30 Ağustos 2012 Perşembe

SULTANI ÖLDÜRMEK - AHMET ÜMİT




Kitap : Sultanı Öldürmek
Yazar : Ahmet Ümit
Mekan : Maria'nın Bahçesi - Küçükyalı
Tarih : 28 Ağustos 2012
Sunucu: Aysun
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Berna, Belkıs, Bilgen, Gülda, Peyman



15 Ağustos 2012 Çarşamba

EVLERDE SEVGİ YOKTU-MUZAFFER HACIHASANOĞLU

Cemil Kavukçu’yu Edebiyatımızla Barıştıran Bir Yazar

Geçen Temmuz ayında Taraf Gazetesi’nin Kitap Eki’nde Cemil Kavukçu’nun yazısını okuyana kadar Evlerde Sevgi Yoktu ve yazarı Muzaffer Hacıhasanoğlu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Cemil Kavukçu’nun yazısında yer alan özellikle bu romanı ve yazarını kendisine tanıtan arkadaşının “ Oku da roman gör” demesi ve Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu’na yazdığı mektubu beni çok etkilemişti.

Kitabı alıp okuyana kadar Gülda ile okuma listelerimiz hakkında konuşurken hep bu romandan bahsettim. Açıkçası bahsetmeye çalıştım; zira ne kitabın adını ne de yazarını tam olarak hatırlıyordum. Yazıyı okuduktan sonra dergiden koparıp saklamıştım ancak o kadar iyi saklamışım ki uzun zaman bulamadım. Sonunda masamda ve kütüphanede yeni yıl temizliği yaparken yazıyı buldum, kitabı sipariş ettim ve bir solukta da okudum. Döndüm bir daha okudum.



İşte Kavukçu da Evlerde Sevgi Yoktu adlı roman ve yazarı ile romanın Milliyet Gazetesi’nde 23 Haziran 1970 yılında tefrika edilmesi ile sonucu, bir arkadaşının berberde sıra beklerken gazeteyi okuması ve ilk bölümden etkilenerek Kavukçu’nun göğsüne vurup ” Oku da roman gör” demesi ile olmuş. Ardından Hacıhasanoğlu’nun tüm yayımlanmış kitapları ile bir okuma yolculuğuna girmiş Cemil Kavukçu.



O güne dek edebiyatımızla pek ilgilenmeyen ve daha çok çeviri romanlara ve yabancı yazarlara hayranlık besleyen Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu ile tanışması mümkün olmamış. Ancak ilk öykü kitabı Pazar Güneşi hakkında Somut Dergisi’nde kitabı ile Muzaffer Hacıhasanoğlu bir yazı yazınca, bu durum karşısında çok heyecan duyan Kavukçu Hacıhasanoğlu’na bir mektup yazmış :



“ 16 Ağustos 1983/Ankara

Sayın Muzaffer Hacıhasanoğlu;

12 Ağustos 1983 tarihli Somut dergisini okumam 4 gün sonra mümkün oldu. Beni böylesi büyük bir sürprizin beklediğini bilseydim bunca geciktirir miydim? Görevim gereği yaz başndan beri Ankara dışındaydım. Ağustos ortalarında geçici bir süre için döndüğüm Ankara’dan Aydın Doğan’a uğrayınca Somut’ta Pazar Güneşi’nin tanıtıldığını, hem de Muzaffer Hacıhasanoğlu tarafından tanıtıldığını dutunca çok sevindim.
Değerli ustam, bu teşekkür mektubu aynı zamanda çok eski bir teşekkürü de size iletmeme neden oldu. Yıllar önce, lisede okuduğum yıllarda bol bol kitap okuyordum. Ama nedense Türk yazınına karşı bir küçümseme, bir ilgisizlik içindeydim. Belki okul kitaplarını dolduran düzeysiz örnekler, belki Türk sineması ile Türk edebiyatını özdeş görme eğilimi, belki de düpedüz “ne oldum budalalığı”; tam olarak adlandıramıyorum. Olanakları kısıtlı bir kasaba çocuğuydum. Aynı zamanda da sıfır numara bir apolitik! Çeviri romanlarla besleniyorum. Camus, Sartre, Kafka, Gogol okuyorum. O yıllarda e Yayınlarında çıkan Bulgakov’un “Usta ile Margarita”sı çarpıyor beni. Yazma dürtüleri o yıllarda da var. Yazarım yazmasına ama kahramanlarıma nasıl Türk adları vereceğim! Akif adlı bir arkadaşımsa bu tür saçmalıkları bırakmamı istiyor. Orhan Kemal’in “ Eskici ve Oğulları”nı ballandıra ballandıra anlatıyor. Ben burun büküyorum.” Baba Evi’ni” diyor. Sonra bir gün Milliyet Gazetesi’ni getirip önüme attı. “Evlerde Sevgi Yoktu” adlı uzun öykünün ilk bölümü duruyordu önümde. Oku, dedi, oku da roman gör! Okudum ve gerçekten roman gördüm.

Dünyamı değiştiren ve beni özüme döndüren ilk yerli yapım sizin yapıtınızdır Sayın Hacıhasanoğlu. Gazeteden günü gününe izlediğimiz ve kesip sakladığımız, yazarını korkunç merak ettiğimiz “Evlerde Sevgi Yoktu”nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur. Bu mektup, hem yapıtınızla ışık tutarak yürünmesi gereken yolu göstermiş, hem de daha başında olduğum bu yolda bana verdiğiniz güvenin teşekkürüdür.”


Peki Kimdir Muzaffer Hacıhasanoğlu?

Asıl mesleği doktorluk olan Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde mesleğini icra etmiş ve 1973 yılında Malatya Sosyal Sigortalar Hastanesi'ndeki görevinden emekli olmuş. Öykülerinde genel olarak klasik öykü anlayışına bağlı kalan, romanlarında ve öykülerinde toplumsal sorunlara ağırlık veren kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerini abartıya kaçmadan ve sübjektiflikten uzak bir biçimde ele alan Hacıhasanoğlu, edebiyata 1943’te Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayımladığı şiirlerle başlamış. 1947'de Varlık dergisinde çıkmaya başlayan öyküleriyle dikkat çekmiş.



1979 yılında Eller adlı yapıtıyla 1980 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü almış. Yayımlanmış tek romanı Trenler Yine Gidiyor'dur.



Denemelerini Atatürk Bakıyor Bize adlı kitapta toplayan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun diğer yapıtları arasında Bir Tespih Tanesi(1951), Bu Dağın Ardı(1954)



ve Dağ Başındaki Ölü ( 1983) sayılan Hacıhasanoğlu’nun Vatan, Cumhuriyet ve Millyet gazetelerinde Kasaba Kadınları, Tatsız Dünya, Emin Efendi ve Evlerde Sevgi Yoktu romanları kitap olarak çıkarılmamış ve tefrika edilmiş.



Anadolu’nun Ortasında Bir Kasaba, Bu Kasabada Bir Garip Mehmet

Romanın ilk cümlesi o kadar merak uyandıran ve iç burkan bir cümleyle başlıyor ki; romanın kahramanı Mehmet’in neredeyse bir üveybabası olsa her şeyi daha kolay kabul edecek ve göğüs gerecekmiş olduğunu hissediyorsunuz. “Benim babam üvey değildi.”? Evet, Mehmet’in babası üvey değildi ama öz bir baba nasıl olunur, bunu da Mehmet’e düşündürtüyor devamlı. Önce kendisine sonra da hayata küsmüş bir baba Mehmet’in babası Rasim. Devletin memuru olmuş ve bu bir ileri iki geri memurluk hayatında odacılıktan tahsildarlığa yükselmiş, tahsil ettiği paraların hiçbir zaman kendi cebini ısıtamayacağını bildiği için öfke dolu.

“Babam kızardı sadece kızardı, iyi yaşayabilenlere, yaşamayı sevenlere…Küskündü her şeye. Annem: Dağlarla davası var bu adamın derdi.” (sf:12)

İçkiye ve kumara düşkün ve bu yüzden de kasabanın ileri gelenlerine hep borçludur Rasim Efendi. Okumanın, yazmanın faydasız olduğunu düşünür, derslerine kafasını vermiyor diye Mehmet’e kızan annesine :

“ Ulan, ne olacak, okusan ne olacak? Mısır’a molla mı olacaksın? Aha, o öğretmen olmuş da ne olmuş yani? Ay sonunu borçsuz getirebilir mi? Yooo.. o da benim gibi. Bakkala borç edecek, kasaba borç edecek. Dünya alçakların dünyası, külah giydirebilenlerin dünyası…” (sf8) diyerek çıkışan bir babadır.

Bir gün yolda giderken kendisinden borçlarını isteyenleri haklı bulduğu için , içki içmeyip borcunu ödemesini salık veren Mehmet’i döven ve :

“ Oğul değil, yılan besliyormuşuz da haberimiz yok! Vay namussuz vay! Lan sen bana nasihat verecek kadar adam oldun mu? Vay hayvan vay!Bu lafı işiteceene öl daha iyi Rasim… Bunlar senin değil, evdekinin lafları…” (sf:16)

Biraz doğruluk payı vardır Rasim Efendi’nin sözlerinde. Bu sözler Mehmet bir tavuk çaldı diye cehennemlerde yanacağını hergün tekrar eden, namazını niyazını eksik etmeyen, dünyanın hala öküzün boynuzlarında olduğuna inanan, her ne kadar gâvur icadı olduklarına inansa da dikiş makinesi, gaz ocağının kolaylıklarını yadsıyamayan cahil ve sevgisiz bir kadındır Mehmet’in annesi.

Tek sevdiği kız kardeşi Emine’dir Mehmet’in belki de. Çünkü babası yerli yersiz kendisini döverken bir tek Emine ağlar onun için, bir tek Emine yanına gelir entarisinin eteği ile gözlerini siler, yanaklarından öper. Annenin şefkatli göğsünde bir kerecik bile olsa dindirilmez Mehmet’in gözyaşları.

Mehmet’in yaşadığı kasaba Anadolu’nun orta yerinde ve güdük, dedikoducu ve değişimden, yenilikten hiçbirzaman nasibini alamayacak, dar bir dünyaya sıkışmış insanların yaşadığı bir yerdedir.

"Kasabamız, ortasındaydı Anadolu'nun. Uslulara göre dünyanın en güzel yerlerinden biriydi. 'Küçük Paris'ti onlara göre. Şehir deyince akıllarına Paris geliyordu. İçlerinden onu gören yoktu ya. Övündüğümüz bir kalesi vardı kasabamızın. Her biri bir vuruşta karşısındakinin kalkanını parçalayabilen yiğitlere sahip bir bey yaptırmıştı bu kaleyi. Evler kalenin etrafından yavaş yavaş çayırlığa doğru inmeye başlamıştı benim çocukluğumda. Evlerin çoğunun üstü toprak damlarla kaplıydı. Bu toprak damlı evlerin arasında kiremitle örtülü olanlar da vardı. O evlere imrenerek bakardım.” (sf:11)

Babasıyla alay edip kendisini Sarhoşun Oğlu diye alaya aldıkları ve kavga ettiği gün öğretmeninin bir sözü ile kendine gelir Mehmet. Önce kendisini bir başkası sandığını düşünse de Öğretmeni kendisini kastetmiştir:

“ Sen, şu yaramazlığı bıraksan cin gibi çocuksun aslında. Bilemeyeceğin, yapamayacağın şey yok…”(sf:24)

Bu destek ve söz üzerine hırsla çalışmaya başlar Mehmet, ne var ne yok okumaya başlar. Başardıkça kendine güveni gelir. Sarhoşun Oğludur hala ama o sınıfının çalışkanlarından biridir artık.

Kasaba hayatı her ne kadar iç sıkıntıları ile ağırlaşan bir havaya sahip olsa da zaman zaman eğenceli anları da vardır: Kumpanyalar.

“ Ey ahali, bu fırsat bi daha ele geçmez. Değil memleketimizi, bütün Orta Şarkı hayran bırakan facia oyuncusu İbrahim Talat’ı, güzeller güzeli Şevkiye Hikmet’i, geliniz Arabın İntikamında görünüz… Maksadımız kazanç sağlamak değil, sanayii nefiseyi halkın ayağına getirmek… Geliniz görünüz! Dansözler kraliçesi Melike Fuat’ı… Tatlı sesli Süheyla Uyanık’ı….”

diye bağıran adamın yarattığı rüyalar alemine Mehmet de arabacı Mahmut Amcası ile katılır. Ancak bu rüya sonrasında Mehmet’in de kendisini içinde bulacağı bir kâbusla biter. Bu kâbusun sonunda kendince sevdiceği kız arkadaşı Seher’in hayatının yara alması ve yaşanılan hayatın adaletten, merhametten yoksun olduğunu, ezenden yana olanların çoğunlukta olduğu bir dünyada tutunmaya çalıştığını anlar Mehmet.

Bu öyle bir dünyadır ki; tek teyzesi, evlenmemiş, kambur teyzesi ziyaretine gittiğinde saldırıverir Mehmet’in üstüne. İtilmişlikten, yalnızlıktan ve sevgisizlikten delirivermiştir.

'Teyzem evinin sofasındaydı. Bir büyük yastıkla kucaklaşıyordu. Öpüyordu yastığı. Kaş, göz, ağız, burun yapmıştı yastığa. Bıyığı da vardı.
-Aslanım, yiğit erkeğim, diyordu.
Başka ufak yastıklar vardı. Kaşlı, gözlü, burunluydular hepsi de. Bıyıkları yoktu onların.
-'Deyze... diye bağırdım' (s.53-54)
-Niye benim deyzem?Bir başkasının deysezi delirseydi ya..(sf:59)


Bu bağırtılarını, haykırışlarını ve isyanını çömlekçi Nuri Usta’nın bilgeliğinde susturur Mehmet.Çömleklerini yaparken ruhundaki tüm çalkantıları, renkleri veren , kasabalının sıradanlığına meydan okuyan ve bu nedenle de hakkında bir sürü söylenti çıkan, yalnızlığını yaptığı çamurdan adamlarla paylaşan Nuri Usta.

-Bırak Memedim, bırak yavrum, hepimiz deliririz zaman zaman…Delirmek, yapmak isteyip de yapamadıklarımızın ortaya çıkıvermesi sanki…

Tüm bunları yaşarken giderek olgunlaşan Mehmet okulunu da bitirmeyi başarır ancak bu babasının umurunda değildir. Kendisini bir gün karşısına alır ve gidivermekten bahsettikten sonra kendisini eli ekmek tutsun, bir zanaat öğrensin diye berberin yanına çırak olarak verir. Mehmet’in hayatı da bu dönemde çıraklıktan kalfalığa doğru adım adım ilerler. Öğrenmiştir artık sevgi olmadığını, var olanın çıkar olduğunu. Bir gün Seher’in de gittiğini öğreniverir, hem de dayısından dayak yiye yiye gittiğini. En çok bu koyar belki de Mehmet’e tüm gitmeler arasında. Eve gelir ve annesine sarılır.

-Deli N’oldu şimdi?

Bilmiyordu, hiçbirşey bilmiyordu. Belki bilmemesi, anlamak istememesi azaltıyordu, yok ediyordu evlerdeki sevgiyi…


Evet, yaşanan tüm acıları ve ayıpları zaman zaman anneler kol kırılmalı, yen içinde kalmalı düşüncesiyle daha büyük acılara ve ayıplara yol açmıyorlar mı bilip bilmeden? İşte Mehmet de buna artık dayanamıyor. Öz evinde eğreti durmaya katlanmak istemiyor. Anlayanların, bilenlerin vereceği sevgiyi tatmak için kendini yollara vuruyor. İçinizde küçük bir yaranın kabuğu kaldırılmış olsa da umutla Mehmet'in ardından el sallıyorsunuz.

Evlerde Sevgi Yoktu, son zamanlarda okuduğum en yalın ancak en dokunaklı ve duyarlı bir şekilde kaleme alınmış romanlardan biri oldu. Yerel dilin kullanımı, akıcılığı ve en çetrefil duyguları kısacık ifadelerle yüreğinize nakşedişi ile pek çok kişi tarafından okunması ve unutulan yazarlarımız ve romanlarımız arasına girmemesi için çaba göstermemiz gereken bir eser, diye düşünüyorum.

Evlerin sevgisiz olmaması için neleri esirgemememiz gerektiğini naif bir biçimde hatırlatan bu romanı okumanız dileğiyle...

Sevgiler
Billur







12 Ağustos 2012 Pazar

MEKANIM DATÇA OLSUN DERKEN...

..""Can Yücel acaba hata mı etti?" diye düşünüyorum günlerdir. Geçen sene Ağustos ayında mezarına yapılan saldırı nedeni ile bu sene anma töreni olmadığı gibi, Can Evi de kapalı bulunuyor. Hangi eller mezara uzandıysa bizi Can Evimizden de vurmayı her seferinde başarıyorlar. Halbuki Datça'da olduğum bu dönemlerde Can Evi'ne gitmek ayrı bir mutluluk oluyordu. Eski Datça'da sokaklarda gezen ve çeşitli nedenlerle eline bir şiir kitabı almayacak çocukların gelen turistlerden para alarak günlük rısklarını çıkarmak için Can Yicel şiirleri okuyarak etrafta dolanması çok hoşuma gidiyor(du) her seferinde.Ama bu sene ailesi haklı olarak "herşey yolunda" imiş gibi davranmak istemediğinden evi ziyarete açmadığı gibi, sessiz bir şekilde andılar mezarı başında Can Yücel'i.



Merak ediyorum, mezarı kıran eller şimdi kimlerle tokalaşıyor,merhabalaşıyor ve gece yattıklarında-bir Allahlar'ı var ise eğer- nasıl gökyüzüne açarak dua edebiliyorlar?

Geçen seneki olayın ardından Güler Yücel Can Yücel'e Bir Name kaleme aldı:

Can'ın Taşını Kırdılar

Yine geldi 12 Ağustos
Yine cırcır böcekleri ötüyor
Bu yıl Ege Denizi senin dediğin kadar sakin değil
Ortalık biraz karışık
Kırdılar taşını
Taşını kırmakla kalmadılar, beni de kırdılar
Bu kırma başka türlü bir kırma
Yalnız sana değil Can'cığım
O canım usta Mehmet Aksoy'un ellerine de vuruldu balyozlar
Dilerim,balyoz vuranların başına bile gelmesin böyle bir şey
Böyle biracıyı tatmasınlar
Ama bilsinler ki, hiç umulmadık yerlerde can buluyor senin şiirlerin
Kuytu bir köşede, bir kayrak taşının üzerinde bu şiirlere rastladığımda,senin sevincini hissediyorum
12 Ağustos'ta yine geleceğiz senin yanına
Ben, Güzel, Su, Hasan, Defne, Ali, Talat, Denis, Neru, Shive, Narayan hepimiz senin ettafında olacağız
Seni sadece o gün anmayacağız; rüzgarla, denizin dalgalarıyla, toprakla, suyla hep anıyoruz bir tanem.



Beni kuzum Datça’ya gömün / Geçin Ankara’yı İstanbul’u! / Oralar ağzına kadar dolu / Alabildiğine de pahalı. / Örneğin Zincirlikuyu’da / Bir mezar 750 milyona. / Burası nispeten ucuzluk, / Ortada kalma tehlikesi de yok. / Hayır, dua istemez / Dediğim gibi, beni Datça’ya gömün / Şu deniz gören mezarlığın orda, / Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!"

Sevgiler
Billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails