29 Mart 2012 Perşembe

ÇOCUK VE MÜZİK

Anne karnındaki bebeğin kulağı 8. haftada oluşmaya başlıyormuş. Ve bu haftadan itibaren de dışarıdan gelen ses dalgalarının cilt ve kemiklerde yarattığı titreşimler aracılığıyla sesleri algılayan bebek, ultrasonda bu seslere yanıt verebiliyormuş. 16. haftada işitme sistemi tamamen oluşuyormuş ve 24. haftada ses dalgalarını beyine taşıyan sinirlerin tamamen oluşumunu tamamlamasıyla da bebek 25. haftadan itibaren annesinin sesini duyabiliyormuş. Doğal olarak bebek, anne rahminde geçirdiği oluşum süresince en çok annesinin sesine aşina oluyor ve doğum sonrasında onun sesiyle bağırsaklarını kemiren gazın, diş etlerini yarıp bir an önce yan yana dizilmeye hazır bekleyen dişlerin verdiği sıkıntıdan sıyrılıp rahatlıyor.

Hamileliğimi öğrenen İtalyan bir arkadaşım, Türkiye’ye bir gelişinde bana yarım düzine kadar CD getirmişti. Bebekler için klasik müzik, new age tarzında güzel seçkilerden oluşan CD’lerdi ve ben bebeğimin ana rahmine sımsıkı tutunduğuna ikna olduktan sonra her akşam yatağa girdiğimde ve gün içinde bu müzikleri dinletmeye başladım.



Ben nasıl ki dışarıdan eve geldiğimde, ofise girer girmez, arabaya biner binmez ilk iş müzik açıyor ve uzun yol yürüyüşlerimde kulağımdan müziği eksik etmiyorsam, oğlum da benimle aynı müzik ruhuna sahip diyebileceğim kadar ilgili.

Emre şu anda ne şarkı sözü yazıyor, ne de beste yapıyor, ama en azından Mina, Michael Buble, Nina Simone, Amy Winehouse şarkılarını duyduğunda müziğe uyarak ritm tutmasından, bir müzik kulağı olduğu anlaşılıyor.



Biz ebeveynlerin öncelikli bilmesi gereken, müziğin çocuk eğitimi ve gelişimindeki önemidir.

Eğitimcilere göre müzik seven bir çocuk, ufku geniş, duyuları gelişmiş, insanı, toplumu seven, ruh zenginliği olan bir birey olarak yetişir.

Eflatun, “Müziği Gençliğinde Öğrenen Filozofiyi Daha İyi Anlar” demiş.

Müziğin çocuklarımızın hayatına kattığı olumlu etkileri düşünürsek, Eflatun’a katılmamak mümkün değil.

Yapılan araştırmalar sonucunda müziğin çocukların bilişsel becerilerinin gelişmesinde de faydası olduğu kanıtlanmış. 3-5 yaş arası çocukların 6 aylık piyano dersinden sonra, matematik ve diğer bilimler açısından çok önem taşıyan uzaysal algılama testlerinde ve bulmacalarda heyecan verici gelişmeler gösterdiklerini saptamışlar.

Müziğin, özgüven, konsantrasyon, disiplin gelişimine katkısını da düşünürsek, çocuklarımızın hayatından asla çıkartmamamız gerektiğini lütfen unutmayalım.

Hatta kendi hayatımızda da daha fazla müziğe yer verelim. Tüm gürültülerden arındığımızda müziği kapatıp “Offf kafa dinlemek istiyorum” demeden önce, müziğin aynı zamanda bir terapi yöntemi olduğunu hatırlayalım.

Yeni nesil jazz sanatçılarından ve benim sesine hayran olduğum Melody Gardot’nun müzik terapisi sonucunda bugünkü kariyerine eriştiğini biliyor musunuz?

Melody Gardot on sekiz yaşındayken, bisiklete bindiği bir gün bir arabanın çarpmasıyla hayatı altüst oluyor. Vücudunun çeşitli yerlerinde kırıklar olduğu gibi, bir de geçici bellek kaybına uğruyor. Tedavisini üstlenen doktoru, Melody Gardot üzerinde müzik terapisi uygulamak istiyor.

Yoğun müzikle geçen günlerin sonunda Melody Gardot bellek kaybını atlatıp, kazanın derin izlerini silmeyi başarıyor. Kazadan ona yadigâr kalan ise, ışığa duyarlılığı artan gözleri; bu sebeple de Melody Gardot'yu güneş gözlüksüz göremiyoruz.

Sonrası malum…



Bir buçuk ay kadar önce Emre stadyumda yapılacak 23 Nisan gösterileri için sınıftan iki arkadaşının tango gösterisine seçildiğini, ama kendisinin de bu gösteride yer almak istediğini öğretmenine iletmiş. Öğretmeni de bu kadar istekli bir öğrenciyi kırmamak, üzmemek için ekibe almış.

Emre’nin kendi kendine bu kararı vermesinin beni çok ama çok mutlu etmesi haricinde, oğlumun özgüvenine, tangoya önyargısız yaklaşımına hayran olduğumu belirtmek istiyorum.

Her prova sonrasında, yaptıkları hareketleri bana gösteriyor ve birlikte evde çalışıyoruz. Zaman zaman ben hareketlerde çuvalladığımda, yüzünde beliren küçümser ifade bıyık altı gülme dürtümü harekete geçirse de, onunla dans ediyor olmak, ilerleyen yıllarda dans kavalyemi bulduğumu kanıtlıyor.

Müzik hep yanınızda olsun!

Peyman

27 Mart 2012 Salı

YEŞİLÇAM'DAN KARELER III

Bir gün Fatma Girik'in bir filmini seyrederken annem bana " Şahane bir kadın bu. Türkan Şoray yanından geçemez.Bir keresinde İzmir'de mayoyla görmüştüm, inanılmaz bir vücudu vardı" demişti.Ben anneme dehşetle bakakalmıştım çünkü annem kadar müşkülpesent bir kadın zor bulunacağından, onun sözlerinden sonra Fatma Girik'e bir afet gözüyle bakar olmuştum.





Hep "Erkek Fatma" diye anılsa da aslında bu lakap onun doğru sözlülüğünden, kırıtık olmayan davranışlarından ziyade çocukluğundan kalma diye okumuştum Agah Özgüç'ün Türk Sinemasının Kadınları adlı kitabında. Yaşadığı mahallede bütün çocukları toplamış, okları ve yayları ile karşı tarafın çocuklarına saldırmak için hazırlanırlarken grup içinde tek kız kendisi imiş ve arkadaşları da ona "Erkek Fatma" derlermiş.

Sonraki başarılı filmografisine rağmen Fatma Girik ilk başlarda Osman Seden, Atıf Yılmaz'ın filmlerinde figüranlıktan öteye gidemez ve hiçbir şekilde ilgilerini çekmemiş.




Fatma Girik'in rol aldığı filmlere baktığınızda aslında Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın'dan çok daha cesur sahnelere imza attığını görürsünüz.Gerektiğinde Beyoğlu'nda bir pavyonda stiriptiz yapar,gerektiğinde sömürülen köylü kadınıdır, kan davası güden ya da her türlü fedakarlığa göğüs geren bir anadır.

Ben daha çok Cici Katibem, Ben Bir Sokak Kadınıyım,Sürtüğün Kızı, Satın Alınan Koca gibi ilk dönem filmlerini severim. Aşağıdaki kareler hangi filmlerden bir türlü bulamadım. Siyah dantel olanlı kıyafetlere bürünmüş olduğu filmi çok önceden seyretmişliğim var ama sadece aklımda bu kıyafetli sahneleri kalmış nedense!








Başka Karelerde Görüşmek Üzere
Sevgiler
Billur

20 Mart 2012 Salı

"UYDURULAN HER ŞEY GERÇEKTİR."



“Uydurulan her şey gerçektir.” diyor Flaubert, Louise Colet’ye yazdığı 1853 tarihli mektubunda. Devam ediyor: “Bundan emin olabilirsiniz. Şiir sanatı geometri kadar kesin olan bir konudur. Zavallı Bovary’ciğim şimdi hiç kuşku yok ki Fransa’nın yirmi köyünde ıstırap çekiyor ve ağlıyor.”

Ve hiç kuşku yok ki onca zaman geçtikten sonra bile dünyanın her yerinde yüz(bin)lerce insan Emma Bovary’ye benzer bir acı içinde gözyaşı döküyordur. Flaubert gibi sanattan deva bulamamış, hayatın karamsar, birbirinin tekrarı günleri arasına sıkışmış düzinelerce Emma için birbirimize yüksek sesle söyleyelim diyor: “Madam Bovary, benim, sizsiniz, hepimiziz.”

Flaubert 1851 yılında yazmaya başladığı Madam Bovary’nin yaratım sürecini “Bu kitabı yazarken parmak eklemlerine kurşun toplar bağlayıp piyano çalan biri gibi hissediyorum kendimi,” diye açıklar. Yayımlandıktan sonra da müstehcen bulunduğu için açılan davalardan, kitabın ününden oldukça rahatsız olup “Çok param olsa, Madam Bovary’nin tüm kopyalarını satın alırdım ve bir daha kimse ondan söz edemezdi.” der Du Camp’a. Oysa on dokuzuncu yüzyıldan başka zamanlara Woody Allen tasarımı, geçiş sağlayan bir dolap olsa ve böylece romanının izini sürebilse, kitabın tüm basılı nüshalarını ateşe atamadığına sevinirdi sanırım.



Bu kitabı kulübümüzde, beraberce okuduğumuzda hepimiz kırklı yaşlarımıza yaklaşmıştık. Romanı çok daha gençken okumuş, Flaubert’in sıkça bahsettiği çekmecelerimize gömmüştük. Geçmişten kalanlarla, yeniden okumanın yarattığı katmanların birleşimi; tanıdıklık hissinden kaynaklı yakınlaşma olduğu kadar, sıklıkla içimize gömmeye çalıştığımız öfkenin dışa vurumu gibiydi.



“Hiçbir şey hakkında ama hayatla ilgili her şeyin anlatıldığı bir kitap.” diyor NTV Yayınları tarafından yayımlanan Madam Bovary Çizgi Roman’ında. İş Bankası Yayınları tarafından basılan çevirisi Nurullah Ataç’ın özverili çalışmasıyla başlıyor, onun vakitsiz ölümüyle Sabri Esat Siyavuşgil tarafından devralınıyor. Üç yüz seksen beş sayfalık kısacık bir romanda, yüzyıllarca devam edecek bir sıkıntısı/bekleyiş tekrar çevriliyor. Her ikisi de hiçbir çevirinin, romancının dilsel yeterliliğine yaklaşamayacağını belirtiyor. Orhan Pamuk “Bay Flaubert Benim!” diyor. Murakami, metaforlarının bir kısmını Flaubert’in çekmecesinden çıkartıyor. Perec, Şeyler romanına, Flaubert cümleleri yerleştiriyor. Röportaj vermekten kaçınan Salinger, Flaubert’e hayranlığını tekrar tekrar hatırlatıyor. Tolstoy’dan Nabokov’a, Henry James’ten Mario Vargas-Llosa’ya kadar birçok yazar, sanatçı Flaubert’e olan tutkusunu dile getiriyor.

Roman hakkında konuşurken, her birimiz Flaubert’in nasıl ölümsüz olduğunu tekrar hatırladık. Doğanın, yaşamın, aşkın, okurluğun, çevrenin, insanlığın değişmeyen “kutsal tarihçesini” dinledik. Onun benzersiz semboller eşliğinde yarattığı dilin büyüsüne kapıldık. Bu simgelerin birçoğunu düz bir okumayla bile önünüze serebilme ustalığına şapka çıkarttık. Anlaşılmaz benzetmeler yerine, ustalıkla kullanmış olduğu tertemiz mecazlarında, tüm budalalıklarımızı işaretledik.

FLAUBERT'İN SEMBOLLERİ

Roman Charles Bovary’nin gençliğiyle açılır ve Charles’ın taktığı tuhaf kasket ileride nasıl bir kişiliği olacağını anlatır. Annesinin onu korur kollar tavrı, tüm kitaba yayılır. Aşkın ne olduğunu çoktan tatmış olan Charles’ın doktor çıkıp, Mösyö Rouault’u tedavi etmesiyle tüm renkler, kokular iyice belirginleşmeye başlar. İlk tanışmalarında Emma’nın gözleri kestane rengidir, ama kirpikleri onları kara gösterir. Aslında roman boyunca, göz rengi değişip durur. Evden süsen çiçeği, nemli çamaşır kokusu gelir. Renkler birbirinin içinden geçerek; neşeyi, kederi, matemi, hevesi, umutsuzluğu, şüpheyi, arzuyu, devamlılığı, öfkeyi, tükenme ve tüketmeyi, boyun eğmeyi, ihtişamı, feryadı, sabretmeyi, dönüşümü, gelişimi, ilerleyememeyi, doğumu ve ölümün gelişini çizer. Yeşil doğanın, Charles’ın Emma’ya olan sevgisinin sembolüdür. Mükemmeliyete, zenginliğe, duyarlılığa işaret ettiği gibi Emma’ya iyi davrananlar hep yeşil giyer. Papatya ve yasemin naifliği, sığınmayı ve kibarlığı temsil ederken, kırmızı çiçekler tehlikenin habercisidir. Emma’nın kilisede gördüğü beyaz ve kırmızı çiçekler hem saflığı hem de Leon’un baştan çıkarıcılığını hatırlatır. Emma, Charles ile evlenip eve ilk geldiğinde yatak odasında eski karısının gelin buketini görür ve kendisi öldüğünde gelin buketine ne olacağını düşünür. Mutsuz evliliğinin simgesi olarak buketini yaktığında, gençliğini ve hayatını nasıl hayal ettiğini düşünür.

Mösyö Rouault’un kızı Matmazel Emma babasının tedavi süreci boyunca, bir taraftan küçük yastıklar diker. Bunu yaparken de ikide bir iğne parmağına battığı için, parmağını emmek zorunda kalır. Aklımıza Flaubert’in “Ben puro gibiyim: Yakabilmeniz için ucumu emmelisiniz.” sözü düşer. Puro da tıpkı renkler gibi uygun durumlarda fallik bir sembol olarak yerini alır, kasket sahibi kenara atılır, daha cazibeli, burjuvaziye daha uyum sağlamış olan şapkalı kişiler belirir. Vikont olur, saf bir noter kâtibi olur, zengin, çapkın biri olur, meraklı ve yenilikçi bir eczacı da, bir tüccar da. Emma’nın başında, özgürce uçuşur.



Mösyö Rouault, pencereyi aralar ve kızı Emma’nın Charles Bovary’nin evlenebileceğinin işaretini verir. Pencere tüm roman boyunca, ümidin, başka bir hayatın, kaçışın ve nihayetinde ölümün simgesi olarak açılır, kapanır. Bir sokak kaldırımı gibi dümdüz biri olan Charles, giderken kırbacını bulamaz. Oysa dans, coğrafya, resim bilip, piyano çalan Matmazel Emma, kırbacı buğday çuvallarının arkasında görmüştür. Flaubert, Marques de Sade’ı “eğlendirici bir saçmalık” olarak yorumlasa da okumuştur ve kırbaç tüm roman boyunca; okurun, zavallılığın, çaresizliğin, rutinin, yavanlığın ve kötü edebiyatın/sanatın üzerinde şaklar, acıtır, yakar, iz bırakır.

Emma yaşamının henüz başındayken zehirlenmiştir ve onu zehirleyen okuduğu sığ romanlardır. Yaşamı, aşkı, evliliği sadece haz duymak olarak algılar ve ne yazıktır ki, haz böyle bir bakış açısında süreklilik gösteremez. Flaubert, kitabı yazma serüveninde, romantizm akımının edebiyat üzerinde yarattığı karanlık, kaotik dehşetine bir tepki olarak Madam Bovary’i arsenik içerek öldürür. Emma, acı içinde cebelleşirken, ağzında mürekkebin tadını duyar. Flaubert Emma’yı yok ederken bu bayağılığı, bu yüzyılın tabiriyle çok satan kitapların yarattığı piramidi de yıkar.

Kızı doğduğunda bir isim bulmak için zorlanan Emma, Vaubyessard şatosunda gittiği baloda duyduğu Berthe adını seçer. Romanın birçok karakterinin isimleri özellikle seçilmiştir. Homais “Homme” isminden türetilmiştir. Fransızca adam anlamına gelirken, romanda burjuvaziliğin de sembolü olur. Mösyö Homais önemli kavramlara değer verdiği için çocuklarına bunları hatırlatır isimler koymuştur. Napoleon şan ve şerefe, Franklin hürriyete, Irma romantizme, Athalie Fransız tiyatrosuna övgüdür.

Leon, Emma'ya şehveti hatırlatır ve tutkunun sembolüdür. Leon kulağa “Loin” gibi gelir ki, o da üreme organı demektir. Binet, asker ve vergi tahsildarıdır. Tornasında ürettiği kullanışsız parmak yüzükleriyle faydasızlığı simgeler. İçi geçmiş ve karakteri zayıf biridir, hayal gücünden yoksundur. Fransızcada Binet, taklit etmek anlamına gelen Biner gibi telaffuz edilir. Ve en nihayetinde torna, basit ve tekdüze bir sanat eserinin ortaya çıkışını temsil eder, Emma’nın tuzağına düştüğü monoton hayatı işaret eder. Ölüm döşeğindeyken tornanın kendisini ölüme davet ettiğini işitir.

Lariviere Fransızcada nehir demektir. Dr. Lariviere de karakteri güçlü, tereddüt etmeyen ve kendi yönünde giden biridir. Emma'nın hizmetçisinin ismi Fransızca mutluluk anlamına gelen Felicite’dir. İsim oldukça ironiktir çünkü Emma, sürekli aradığı ve her şeyi yapmaya hazır olduğu mutluluğun kölesidir.

Flaubert yarattığı mekanlarla ilmekleri birleştirir. Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş gelişler Emma’nın aşk ile ölüm arasında sıkışıp kaldığını simgeler.
Emma ile Leon’un buluştuğu at arabasını izleyen kör dilenci, Emma’nın ahlâki çöküşünü anlatır.

Bu yıkımlarla Flaubert, bize “Torbanın dibini gösterdi ve oradan kalkan yakıcı tozlar boğazımıza kaçtı.”

Ayşe, Gülda, Peyman


19 Mart 2012 Pazartesi

FURUĞ FERRUHZAD

Sinek Isırıklarının Müellifi insanın kendini edebiyatla ifade etmesinin en güzel örneklerini sundu bana. Hem beni ben yapan romanları, öyküleri, şiirleri hatırlattı hem de eksik yanlarımı tümleyecek yeni şairler ve yazarlar belletti. Şimdi tek yaptığım onların izlerini sürmek ve onlarla benliğimin çapaklarını temizleyip, gediklerimi doldurmak...Anlayacağınız uzun bir yolculuğa çıktım ve yolculuğumun ilk durağında beni ilk karşılayanlardan biri Furuğ Ferruhzad oldu. Yeryüzü Ayetleri adlı kitabı aldım elime ve onun bir kuş tüyü kadar yumuşacık ama kuş kadar özgür, kuş kadar ölüme yakın ve tedirgin mısralarına gömüldüm.



KUŞ SADECE BİR KUŞTU

kuş, ne koku, ne güneş ah,dedi
bahar gelmiş
ve eşimi bulmaya gideceğim ben

kuş sofranın kenarından
uçtu, bir haber gibi uçtu ve gitti
kuş küçücüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
kuş insanları tanımıyordu

kuş havada
tehlike ışıklarının üstünde
bihaberliğin irtifasında uçuyordu
ve mavi anları
çılgınca deniyordu

kuş, ah, sadece bir kuştu.


KUŞ ÖLÜMLÜDÜR

içim sıkılıyor
içim sıkılıyor
avluya çıkıyorum ve parmaklarımı
gecenin gergin teninde gezdiriyorum

hiç ışık yok
hiç ışık yok

kimse güneşle tanıştırmayacak beni
kimse serçelerin şölenine
götürmeyecek beni
uçmayı anımsa
kuş ölümlüdür

Tahran'da 1935 yılında asker bir babanın kızı olarak doğan Ferruhzad 16 yaşında Tahran'ın ünlü simalarından Perviz Şapur ile evlenince kısa bir süre sonra kendini bir tutsak gibi hissetmeye başlamış. ve boynuna altında bir halka geçirilmesiyle aklına düşen tek şey de özgürlüğüne kaçışın yollarını aramak olmuş.

HALKA

genç kız gülümseyerek dedi ki
nedir bu altın halkanın sırrı
parmağımı böylesine sıkı sıkıya saran
bu halkanın sırrı

yüzünde bunca ışık ve parıltı olan
bu halkanın sırrı
adam hayran oldu ve dediki
mutluluk halkası, yaşam halkası

"kutlu olsun" dediler hep bir ağızdan
genç kız, yazık ki yine
bunun anlamından şüphem var dedi
yıllar geçti ve bir gece

solgun kadın o altın halkaya baktı
parlak işlemelerinde gördü ki
kocasından vefa görmek umuduyla nice günler heder olup gitmiştir, heder olup gitmiştir

kadın perişan oldu
ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka
kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek
için için ağladı


Ferruhzad'ın bu için için ağlaması dayanılmaz bir hal alınca 1954 yılında içinde bulunduğu koşullar, toplumsal adetlere göre radikal bir karar olmasına rağmen boşanır ama bunun bedelini kendisine çok ağır ödetirler ve oğlunu bir daha göremez.


TUTSAK
....
eğer ey gökyüzü bir gün
bu sessiz zindandan kanatlanıp uçarsam
o ağlayan çocuğun gözlerine bakarak nasıl
vazgeç benden, ben tutsak bir kuşum derim

bir mumum ben, gönlümdeki ateşle
viraneyi aydınlatırım
eğer sönmeyi seçersem
yuvayı yıkar dağıtırım




Kendi öz çocuğuna olan hasretini, cüzamlıları konu ettiği Ev Karadır adlı belgesel filmin çekimleri sırasında cüzamlılar evinde tanıştığı Hüseyin adlı çocuğu evlat edinerek gidermeye çalışır. Söz konusu film 1963 yılında Almanya'daki Oberhausen Şenliği'nde birincilik ödülü alır.



Özgürlüğünün kefaretini bu kadar ağır bir şekilde ödemek zorunda kalan Ferruhzad kendisini, acısını, özgürlüğe olan tutkusunu, bir kadın olarak var olma savaşını şiirleriyle dillendirmeye çalışır. Tutsak, Duvar ve İsyan adlı şiir kitaplarını şiirinde bir dönüm noktası olduğu ileri sürülen Yeniden Doğuş adlı eseri izler.

HEDİYE

gecenin sonundan söz ediyorum ben
karanlığın sonundan
ve gecenin sonundan söz ediyorum ben

eğer evime gelirsen ey sevgili
bir lamba getir bana
ve küçük bir pencere
ki oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim


Herkes için kaçınılmaz olan sonla Ferruhzad talihsiz bir şekilde buluşur ve henüz 33 yaşındayken kendi arabası ile yaptığı bir kaza sonucunda onun da ölümü gelip çatar sonunda.

SONRALARI

benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
ışık dalgalarıyla parıldayan bir baharda
uzak ve dumanlı bir kışta
ya da feryat figandan arınmış

benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
bu acı,tatlı günlerin birinde
diğer günler gibi bomboş bir günde
bugünğn ve geçip giden günlerin gölgesinde

gözlerim karanlık hollere dönecek
soğuk mermerlere benzeyecek yanaklarım
ansızın bir uyku alıp götürecek beni
acının çığlığından boşalacağım

defterime usulca kayardı ellerim
şiirin büyüsünden kurutulurdu
hatırlarım, ellerimde
bir zamanlar alevnelnirdi şiirin kanı

toprak her an kendine çekmekte beni
yıldan gelip yetişirler gömülmeme
ah, belki aşıklarım gece yarısı
çiçek bırakırlar kederli kabrime

benden sonra ansızın bir tarafa çekilir
karanlık perdeleri dünyanın
yabancu gözler dolanır
üzerinde defterlerimin, kağıtlarımın

ufacık odama ayak basar
benden sonra, hatıramdan habersiz biri
aynanın önünde yerinde durur
bir tel saç, bir taraf, bir elin izi

kendimden ürker kalakalırım
benden geriye kalan her şey yok olur
ruhum bir teknenin yelkeni gibi
uzaklaşır ufukta görünmez olur

birbiri ardınca sabırsızca geçer
günler, haftalar, aylar
gözlerin bir mektup bekleyerek
yollara dalıp kalır

lakin benim soğuk bedenimi aretık
alıkoymuştur toprak, basmıştır bağrına
sensiz, kalbiin atışlarından uzata
kalbim çürür orada, toprağın altında

benden sonra adımı yağmur ve rüzgar
taşın yüzünden yıkayıp silecek yavaşça
adın sanın efsanesinden arınıp
mezarım adsız kalacak yol kenarında




Sevgiler
Billur


ALİ TEOMAN



24 Mart Cumartesi 13.00-18.00 arası Santral Kampüsü'nde Ali Teoman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nün düzenlediği bir etkinlikle anılıyor.

17 Mart 2012 Cumartesi

KAMBUR - ŞULE GÜRBÜZ



Sema Kaygusuz’un Karaduygun’u her bir cümlesiyle beni başka bir yere götürüyor. Bu yüzden oldukça uzun soluklu bir okuma olacak. Karaduygun’un kabından taşan her duygu; başka başka acıları, insanlık hallerini ve kitapları işaret ediyor. “Dünyanın Uğultusu” nu Birhan Keskin, Musa Anter, Orhan Miroğlu’yla duyurmaya başladığı ilk sayfalardan itibaren, gürültülü bir akıntıya sürüklüyor.

“Bir türlü geçmeyen dakikayı beklemek,
çizgisel bir oluşun tümüyle dışında kalmaktı hem,
Hem de uzun sürmüş tamiratıydı
Mekaniği bozuk bir yelkovanın.”(
Karaduygun Sf.15)

“Şule Gürbüz,” diye fısıldıyorum Karaduygun’a. Mekaniği bozuk bir yelkovan için ondan yardım istenebilir. Satırların arasında ismini görmesem bile varlığını hissediyorum. Kaybolma isteği kaybolmuş Kambur düşüyor aklıma. Zaten son günlerde dönüp dönüp tekrar okuyorum Kambur’u.

Mekanik saat ustası olarak çalışan Şule Gürbüz’ün ilk romanı Kambur. 1992 yılında yazmış. Kısacık. Leyla İpekçi’nin Maya romanıyla ünsiyet kurduğu kitaplardan biri. Bir kontrbastan alev çıtırtılı sesler çıkarabilecek kadar yetenekli biri Kambur. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek görünümünde, ayakları 46 numara. “Akıl ideale varamayınca hicve varıyor.” diye geçiriyor aklından. Nüktedan! “Akıl hiçbir yere varamayınca, duvara yazı olur.” şeklinde değiştirebiliyor cümleyi.

Kederli, huzursuz biri. Yitiriyor, eksiliyor, ufalanıyor yaşadıkları karşısında. “Ben söyleyemediklerimim.” diyor samimiyetle, büyük harflerle. “İçtenlik, gürültüden başka bir şey değildir.” diye ekliyor. Söylediklerini yarı yarıya savunup, hem de yerin dibine batırmak istiyor.

“Söz aynaysa, yansıtır yalnızca –hiçbir zaman kendisi değildir.- İnsanlar bu aynaların düz mü eğri mi olduğuyla ilgilidir; benimse aynaları kırmak, en büyük zevkim.” diye akıtıyor içindeki irini, yüzümün tam ortasına. Yok yok, bu yeterince doğru bir ifade olmadı: Düşüncelerini olağan dışı bir zihin akışıyla birleştirip, bir bıçakmış gibi tüm bedenime saplayıp, acımasızca parçalıyor.

Sonra bazı günlere notlar düşüyor. "Yazayım da yatayım yazıyor." 12 Eylül 1954 tarihinde. “Bir şeylerin, insan soyunun devamı olmak beni öyle sıkıyor ki…” diyor, başka bir yılda. Neden o tarihleri seçiyor acaba?

“Gülmeyin canım, gülmeyin –
Benim de bir idealim var; bir
Köpek olmak, kudurmak ve
Herkesi ısırmak istiyorum.”


Romanın tüm satırları metaforlarla örtülü. Okurken tekinsiz bir his, bir uğultu ele geçiriyor. Son derece eksiltilmiş, sade cümlelerle teker teker öldürüyor gerçek sandığım doğruları. Neyse, yine de Kambur, güvenebileceğimiz şeyler de olduğunu hatırlatıyor:

“Güven, güven, güven…
Güvendiğim tek şey, bir gün ölecek olmam.”


Gülda


15 Mart 2012 Perşembe

HAVVA - VÜS'AT O. BENER - YÜZYILIN 40 ÖYKÜCÜSÜ



Sinek Isırıklarının Müellifi, son zamanlarda okuduğum en etkileyici romanlardan biri oldu. Barış Bıçakçı yüz altmış altı sayfalık kısacık bir kitapta yalınlıkla kurgu oluşturmanın yanı sıra bir de okunacak yazarlar külliyatı sunuyor. Her sayfada, bireyin düştüğü iç sıkıntısını benzersiz bir gözlem yeteneğiyle oluştururken, o huzursuzluğun yolculuğuna teker teker yazarlarını, şairlerini şahit ediyor. Salinger’dan, Füruğ Ferruhzad’a uzanırken Charlie Haden ve Carla Bley “The Ballad of the Fallen” ile düşüşü dinletiyor.

Düşenin dostu olur mu bilmiyorum ama: “Zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur. (sy.114)” diyor Sinek Isırıklarının Müellifi Cemil.

Ve yine aklıma o öykü düşüyor. Havva!

“Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi.” diyor öykünün anlatıcısı şımarık küçük kız. Satırlar ilerledikçe değişiyor öykü, sert, buz gibi bir zeminde ilerliyor. Kapı aralığında saklanıp, aslında duymamanız gereken bir konuşmaya şahit olmuş gibi hissettiriyor. Kötücüllük akıyor bir yanıyla, öte taraftan küçük iyilik kırıntıları bırakıyor. İyinin ve kötünün bahçesinde olduğumuzu hatırlatıyor.

Hep orada değil miyiz aslında?

Sahi kızın babası doktorun kulağına ne fısıldıyor?

Havva, halının içindeki beyaz kuşu niye keser, kesmiş midir?

Bu kadar kısacık bir öykü insanı nasıl darmadağın edebiliyor?

Gözlerimi iri iri açıp, bir dilim baklava rica edebilir miyim?

Gülda





NEDEN OKUYORUM?

Yaşama tanıklık eden kısacık öyküler okuyorum, başka dünyalarda da geçen upuzun romanlarla. Boşlukları kendimin doldurduğu şiirler ezberliyorum. Böylece kendimi tanıyorum, seni anlıyorum, yarına devam edebiliyorum, özgürleşiyorum, sakinliyorum, öfkelenip, isyan ediyorum…

Lafı uzattıkça uzatabilirim ancak Uykusuz Dergisi’nin Facebook sayfasında gördüğüm Mehdi Mohammadi Rouzbahani’nin karikatürü tam da ne demek istediğimi anlatıyor.



İranlı Mehdi Mohammadi Rouzbahani bu karikatür ile “Kitap” konulu Uluslararası bir yarışmada 2011 yılında birincilik ödülü kazanmış. Bakmaya doyamadım, nefis.

Ödül kazanan diğer karikatürleri de buradan görebilirsiniz.

Gülda

14 Mart 2012 Çarşamba

Egg and Burger ve Ötesi



Her sabah olduğu gibi yine bu sabah sağlıklı bir kahvaltı ile güne başlarken, günün ilerleyen saatlerinde beni nelerin beklediğinden bihaberdim.

“Ayy! Çok sıkıcısın!” dediğinizi duyar gibiyim.

Evet, her güne sağlıklı bir şekilde başlıyorum, ama bu sağlıklı bir şekilde bitireceğimi garanti edemez. Öyle değil mi?

Durun! Durun!

Aslında bir an düşündüm de, kahvaltım da çok masum değilmiş.

Dün aldığım üzeri bol şamfıstıklı kadayıfı, akşam vicdanım rahat uyumak adına sabaha ertelediğim ve kandırılıp kandırılmadığımız konusunda emin olmadığım ama yine de uygulamaktan kaçınmadığım “aç karnına yenen tatlı kilo yapmaz” tezini kullanarak kahvaltıda yedim.

Bizim evde hiç yemek atılmaz. Emre’nin bıraktığı tüm yemekleri yemekle kendimi görevlendirdiğim için, sabah bir parçasını bıraktığı sosisli sandviçi de kahvaltıma “tuzlu yiyeyim, bastırsın” mantığıyla ekledim.

Ve klasik hafta içi içeceğim olan bir bardak süt ile de üstüne cila yaptım.

“Oh maşallah!”

Bunca kahvaltıdan sonra gerçekten niyetim hafif bir öğle yemeği, sebze ağırlıklı akşam yemeği ve meyve ile günü sonlandırmaktı.

Her öğlen olduğu gibi bugün de ofiste “ne yiyelim” muhabbeti açılınca, aklımızdaki çılgın fikirleri birer birer sunmaya başladık.

Dün akşam Etiler Teknosa’ya giderken ara sokaklardan birinde önünden geçtiğim cafelerden bahsetmeye başladım.

Bir anda fikir çok cazip geldi ve taksiye atladığımız gibi soluğu Etiler’de aldık.
Egg&Burger, boydan boya camekânı, metalin soğukluğunu eriten kırmızı deri koltukları, siyah-beyaz kareli duvar karoları ve açık renk masaları ile Pin-Up stilini yansıtan güzel, sıcak bir mekân.

Gözüm bir köşede bir jukebox aradı. Kocaman sepet içinde gelen leziz hamburgeri, çıtır kızarmış patatesleri ve çoktandır ağzıma sürmediğim buz gibi Coca-Cola’yı yumuşak kayışlarla mideme indirirken Sarah Vaughan, Frank Sinatra, Elvis Presley, Julie London,The Diamonds, Bobby Darin, Ray Charles, Dean Martin dinlediğimi hayal ettim. Müzik yok muydu? Vardı, haksızlık etmek istemiyorum.



Sanki kapı açıldı ve içeriye zarif bedenlerini saran daracık stil kıyafetleri, ince burunlu ve ince topuklu ayakkabıları, küçük askılı şık çantaları ve bu asil görünümlerini tamamlayan şapkalarıyla Audrey Hepburn, Bridget Bardot, Grace Kelly, Marlyn Monroe girdi.



Bir öğle yemeğinin, insanın bir gününü nasıl etkilediğini görebilmek için bir örnek teşkil etmesi adına…

Hayatın lezzetini yakalayın!

Peyman

NEDEN JANE AUSTEN?

Sabit Fikir Dergisi'nin Şubat sayısında kulübümüzün bir yazısı yayımlandı. Hem yazıyı hazırlama süreci, hem de basılı bir dergide yazımızı görmek çok keyifliydi.




“Neden Jane Austen?” diye sorduk ve yanıtlarını aradık. Umarım cevaplarımız sizin için de aydınlatıcı olur:

NEDEN JANE AUSTEN?

“Çok satmak yazar için iyi, yayınevi içinse çok iyi bir haberdir. Yine de en iyisi Odysseus gibi azar azar, ama üç bin yıl satmaktır.” diyor Mehmet Eroğlu. Homeros ile Austen’i karşılaştırmak istemesek de 2011, ünlü yazarın ilk romanı Sense and Sensibility’nin yayımlanışının iki yüzüncü yılıydı. Eylül 2011’ de Austen ve ailesinin yaşadığı Bath şehri, on birincisi kutlanan Jane Austen Festivali ile dünyanın dört bir köşesinden gelen Regency Dönemi kıyafetleri içindeki Austen severleri buluşturdu.

Jane Austen, sevildiği kadar ciddi eleştiriler alan bir yazar. Tüm bu eleştirilere cevap vermek yerine; kısaca hem yazar, hem de kadın olup iki yüzüncü yılında bile, dünyanın her yerinde, onca savaşa, yıkıma, değişime ve adına çağdaşlaşma dedikleri tüketime rağmen, her dönem okunuyor olmak, kendi alanında en iyisi olmaktır, diye düşünüyoruz. Nasıl Homeros, Joyce’a, Shakespeare ’e, nice düşünür, yazar ve sanatçıya ilham kaynağı olduysa, Austen da onlarca filme, resme, romana ve ciddi derdi olan birçok esere esin kaynağıdır. Tüm bu vahşetin, hırsın, üzerimize sinen şüphenin, gerçekliğin kaybolduğu, bir özrün bile çok görüldüğü iki yüzyılcık anda; birinin de öyleydi, sebebi buydu ve çözüldü demesi gerekmez mi? Edebiyatın da böyle bir kapıya ihtiyacı yok mudur?

Kısacık ömrüne Sense & Sensibility, Pride & Prejudice, Mansfield Park, Emma, Northanger Abbey, Persuasion gibi benzersiz romanlar sığdırabilmiş Austen’ın izini Gurur ve Önyargı ile sürmeyi deniyoruz.

ELIZABETH BENNET VE MR.DARCY İLE BULUŞMA:



Pemberley Şatosu’nun o muazzam salonunda, piyanonun kenarındaki koltuğa bu yüzyıldan ilişiyoruz. Gözlerimiz, Elizabeth Bennet’in her şeye karışan, sürekli ailesini utandıran annesini arıyor. Çünkü romanın “Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir, hali vakti yerinde olan her bekâr erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır.” cümlesinin kendi yüzyılımız kadının sıkışmışlığını da ifade ettiğini düşünüyoruz. Bunu hisseden Elizabeth “Mrs. Bennet’in aramıza katılamayacağını” söylüyor. O an Elizabeth’in gözlem yeteneği kuvvetli, zeki ve nüktedan olduğunu hatırlıyoruz.


-Öncelikle romanın adı konusunda mutabık kalmak isteriz. “Aşk ve Gurur” mu? “Gurur ve Önyargı” mı?



-Ülkenizde romanın önce Aşk ve Gurur adıyla basılması herhalde yayıncının tercihiydi. 1797 yılında Austen romanı “First Impressions” ismiyle yazmış olmasına rağmen ancak 1813 yılında “Pride and Prejudice'” olarak basılabilmiştir. Romantizm akımının etkisinin oldukça güçlü olduğu bir döneme girilmiş olduğunu belirtmek isterim. En uzlaşılabilecek şekliyle Gurur Darcy’yi, önyargı da beni temsil ediyor. Kaldı ki romanda klasik anlamda aşk sahnesi de yoktur.




Austen’ın romanı kendi ismiyle olmasa bile “Bir Hanım Tarafından” adıyla imzalaması büyük bir yürekliliktir. Romanın işaret ettiği sınıf farklılıkları kadar, kadına yönelik cinsiyete dayalı ayrımın çok belirgin olduğu yüzyılımızda Austen cesaretle romanın bir kadın tarafından yazıldığına dikkat çekmek istemiştir. “Miss Austen’ı neden çok sevdiğinizi anlayamıyorum?” diyen Charlotte Bronte, yirmi beş yıl sonra Jane Eyre’ı yayımlattığı zaman erkek adı kullanmıştır.


-Klasik anlamda bir aşk hikâyesi olmamasına, ne siz ne de Mr. Darcy romanda ölmemenize rağmen nasıl ölümsüz olabildiniz ve aşkınız benzersiz oldu?







- Twain “Jane Austen’nın yazdığı kitapların olmadığı herhangi bir kütüphane içinde başka hiçbir kitap olmasa bile iyi bir kütüphanedir” dese ve Borges de bunu hoş bir şaka olarak dillendirip, hatırlatsa bile Austen’in mahareti tam buradadır.








-Ah Elizabeth, lütfen Twain’in sözünü ciddiye almayın. Hatırlatırım; Faulkner da onun için “Avrupa’ da dördüncü sınıf yazar kategorisine giremeyecek kadar vasat.” demişti.”




-Yaşadığımız saf aşkla, tensel yaklaşımın değil, insanların karakterlerini oluşturan özelliklerin ön planda tutulduğu, cinsellik olmadan da bireylerin birbirlerini sevebilecekleri ve bu etkileşimin evlilikle sonuçlanabileceğini göstererek umut verdik. Hepimizin en çok ihtiyacı olan da bu olsa gerek!

1800’lü yıllarda İngiltere’de evlenmemiş 2,5 milyon kadar kadın vardı. Kadınlar oldukça baskı altındaydı. Annemin en büyük endişesi, babam öldüğünde evsiz ve çok az parayla kalacak olmamızdı. Erkek kardeşimiz olmadığı için evimiz kuzenim Mr. Collins’e geçecekti. Tüm sorumluluk bizim omuzlarımızdaydı ama sahip olduğumuz haklarımız kısıtlıydı. Hiç adilane değil ama yaşam böyleydi!

Evlilik öncesi cinsel ilişki tabuydu. Böyle bir ilişki yaşayan kadın toplumdan soyutlanırdı. Sosyal hiyerarşiyi kırabilmek için bir kadının çok akıllı olması gerekiyordu. Austen sizin yüzyılınızda yaşasaydı, eminim yaşadığınız sorunları yine olabildiğince dürüst bir şekilde anlatarak, çıkar yolu gösterirdi. Kaldı ki Austen’den etkilendiğini sürekli dile getiren Stephenie Meyer, yüzyılınızda ilişkilerin cinselliğe dayanmadığı, imkânsız aşklara konu olan romanlar yazıyor. Darcy’nin şimdi vampir, sonraki zamanda melek veya zombi olması kaçınılmaz görünüyor! İyi, harikulade, olanaksız ve keşke olabilse dedirtecek aşklar eşliğinde.


—Bize oldukça karmaşık görünen sosyal hiyerarşiyi karakterler üzerinden açıklayabilir misiniz?





—Lady Catherine, eski aristokrasiyi temsil ediyor, sevgili kocamsa ailesinden geçen büyük topraklara sahip bir asil, Darcy’nin arkadaşı Mr. Bingley ise babası servetini ticaretten kazandığından aristokrasiye paraları sayesinde dâhil olmuştur. Kuzenim rahip Mr. Collins eğitimli olmasına rağmen parasızdır. Bu nedenle sosyal sınıflamada en alt sıradadır.



- Neden her olayın sonu parasal değere gelip dayanıyor?




- Darcy’nin yıllık geliri 10,000 Pound, bu rakamı küçümsemeyin. Austen İngiltere hakkında hiçbir zaman olumsuz düşünceler yazmamış olsa da, bunca zaman sonra para burada bile değer kaybetti. Sizin yaşamınızda 800.000 USD gelire eş değer bir rakam bu. Babam öldüğünde, benim yıllık gelirim 40 Pound olacak. Sebep açık, sosyal adaletsizlik ve kadınların düştüğü çaresizlik.



— İletişimi nasıl sağlıyordunuz? Moda ve sosyal yaşam nasıldı? Kimleri okur, ne dinlerdiniz?






- Mektup diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bence en iyi iletişim aracı dedikoduydu, sonunda yanlış anlamalara neden olsa da!







-19. yüzyılda ampul icat edilmediğinden balolar, yemekler genelde yazın verilirdi veya taşradaki davetler, caddelerin şehirdeki gibi mumla ışıklandırılamaması nedeniyle dolunay zamanı yapılırdı. Biz erkekler avlanır, yarışlara gider, kitap okur, bilardo ve kumar oynardık. Kumar en büyük problemlerden biriydi. Toprak, ailenin büyük oğluna miras olarak kalırdı. Diğer oğullar meslek sahibi olmak zorundaydı. Askerlik, kilise, hukuk itibar gören alanlardı.

-Son Katolik kralın tahttan indirilmesi, İnsan Hakları Beyannamesi, Parlemonto’nun adımları atılması, Fransız İhtilâlı gibi gelişmeler sosyal ve ekonomik değişime sebep oldu ve orta sınıf güçlendi. Bu modaya da yansıdı. Elbiselerimiz oldukça sadeydi ve bu durum geçişe uyum sağlanabilmesi için önemliydi. Dönemimiz Georgian döneminden farklı, şatafattan uzaktı.



Lord Byron, W. Blake, Keaths ve tabii ki Austen. Mr. Darcy çok sevmese de ben müziğe ve dansa bayılırım. Beethoven, Rossini, Schubert ve Mendelsohn. Ah, o balo salonlarındaki valslar… Başlarda uygunsuz bulunsa da Lanner, Strauss bunu değiştirdi.




-Şimdi ne okuyorsunuz?



-Death Comes to Pemberley’i okuyorum. İnanılmaz bir yazar P.D.James. Konunun Pemberley Şatosunda geçmesi, bizim romanın kahramanları olarak yer almamız, romanı çok daha fazla değerli kılıyor. Mutlaka okuyun.





-Biz de okumayı istiyoruz. Umarım yayınevlerimiz en kısa sürede kitabı Türkçe’ye çeviririler.

Ayşe, Billur, Gülda, Peyman


Resimler Uğur Zeynep Keskin tarafından çizilmiştir.

Bu yazı Sabit Fikir Dergisi'nin Şubat 2012 tarihli on iki nolu sayısında yayımlanmıştır.

13 Mart 2012 Salı

Sherlock Holmes & Kızıl Soruşturma, Sir Arthur Conan Doyle



Kitap : Sherlock Holmes & Kızıl Soruşturma
Yazar : Sir Arthur Conan Doyle
Mekan : The House Cafe -Teşvikiye
Tarih : 13 Mart 2012
Sunucu: Aycan
Katılımcılar: Aysun, Ayşen, Ayşe, Billur, Berna, Bilgen, Belkıs, Peyman

4 Mart 2012 Pazar

Yansımalar - 21



Zamanı geri alabilmek mümkün olsa, 5 ay öncesine, o ahşap, tarih kokan eski yalıdaki, bugünün küçük ama huzur dolu ortamıyla insanı rahatlatan küçük butik oteline geri gitmek isterdim.

Otelin ikinci katında kocaman dikdörtgen masif masanın başında, öykülerin, romanların hayatımızdaki eşsiz varlıkları sayesinde tanımaya nail olduğumuz çok değerli yazarımız Adnan Binyazar’ın konuğumuz olarak katıldığı sunum gecemize ışınlanmak, zaman tünelimin, kelimelerin çok daha coşkuyla ağızlardan döküldüğü o akşama, o paha biçilmez saatlere açılmasını isterdim.

Arnavutköy’e ne zaman gitsem, kendimi İstanbul’dan soyutlanmış, küçük bir balıkçı kasabasında hayal ederim. İyot kokusunun daracık sokaklarını arşınladığı, cumbalı pencereden elimi uzattığımda karşı penceredeki komşumla sıcak bir kucaklaşmayı bulabileceğim, esnafının hâlâ kapıdan geçen Gülsüm Teyze’yi hürmetle selamladığı bir küçük balıkçı kasabası benim için.

Pencerelerinde mor hercai menekşelerinin salındığı, al kırmızı sardunyaların dizildiği iki, üç katlı ahşap binaların sıcak misafirperverliği ile sarhoş olduğum Arnavutköy...

Lulu sunumunu yaptığımız aynı mekândı, ama farklı bir isimle bu defa bizleri karşılamıştı. İsim farklıydı belki, ama ortam aynı konuksever ortamdı. Yabancılık hissetmeden dar, ahşap merdivenlerle bir üst kattaki yemek odasına çıktım.

Sunum gecelerinin içimde yarattığı duygu fırtınasını biliyorsunuz. Üç buçuk yıldır hiç dinmedi bu fırtına. Her sunumda, sanki ilk sunum gecesiymiş gibi heyecan duyuyorum.

Ama 5 ay önceki sunum gecesi, hatıralarımdan hiç silinmeyecek ve hep aynı tazeliğini koruyacak.

Merdivenlerden üst kata çıkarken, salondan gelen her zamanki alışık olduğumuz bayan seslerinin yanı sıra tok bir erkek sesi ortamı farklılaştırıyordu.

Salonun kapısına vardığımda, dikdörtgen masanın en başında koyu renk takım elbisesi içinde ak saçları, gözlükleri ve munis gülümsemesiyle Adnan Binyazar oturuyordu.

Usulca yanına yaklaşıp kendimi tanıttım, tokalaştık, birbirimize hal hatır sorduk. Sonra masadaki yerime oturdum.

Bir çeyrek saat kadar sonra o akşam gelebilecek tüm kulüp üyeleri toplandığında kulaklarımıza, ruhumuza ziyafet niteliğindeki sohbete başladık.

Sayın Binyazar çocukluğundan, ailesinden, eşinden ve bütün o sevdikleriyle zenginleşmiş anılarından bahsetti.

“İpekböceğinin yaptığını fil, filin yaptığını ipekböceği yapamaz” sözleriyle yeryüzündeki her canlının sahip olduğu niteliklere göre hayata katkılarının çeşitlilik gösterdiğini anlatırken, bu dünyadaki varlığımızı, kimliğimizi, işlevimizi sorgulamadan edemedim.

Yaşamında çok özel yere sahip iki kadının, annesi ve eşinin, ataerkil toplumumuzda kadın olmanın önemini, kadına duyduğu saygıyı biçimselliğin ötesine taşıdıklarını aktardı.



Ne acı ki bugünün Türkiye’sinde kadın olmanın anlamını, avantajlarını sayabilmek çok da mümkün değil. Anadolu’da pek çok genç kızın eğitimden uzak, erken yaşta evliliği tadan, acı deneyimlerle yüklü hayatlarını, her türlü statüdeki kadının şiddete maruz kaldığını düşünürsek ülkemizde kadın olmanın zorluklarını saymak daha kolay geliyor.
Binyazar’ı dinlerken birkaç saatliğine de olsa kadın olmanın ayrıcalığını, önemini hissetmek keyif vericiydi. Bu duyguyu neden yurt dışına gittiğimizde, bize yöneltilen bakışlardan, jestlerden, saygı sözcüklerinden hissediyoruz da, kendi ülkemizde sadece istisnaları beklemek zorunda kalıyoruz? Okur açısından baktığımızda feminist bir yaklaşım olarak görülebilir, ama toplumsal gelişim sürecinde anlamlı bir yere sahip biz kadınların bu saygıyı daha çok hak ettiğimize inanıyorum.

Masamız büyüktü ve konum itibariyle de asma katta olduğumuzdan giriş katındaki neşeli dörtlünün kahkahalarından konuşmalarımızı duyamayacak bir noktaya geldik.
Seslerin dinmesini beklediğimiz o birkaç dakika bizim için büyük bir kayıptı.

“Daha önce bana, İstanbul’da dostların var mı diye sorsalar, Gülda ve Billur’un isimlerini telaffuz ederdim. Bu gece itibariyle tüm Ayşe’nin Kitap Kulübü üyeleri diyebilirim.” diyerek de ince düşünceliliği ile bizleri onurlandırdı.



Sunum gecemizi,değerli varlığı ile şereflendiren Binyazar için hazırlattığımız, üzerinde “her kadın biraz Marilyn’dir” inancını simgeleyen Marilyn Monroe’nun, en sevdiği roman kahramanı olan Don Kişot’un yer aldığı bir pastanın anılarımızda oluşturacağı tatlı bir enstantane ile sonlandırdık. Tabii kendimiz ve sevdiklerimiz için seçtiğimiz romanlarını imzalattırmayı da ihmal etmedik.

Peyman





İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails