10 Aralık 2009 Perşembe

YARALISIN-ERDAL ÖZ


Yaralısın kitabı tahmin edeceğiniz üzere Orhan Kemal Roman Ödülü almış romanlar arasından benim seçtiğim bir kitap. Bu kitabı okurken pek çok düşünceye daldım ve kitabın bana çağrıştırdıklarını düşünmekten ve düşündüklerimle ilgili başka şeyler okumaktan dolayı okunması kolay ve akıcı olan kitap uzun zaman elimde dolaştı durdu.

Kitabın yazarı CAN Yayınevi’nin kurucusu 1935 doğumlu Erdal Öz Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş. Sanırım bunda babasının ceza reisi olmasının da etkisi büyük. Babası Şefik Öz’ün oğlunun Erdal İnönü ile aynı adı taşımasını istediği için Erdal koymuş.



Sonra çeşitli işlerde çalışmış; Türk Dil Kurumu Yayın Kolu ve Türk Sinematek Derneği Ankara Şubesi’’nde görevlerde bulunmuş. 12 Mart 1971 yılında çeşitli kereler tutuklanarak yargılanmış.Rasgele adlı şiirinin 1952 yılında Kaynak Dergisi’nde yayınlanması ile başlayan edebiyat yaşamı çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, öykü ve eleştirilerinin yayınlanması ile devam etmiş ve “A” dergisini kuranlar arasında yer almış.

12 Mart döneminde hukuk dışı uygulamalarla karşılaşan tutukluların yaşamlarını, bu yaşam kesitlerinde savaş veren kişilerin yalnızlaşmasını ve yabancılaşmasını, ayakta kalabilmek için tutundukları umutları gerçekçi bir biçimde vermeye çalışmış. 2006 yılında ise hayata gözlerini yummuş.



Erdal Öz pek çok eser vermiş ve bunlardan bazıları da ödüle layık görülmüş; ilk öykü kitabı `Yorgunlar ile ilk romanı `Odalarda` 1960`ta yayımlandı `Kanayan` (1973) adlı öykü kitabı, `Deniz Gezmiş Anlatıyor (1976) adlı anı kitabı, aynı konunun genişletilerek işlendiği `Gülünün Solduğu Akşam` (1986) adlı anı kitabı bunlardan birkaçı.



Ayrıca `Sular Ne Güzelse (1997) adlı öykü kitabı ile 1998 Sait Faik Öykü Ödülü’nü aldı. son öykü kitabı `Cam Kırıkları` (2001) Sedat Simavi Öykü Ödülü’ne değer görülmüş. Öz`ün 1971-1972 yılları arasındaki cezaevi anılarından oluşan eserinin ismi ise`Defterimde Kuş Sesleri.



Erdal Öz’ün anısını yaşatmak için ailesi ve Can Yayınları tarafından her yıl bir şair ya da yazara verilmek üzere Erdal Öz Edebiyat Ödülü verilmesi için adım atılmış ve ilk ödül de 2008 yılında Gülten Akın’a çağdaş Türk şiirinin günümüzde ulaştığı düzeyi yansıtma niteliği, şiire verdiği emek ve son yıllarda kendi şiirinde yarattığı yenilikler nedeniyle verilmiş.



Doğan Hızlan’ın 29 Mart 2005 yılında Erdal Öz’ün doğumgünü kutlaması nedeni ile yazmış olduğu yazıda “Erdal Öz ne yaptıysa her zaman onun içine kuşağını katmış, başarıyı onlarla birlikte kazanmaktan ayrı bir zevk duymuştur ve 1950 Kuşağı'nın iyi bir yazarıdır, iyi bir yayıncısıdır” diye bahsetmiş kendisinden. Bu doğumgününde de kendisine Tahsin Yücel tarafından Nobel Ödülü takdim edilmiş!

Ayşe Sarısayın tarafından “Unutulmaz bir Atlı Erdal Öz” adlı biyografik eserde Erdal Öz’ün hayatı bize sunuluyor. Kitabın sunuş bölümünde Erdal Öz için arkadaşlarının duygu ve düşünceleri yer alıyor :

"Erdal Öz çalışmak demek. İlericilik, çağdaşlık demek. Kültür, edebiyat, duygularını iyi ifade edebilmek demek. Dostluk demek”.

“Açık ve net bir adamdı, hiçbir zaman brüt bir tavrı olmadı. Dürüst, sevimli bir insandı. Bir Alman atasözündeki gibi: Onunla aynı sipere girerim!”.

“O herifi çok seviyorum! Sol ideolojiyi benimsemiş, meseleye insan açısından bakan, çok sevdiğim, değerli bir arkadaşım.”



YARALISIN

Roman, kahramanımızın cezaevine getirilişi ve koğuşa yerleşmesiyle başlıyor. Kendisinin bir “siyasi” suçlu olduğunu öğreniyoruz. Bir tutuklamanın ve tutuklama süresince korku ve endişe dolu bekleyişlerle geçen kısa ama yıllar geçmiş gibi gelen bir süreden sonra götürüldüğü bilinmez bir yerde işkence gördüğünü öğrendiğimiz kahramanımızın geçmişi ile ilgili pek fazla bilgimiz yok. Bir takım kişileri tanıdığı veya bazı şeyler bildiği ve bir takım oluşumların içinde yer almış olduğunu sadece tahmin edebiliyoruz. Tabii en büyük suçu “sakıncalı” bazı kitapları okumuş ve bulundurmuş olmak ve düşünmek.

Kahramanımız bulunduğu koğuşta tek siyasi suçlu; Kahramanımız haricinde hepsi birer Nuri olan diğer suçlular kişiliksizleştirilmiş; Sarışın Nuri, Efendi Nuri, Gılay Nuri... Zaten Nurilerin hepsi “adi” suçlu. Romanda da bu husus Gılay Nuri tarafından kahramanımıza aktarılırken şöyle ifade ediliyor:

“…Sen siyasisin. Ayrısın… Kafan suçlu senin, kafan. Kafanı beğenmemişler anlaşılan, kafanı suçlu bulmuşlar… Bak açık söyleyeyim: Çoğumuz burada boktan suçlar yüzünden yatıyoruz. Yani işlediğimiz suçun övünülecek bir yanı yok anlatabildim mi?....Bak ne diyorlar? Ayırmışlar. Size siyasi suçlu diyorlar, bize adi suçlu. Adımızı biler ayırmışlar. Dahası var mı bunun be arkadaşım.”

Erdal Öz romanın bazı yerlerinde siyasi suçlularla adi suçlular ayrımını yaparken bana göre sol harekette yer alan devrimci kişilerle halk arasında bir türlü iletişim kurulmadığını ve bu iki grubun birbirinden kopukluğunu romandaki Nurilerden Mavzer Nuri ve Gılay Nuri ile dile getiriyor:

“Sizler okuduğunuz için suç işlersiniz, bizler okumadığımız için. Sizin bilginiz bizde, bizim görgümüz sizde olsaydı, gör bak neler olurdu o zaman. Ne siz böyle içeri düşerdiniz, ne biz. Bir araya gelemedik. Bizi kolay kolay bir araya getirmezler. Eh, işte ancak böyle mahpushane köşelerinde buluşabiliyoruz. Ne yapalım bu da bir başlangıç.”

“….. Bakma, bizler biraz eziğizdir size karşı. Bu yüzden de pek suyumuz ısınmaz size. Siz de öylesinizdir ya. …Çalımınızdan yanınıza yaklaşılmaz. Ondan sonra da kalkar bizim adımıza bizsiz kavgalara girişirsiniz. Olmaz öyle şey. Bir kere buna hem hakkınız yok, hem de bizsiz yenik düşersiniz. Asıl güç bizde….”

Romanın sonunda adını soran bir Nuri’ye kahramanımız da kendini diğer kişiliksiz ve adi suçlu sınıfına sokarak adının Nuri olduğunu söyler. Peki, nerede kaldı onca direnme, aşağılanmaya başkaldırış ve umutla var olmak için mücadele? Bu noktayı yani sonunu çözemedim. Asıl direnme ve mücadele bundan sonra başlamalıydı, burada bitmemeliydi diye düşündüm. Kendisinin “ayrı” olduğu, “başka” olduğu bu kadar vurgulandıktan sonra acaba kahramanımız Nuriler’le dolu bir ortamda eriyip gitmesi, bu farklılığın ortadan kaldırılması amacı ile tutuklanıp onlar arasına konulduğunu düşünüyor ve umutsuzluğa mı kapılıyor?



Yaralısın kimi edebiyat eleştirmenleri ve uzmanlarınca bir dönem romanı olarak nitelendiriliyor; bahsi geçen bu dönem 12 Mart 1971 dönemi. Kitabın tanıtımını okuduğunuz zaman da 12 Mart dönemindeki baskıları ve bu baskılara karşı direnişi anlattığı ifade edilmekte.

Gerçekten böyle adlandırmak mümkün mü, bilemiyorum. Çünkü bir “dönem” ifadesi geçtiği zaman romanda bariz veya geri planda o döneme ait net ve açık bazı tarihsel bilgilerin veya yaşanmışlıkların olmasını –Vedat Türkali buna örnek olabilir-bekliyorum. Belki Yaralısın 1973 yılında yazıldığı ve henüz 12 Mart Döneminin izleri ve yaraları hafızalarda çok taze olduğundan olsa gerek kimilerince 12 Mart Dönemine dair bir roman olduğu ileri sürülebilir. Ama 2010 yılına yakın bir zamanda ve geç kalmış bir biçimde okuduğunuz zaman bu romanda bir döneme ait izleri yakalamak çok kolay değil.

Bu bağlamda roman aslında biraz boşlukta duruyor. Böyle olunca da sadece işkencenin ve direnmenin hikâyesi haline geliyor. Fethi Naci 100 Yılın Yüz Romanı adlı eserinde (Adam Yayınları 1999,sayfa 543) bu durumu;

“…Hani gazeteler, tanımadığımız uzak, küçük bir ülkede bütün dünyayı ilgilendiren önemli bir olay olunca o ülkenin haritasını basarlar, sonra da o ülkenin yeryüzünün neresinde olduğunu anlayabilmemiz için o ülkeyi bulunduğu kıta içindeki yeriyle gösteren küçük bir haritayı basarlar ya, Erdal Öz’de yalnız o küçük ülkenin haritası var, o ülkeyi bütünü içindeki yeriyle göstermiyor; yani Yaralısı’nı 12 Mart bağlamı içinde vermiyor, neredeyse soyut bir işkence olayı gibi veriyor….” şeklinde ifade ediyor.



Fethi Naci’nin bu eleştirilerine katılmamak mümkün değil, gerçekten yabancı biri olarak kitabı ele alsanız hangi ülke, hangi dönem, bu dönemin özellikleri ne gibi sorularınıza cevap bulmanız çok zor. Sonra belki de Erdal Öz’ün bir dönem romanı yazma amacı gütmediğini düşündüm; belki o sadece her zaman var olan ve olmaya devam edecek acımasız bir gerçeği, işkenceyi ve buna direnmeyi anlatmak istemiş olabilir.

Yaptığım araştırmalarda kitabın dilinin çok beğenildiğini gördüm. Bana göre de dili böyle zorlu bir konunun ele alınması dikkate alındığında çok akıcı, net ve ağdasız bir dile sahip. Hikâye kahramanımızın ağzından içe dönük bir şekilde 1. Tekil şahıs ağzı ile aktarılmış. Ancak bunun yeni bir durum olmadığını dile getiren Fethi Naci bu dil kullanımının Değişme adlı romanı ile Michel Butor tarafından kullanıldığını belirtmiş değerlendirmesinde.



Yaralısın’ı okurken etkilendiğim ve aklıma yıllar öncesinde okuduğum Prof. Dr Semih Gemalmaz tarafından yazılmış Yaşam Hakkı ve İşkence Yasağı adlı kitaptan binlerce şey üşüştü. Öncelikle işkencenin sadece ve sadece fiziksel olmadığını ve bununla sınırlı kalmadığını hatırladım. Ayrıca işkencenin acı vermesinin de yapılan eylemin işkence sayılmasının bir şartı olmadığını da. Özellikle romandaki kahramanımızın evinden alınıp götürüldükten sonra bir türlü sorguya alınmaması ve 8 gün boyunca “ha geldiler ha gelip alacaklar” endişesi ile beklemesi bana bunun daha beter bir işkence olduğunu düşündürdü:

Bekliyordun, günlerdir bu günü bekliyordun… Öldürücü bir bekleyişti. ‘Ne olacaksa olsun’ diyordun ya, her sabah saat dokuzla on arasında gelip başkalarını götürdüklerinde, götürülenlerden biri olmadığın için garip bir boşalma, rahatlama duyuyordun, sevinçle üzünç iç içe oluyordu sende….”

Bu bekleyiş aklıma “ölüm bekleyişi olgusunu” getirdi. Bu olgu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen bir dava sonucunda hükme bağlanan ve Soering Vakası olarak bilinen bir başvuru üzerine irdelenmiştir. Ölüm bekleyişi olgusu ile kast edilen ölüm cezasına mahkûm edilen birinin mahkûm edilme tarihinden bu cezanın infazına kadar geçecek sürede mahkûmun içinde bulunduğu durumun sorgulandığı ve bu sürenin uzamasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 3 uyarınca insanlık dışı ve aşağılayıcı bir muamele bir başak deyişle bir nevi işkencedir. Aklıma ölüm cezası ve bunun yaşam hakkının bir istisnası olduğunu hükme bağlayan bir sürü metin de geldi ve ölüm cezasını da sorguladım durdum.

Semih Gemalmaz’ın kitabında alıntı yaptığı Faruk Erem’in [Bir Ceza Avukatının Anıları Ankara, 6. Bası, sf:9 -ki mutlaka okunmalıdır.] konu ile ilgili ifadeleri de yüreğime oturdu:

“...Adam bir sigara istedi. Bende yoktu, veremedim. Başkası verdi. Sonra bana döndü. Elimi tut dedi, tuttum. Adam soğuyordu. Eğer insanın nasıl soğuduğunu bilmezseniz, ölüm cezasını cesaretle savunursunuz. Öyle ya, herkesin ısısı kendisine.”

Bu roman yazıldığı dönemde okunmuş olsaydı ya da en azından daha önceleri çok etkileneceğim bir eser olurdu. Ancak yazıldığı dönemi dikkate aldığım zaman gerçekten sarsıcı ve cesur bir kitap olduğuna şüphe yok. Okurken ölüm, yaşam hakkı, işkence, ölüm cezası gibi pek çok konuyu düşünmeme neden oldu. Ancak sarsılmadım, neden bu kadar etkilenmedim; yaralara ve yara almaya alışkın olduğumuzdan mı ya da sonunda bunu da kanıksayıp kabullendiğimizden mi acaba? Bilmiyorum, sadece işkencenin her türlüsünün korkunçluğunu ve bunu yapanların/yaptıranların acizliğini, işkence yaptıktan sonra hayata nasıl devam ettiklerini düşünüyorum.

Yaşar Kemal Yaralısın ile ilgili olarak " İyi bir romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini Erdal Öz'ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım... Ve insan bu romanı okurken insanlığından, yaşamından,konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra savaşsa savaş, ölümse ölüme eyvallah ama işkenceye!..." diyor.

DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN. HER BİREYİN YAŞAM HAKKI VARDIR VE BU HAK DİĞER TÜM HAKLARDAN ÖNCELİKLİDİR.

Sevgiler
Billur

1 yorum:

Gulda dedi ki...

Yazın çok güzel olmuş, burada okuyunca kitabı çok daha iyi hatırladım. Çok teşekkürler.

Ben Erdal Öz’ün hem çok iyi bir yazar hem de çok başarılı bir yayınevi sahibi olduğunu düşünüyorum. Can Yayınları, Erdal Öz sonrası eskisi kadar parlak değil, Umarım kısa süre içinde eski gücüne geri dönerler.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails