki katkısının olmadığını savunmamakla birlikte bunların roman içine yedirilememiş olmasını biraz bu konudaki kaleminin zayıflığından biraz da romanın temelinde yatan en önemli sorun olan Türkiye’deki her temel sorundan, her ahlaki çöküntüden, tarihimizi ve toplumumuzu şekillendiren veya özünü ortaya koyan her olaydan bir tutam bahsetme çabasından kaynaklanıyor, bana göre.

Örneğin; Selma’nın bulduğu kısa süreli iş nedeniyle yüzyüze geldiği 6-7 Eylül olayları, Ali’nin bir oyunun sahnelenmesi için Tunceliye gittiğinde karşılaştığı yalın ve çıplak gerçekleri okurken “bu konunun ne alakası var” yorumu yapmanıza neden olduğu gibi, 6-7 Eylül olaylarından bahsedeceksen bari YENİ bir yerinden , bakılmamış bir pencereden verilmesine dair olan beklentinizin boşa çıkmanıza neden oluyor.

Aysever’in bu genellemeler romandaki mekan kullanımları ve o mekanlardan gelenler arasında bile bir paralellik olduğu noktasına bağlanıyor. Dikkatle baktığınız zaman memur ve bürokrat, düşünce ve okur insanlarla dolu Anadolu’ya yakın bir Ankara ve Selma, hep gavur damgası yemiş, burjuva olmaya daha yatkın kendine özgü rahatlıkları ve özgürlükleri olan İzmir ve Seda, çılgın bir canavar gibi herkesi ve her şeyi yutan bir İstanbul’da herkes ve Arzu…

Her ne kadar şehirler, o şehirlerde yoğurulanlar ve arkasındaki simgelerin neler olduğu düşününce hoş gelse de roman genelindeki tavır nedeni ile bu mekan kullanımları bile göze batar hale geliyor sonunda...

TÜM PARÇALARI TOPARLAMAK GEREKİRSE…

Bir An Bin Parça bir andan biraz fazlasını anlatmakla birlikte aslında bir anda bir arada olanların nasıl binbin parçaya bölünerek dağılacağını ve uzaklaşacağını ve belki de aslında hiçbir zaman o anda gerçekten orada olmadıklarını anlatıyor.

Hepimiz yan yana, omuz omuza olduğumuz zamanlarda bu yanyanalık ne kadar gerçektir, kimse bilmez ve bilmek istemez. Küçük bir çarpmayla şekli bozulan, dağılan bir puzzle’ın parçaları olmayacağımızı kimse sorgulamak istemez. Dünyada olan biten her şeyin izlendiği, kaydedildiği ve haberinin alındığı ve İletişim Çağı diye nitelendirilen bir ortamda insanlar arasındaki bunca kopukluk ve iletişimsizlik nasıl bu kadar derin olabilir.?

Bir anı, ortak bir amacı paylaştığınız ve bir umuda yelken açtığınız anda bir araya gelen insanlar nasıl bu kadar yakın ama bir o kadar birbirinden uzak durabilirler? Nasıl insan karşısındakini derinden anladığını zannederken aslında sandığı kişi ile alakası olmadığının ayırdına acıtıcı bir biçimde varır? Yoksa bu karşımızdaki insanı anlamaya çalışmaktan ziyade onu hep bildiğimiz kalıplara sokmaya çalışmaktan mı kaynaklanmaktadır? Belki de bir insanı anlamak ve gerçekten iletişim kurmak mümkün değildir. Öyle midir gerçekten?

Roman boyunca aklıma gelen ve beni düşünmeye iten düşünceler silsilesi bunlardı. Kendi iç dünyalarını kendilerine bile dile getirmekten uzak birkaç insanın aslında tamamen kurguya dayanan bir atmosfer içinde birbirlerine ve belki de hayata yaklaşma ve tutunmaya çalışmalarını ancak gerçekle kurgudan örülü tiyatro dünyası arasında sıkışıp kaldıklarını akıcı ve çarpıcı bir dille sunuyor roman bize.

Bu noktada yiğidi öldürüp ama hakkını vermek gerekirse; her ne kadar genellemeler, klişe ve sıradan veya daha önce tespiti yapılmış ve söylenmiş olan pek çok husus olsa da Aysever’in duygusal gelgitleri anlatması ve romanın tamamı boyunca akıcı, rahat ve zaman zaman vurucu betimlemelere imza atmada kullandığı dil ve tanımlamalar gerçekten çok güzel. Bu akıcılık romanın hemen içine girmenizi sağlıyor ve başta müthiş bir etki bırakıyor.

Romanda beni etkileyen ve şaşırtan en önemli şey açıkçası hikâyenin anlatımı konusunda izlenen yol oldu. Romanda her karakter kendi hikayesini ve yaşamı içinde karşı karşıya kaldığı olaylar ve kişiler ile ilgili her şeyi kendi ağzından anlatırken ayrıca dışarıdan dahil olan ve karakterin öncesi, şimdisi ve sonrası ile ilgili yorumlarda bulunan ve sübjektif bir yaklaşımdan objektif bir anlatıma doğru giden tekniği oldu.

Ayrıca kitabın adı ve anlatılan hikâye ile ortaya konulan ve sergilenen parçalanmışlık insana romanın sonunda adıyla müsemma dedirtiyor gerçekten ve düşündürtüyor: HEPİMİZ BİR BÜTÜNÜN PARÇALARI MIYIZ yoksa PARÇA PARÇA MIYIZ?

Sonuçta; Aysever’in her şeyden dem vurayım tarzı ve zaten herkesi ve her şeyi bir öfke patlaması ruh hali içerisinde çemberlerin içine sokuşturma huyu olmasa bir ilk roman için başarılı denilebilir, kanısındayım.

Sevgiler
Billur

Sonuna kadar okuyana NOT:Avukat Arzu ile ilgili kısımlarda umarım neye öfkelendiğimi biraz olsun ifade edebilmişimdir, diyorum. Yazacak çok şey vardı ama koskoca hukuk sorununu sadece bu karakter üzerinden vermeye çalışmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tamam kesiyorum. Aslında bu yazı 10 sayfa idi ama…Tamam kesiyorum.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails