6 Ocak 2011 Perşembe

BİR AN BİN PARÇA-ENVER AYSEVER

Gülda! Enver Aysever “Biriymiş”… Peki Ama Kimmiş?
Ben cehaletimi itiraf ediyorum ki Enver Aysever’i ilk defa 2010 Orhan Kemal Roman Ödülü’nde yaptığı konuşma sayesinde tanımıştım ve oradaki konuşmasını da çok beğenmiştim. Kendisini orada gördükten kısa bir süre sonra işe giderken ofisimin neredeyse karşısında olan Remzi Kitapevi’nin önünden geçerken vitrinde “2007 Yunus Nadi Roman Ödülü- Bir An Bin Parça adlı bir kitap görünce içeri girip almış ve kapı önünde duran Remzi Kitap Gazete’sinde de yayın yönetmeni olarak resmini görünce ofise koşturarak gitmiş ve Gülda’yı aramıştım: “Gülda Enver Aysever var ya? Biri…”



Kısa bir araştırmadan sonra Mimar Sinan Sosyoloji mezunu olan Aysever’in uzun yıllar gerek yönetmenlik, gerek oyun yazarlığı yapmak suretiyle tiyatro sanatına emek verdiğini, çeşitli gazetelerde yazılar yazdığını ve SkyTürk adlı televizyonda program yaptığını ve Birgün ‘de yazdığı "Cihangir’in Liberal Çocukları" başlıklı yazı nedeni ile çalkantılara sebebiyet verdiğini öğrendim. Şimdi de CHP Parti Meclisi Üyesi ve CHP’nin Yeni Yüzlerinden Biri…



Gülda! Aslında Başka Bir Roman Okuyacakmışız…

Evet. Kitabın ilk cümlesi “ Aslında bir başka roman yazacaktım ben” diye başlıyordu elime aldığımda ve “ Peki ne oldu da birazdan okumaya başlayacaklarım yazıldı” merak duygusu beni sarmalayınca ilk 130 sayfayı soluk almadan okudum.



Tiyatroya Sığınan Yalnızlaşmış Ali

Aslında başka bir roman yazmak üzere eline kalemi alan, bu her ne kadar okuru ilgilendirmese de bunu itiraf eden bir tiyatro adamı Ali ile karşılaşıyoruz romanın başında. Tiyatronun neredeyse tek gerçekliği olan veya olmasını delice arzulayan Ali’yi bu serüvende büyük bir başarısızlığı tatmış olmanın verdiği bir bunalımın eşiğinde buluyoruz. Tiyatro Ali için dediğim gibi tek gerçeklik…

Yaşadığımız dünyadaki, insanlar arasındaki kopukluk ve iletişimsizliğin, uzlaşılmazlığın tek gerçeklik olmasına dayanmayan Ali için tek gerçek dünya Tiyatro . Kendine ve olaylara dışarıdan bakabilmeyi sağlayan tiyatronun verdiği heyecanı ve verdiği doyumu Rus Ruleti ve sevişme ile eşdeğer tuttuğunu itiraf eden biri Ali.

Tiyatronun bir kendisi için bir tercih değil de bir zorunluluk olduğunu söyleyen Ali çaresiz olduğu ve kendisini sorguladığı zamanlarda belki de tiyatronun başka hiçbir şey yapamayanların zorunlu tercihi olduğunu da dile getiriyor.

Ölü bir ağabeyin ağırlığının çöktüğü, annesinin babanın da ölümünden sonra kendisini bıraktığı ve acıları içinde gelgitlerle dolu dünyasına gömülüşüne dayanmayan Ali, annesinin evlat acısının getirdiği kara delikten ötesi olmayan dünyasını olabildiğince aydınlatmak için çırpınma kararı almıştı ve bunun beraberinde getirdiği tutsaklığını aşmak için belki de bir özgürlük yolu olmuş tiyatro, Ali için. Ama bir şekilde hüsranla sonuçlanmıştır son oyunu.

Kırgındır ama tiyatrosuz olmaz, o hayatta oynanan oyunları değil, tiyatro sahnesindeki oyun ve hayatları istemektedir. Tiyatro Ali’nin dünyasıdır ya... Herkesten aynı rüyayı görmelerini istemiştir.Ama işte bu noktada yanılmıştır Ali….”BİR DÜŞÜ YALNIZ BİR KİŞİ(nin) GÖRÜR(düğünü) VE BU DÜŞ(ün) ANLATIL(a)MAZ” olduğunu geç anlamıştır.

Bu noktada romanın diğer iki kahramanı daha devreye girdi: Ali gibi tiyatro heveslisi Seda ve Arif. Yeni bir oyun için Ali’yi zorlayan bu iki genç üniversiteliye bir süre sonra karşı koyamaz Ali. İçin için yeni oyununa da inanıyordur hani. Yazgısının değişeceğine dair bir umut vardır içinde. Zaten tiyatroya başladığından beri de zor olmayan bir günle karşılaşmamıştır.

İki Kalas Bir Heves Olmayacak Kadar zor iştir tiyatro ama zaman zaman iki kalas ve kursakta kalan bir heves de olabilmektedir. Bu yeni umutla çevresindeki yeni ve belki de aynı düşü gören Seda ve Arif de olduğu halde köşesine çekilmiş saygın tiyatro sevdalısı olan Ahmet Cevdet Bey, Kamil Şükrü, Peri, Perihan Hanım da kış uykularından sıyrılarak Ali’nin yanında yer almaya başlarlar…



Bir Peri Kız…

Ali, kısaca Arif ve Seda ve diğerleri ile tanıştıktan sonra bir diğer kahraman çıktı karşıma ve kendi hikâyesini başladı kendi ağzından anlatmaya. Bu anlaşılan romandaki asıl kızdı: Selma nam-ı diğer Ali’nin Peri’si. İzmir’li bir kızdır Selma. Babası avukattır ve paranın sağlayabileceği en iyi eğitimi almıştır, hep korunaklı bir hayatı olmuştur, hep istemeden, arzulamadan, savaşmadan bir şeylere sahip olmuştur.

İstemeyi bilmemektedir. Herşey önünde hazır edilmiştir. Neredeyse hayat bile… AMA Selma bu gidişe bir darbe vurmayı istemektedir (gerçekten mi?.) İstanbul’a gitmek ve hukuk okumak olanağını elde etmiştir ki bu İzmir’de korunaklı ama sahte çevresinden, aslında kopuk hayatlar ve anlar yaşayan ailelerin bu kopukluğu yok etme çabalarından biri olan Pazar sabahı kahvaltılarından uzaklaşma imkânı verecektir kendisine. Gelgitler içindedir ve Ali onu hiçbir şeye şaşırmayan biri olarak nitelemektedir.

Bu doğru mudur gerçekten? Roman boyunca düşündüğüm, Selma’nın aslında ilk başlarda her şeyden deli gibi korktuğu ve şaşırdığı oldu. Güvensizliğini, içinde çıktığı sahte dünya ile gerçekler arasındaki dengeyi kuramamasının yarattığı şaşkınlık ve dengesizlik, düşününce çok daha anlaşılır geldi. Belki de her şey hazırdı onun için ve bu onu umursamaz ve nasıl gelirse öyle yaşarım noktasına getirmişti. Yoksa bunca boş vermişliğin ve hayatı savurgan yaşamasının ne gibi bir anlamı olabilirdi?

Seda sayesinde Ali’nin yöneteceği yeni oyuna bir şekilde ucundan bulaşan Selma bana göre Ali ile karşılaştığında başka bir korkuya kapılır. Kendi rüzgâra savrulmuş yaprak gibi orada oraya savrulurken Ali kendisini ifade etmenin yolunu bulmuş, bir amaç uğruna yenilmeye doymayan pehlivan gibi yeniden ve yeniden ayağa kalkıp umutlanabilen biridir. Bu etki ile Selma ile Ali yakınlaşsa da aşklarını ne Selma’nın bu şaşkınlık dolu hayranlığı ne de Ali’nin umutları kurtarabilir. Zira ikisi de kendi hayatlarının açmazları içine sıkışıp kalırlar.

Ali Selma’nın burjuvalığının verdiği etki ile herkesi kendinden uzakta tutan, mesafeli duruşu karşısında, Ali Selma’ya yakınlaştığını sansa da aslında uzaklaştığını anlamaz, o bir peri kızı ile birlikte olduğunu düşünmektedir.

Tiyatro konusunda bu kadar tutkulu hatta bu anlarda sahici olan bir adamın kendisi ile olan ilişkisinde sahiciliğini kaybetmesi ve ona ulaşamaması Selma da Ali’ye karşı bir anlık tutku duymasına neden olsa da Ali’nin dünyasına giremez, Ali sunulanla yetinen, ölçülü bir adam olarak karşısına çıkar ilk tensel yakınlaşmalarında ama Ali’de sahip olduğu tutkuyu göremeyen Selma, zaten kendisinde olmayan arzuyu kaybediverir bir anda. Bu da parçalanmayı beraberinde getirir.

Eski Tüfek Solcunun Kızı ve Köy Enstitülerine Yaraşan Arif

Seda, Selma’nın hayatına kayıt esnasında ona yardım teklif ederek girer. Tanpınar’ın Huzur’undaki İstanbul’u bulacağını düşünen Selma İstanbul gibi tuhaf bilmeceleri olmayan kent Ankara’dan ideallerini, adaletin dağıtıcısı olarak geçmişte yapılan tüm adaletsizlikleri sileceğine inanarak gelen bir kızdır.

Seda hiçbir hedefi olmayan, metanın tutsağı olmayan, adalet adlı düşün peşine düşen emekçi Kara Şefik’in kızıdır ve bununla da gurur duymaktadır. Düşünceleri ve adaleti gerçekleştirmeye yönelik mücadeleci yanı ile babasına tutkun olan Selma, sonradan idealist, ulusçu, aydınlanmaya açık Arif ile karşılaşır ve hem Seda hem de Arif’in varlığı belki de Üç İstanbul’u hatırlatan türlü entrikalarla dolu olması rağmen onun İstanbul’a bir başka gözle bakmasına neden olur.

Ama bunlardan önce üniversite ilan panosunda gördüğü bir iş ilanı onu Türkiye’nin onulmaz bir yarası olan 6-7 Eylül olayları, azınlıkların durumu ve önyargılarla dolu bir geçmişe götürür. Bu ilanda Rum bir hanımın mazi ile ilişkisini biçimlendiren eşyalarını derleme toplama işi Seda’nın başka hayatlardaki minör yalnızlıkların majör mutsuzluklar doğurduğunu anlamasına da araç olacaktır.

VE DİĞERLERİ

Ahmet Cevdet Bey romanda karşıma anlı şanlı bir sanat yaşamı olmuş ama şimdi köşesine çekilmiş bir tiyatrocu olarak karşıma çıktı. Özellikle tek yoldaşı eşinin onu yapayalnız bırakıp gitmesinden sonra onun yokluğundan varettiği eski günlere sığınmış ama her zaman tiyatro yapmaya hazır bir oyuncu olarak, olgun, güngörmüş, saygın ve oturaklı.

Ama ben en çok İkinci Rollerin Adamı Kamil Şükrü’yü sevdim. O da Erken Kaybedenler’den idi, belki de ondan. Kendi deyimiyle ikinci rollerin adamıdır. Çünkü zoru sever belki de ondan. Çünkü abartısız olmak, gerçek olmak, hem sahnede olmak, hem de kaybolmak, birini yıldız yapmak, onu taşımak ve buna rağmen izleyicide iz bırakmak… Sanırım Kamil Şükrü’yü Şükran Güngör’ü sevdiği için de sevmiş olabilirim, bilmiyorum ama bence en sahici karakterlerden biriydi romanda. İkinci rolde ama gene de iz bırakan cinsten.

Dilini de Yüreği gibi Mühürlemiş Perihan Hanım ise romanda hikâyesini kendi ağzından anlatmayan ancak Kamil Şükrü ile yaşamış olduğu derin aşkın son bulması ile sessizliğe mahkûm etmiş birinden öte olarak uçuk ama buruk bir tat bıraktı bende.

Plazaların Güvenliğine Sığınmış, Herşeyi ve Herkesi Kadınlığı İle Ezen Avukat Arzu. İşte bu karakterin karşıma çıkması bende romanda zaman zaman hissettiğim ama görmezden geldiğim rahatsızlığın cevabı oldu. Romanın ilk 130 sayfasına gelene kadar ki bu sayfa Kamil Şükrü ile tanıştığım yerdi, romandaki her karakterin ağzından yapılan genellemeler beni ara sıra dürtse de bunu o karakterin özelliğine bağlıyordum, alttan altta verilen mesajlar insanın yüzüne çok çarpmıyordu ama bu Avukat Arzu karakteri ile romanda vurgulananlar adeta bir çeşit herkes için geçerli olan tespit niteliğini alınca romanın rengi değişti.

Gülda! Bir de Sen Okur musun Lütfen…

Diye bir telefon görüşmesi yapıp Gülda'nın saatlerce başını şişirdim ve kitabı okumasını istedim. Çünkü mensubu olduğu meslek grubu ile ilgili en ufak bir tespitten ve/veya eleştiriden rahatsız olup Türkiye Barolar Birliği’ni ayağa kaldıran bir avukat olmak ve komik durumlara düşmek istemiyordum açıkçası.

Ancak benim rahatsızlık duyduğum şey romandaki karakter ile belirli bir düzeni ve sistemi eleştirirken belirli bir çerçevenin ve çemberin içine sokuşturulmaya çalışılan ve “bu böyledir” gibi dayatılan tespitlerdi. Özellikle daha sonra 12.10.2006 tarihinde Ayça Tezer’e röportaj veren Aysever’in aşağıdaki ifadelerini okuyunca açıkçası biraz daha sinirlendiğimi ifade etmeliyim.

Plazalarda tatmin sorunu yaşayan, ruhsal açmazları olan, sağlıklı ilişki kuramamış, iktidar çatışmaları içinde olan yüzlerce Arzu var. Plazalar kapıdan içeriye girdiğin zaman kendin gibi olmamayı gerektirir. Çünkü sanki başka bir ülkenin içine girmiş gibi olursun. Olağanüstü korumalar yaşar kişi. Hatta insanın doğasına aykırı bir kontrol mekanizmasını yaşar. Eğer orada çalışıyorsanız, oranın dilini, kültürünü, ilişki biçimini benimsemek zorundasınız. Plazalarda çok garip bir ruhsal şiddet olduğunu düşünüyorum. … Bugün, Türkiye dünyanın en garip ülkelerinden biri. Kapitalist rejim karşıtı bir İslami iktidar söz konusu, bir yandan da plazalar, şehvet âlemleri, çıkar ilişkileri... Bütün bunları bir araya koyduğunuzda bir travma oluşuyor. İşte benim derdim bu travmayı anlatmaktı. Arzu bir iktidarı elde etmiş, bir plazada üst düzey yönetici olmuş bir kadın. Benim için önemli bir özelliği de hukukçu olması. Bunu bilerek yaptım. Çünkü Türkiye'deki birinci sorun hukuk sorunudur. İkinci sorun iktidar ve ekonomi sorunudur. Erkek egemen toplumda bir kadın olarak bunları elde etmiş olmak bir başka durumu doğurur. Böyle bir kadınla diğer insanların yolu bir kurgu içerisinde kesişirse hepsinin yaşamını öyle ya da böyle etkiler diye düşünüyorum. Arzu da aslında bu iktidar savaşında elde ettikleriyle hesaplaşıyor.

Arzu karakteri ile ilgili bu kadar hışım için olmamın tek nedeni karakterin icra ettiği meslek ve bu mesleğin yürütülüş biçimi aracılığı ile ülkemizin en önemli sorunun hukuk olması arasındaki bağlantıyı iyi kuramamış olmasındandı.

Ayrıca erkek egemen bir toplumda güç sahibi olmuş kadınlar ile karşı karşıya kalacak olan kişilerin ama özellikle erkeklerin “sorun” yaşamasının işin doğası hatta kaçınılmaz olduğunu dile getirmesi ise bence –belki biraz ileri gidip abartıyorum ama- Cihangir’in Liberal Çocukları” başlıklı yazısındaki genellemeler ve etiketler yapıştırması kadar kötü duruyor romanın içinde.

Aysever’e kitabın 207. Sayfasında zikrettiği şu cümlesine de katılmadığımı ifade etmeliyim : “Babasının ofisinde çalışan koca adamların, el pençe divan bir şekilde “hazır ol” da karşılamalarını, babasının sinirlenme hakkı olup da, bu adamların seslerini bile çıkarmaya hakları olmayışını….anlayamıyordu bir türlü…….Üstelik bu adamlar veya kadınlar yüksek adalet değerleri taşımakla yükümlüydüler…”

Her hukuk eğitimi alanın “hukukçu” olması ve kendiliğinden adalet dağıtmakla görevliymişçesine tanımlanmaması gerektiğini, meslek kuralları ve o an geçerli olan ahlak kavramları çerçevesinde mesleği icra etmenin ötesinde kural olarak bir yükümlülük altında olmadığını, sürekli mazlumu savunma durumunda bulunmadığını –ki kime ve neye göre mazlum - noktasından başlayan bir tartışma yapmanın burası yeri değil ancak belirli simgeler üzerinden –evet haklılık payı var ama çok klişe- nefret kusarak bu kalıpların içinde hukuk yaratılamayacağını ve uygulanamayacağını söylemek, bir mesleği icra eden kişi ile ülkede yaşanan hukuk sorunları arasındaki en önemli yoksunluğun sanki sadece kişisel ahlaki değerlerden yoksun olunması noktasına dayatarak dikkat çekmeye çalışılmasında kocaman ve altı çizili genellemeler yapılması yolunun seçilmesi –fikir ve tartışma noktasında haklılık olsa bile- bir edebi metinde yavan ve çiy duruyor, diye düşünüyorum.

Aysever’in tespit yaptığı hususların dile getirmek istediği konulardaki katkısının olmadığını savunmamakla birlikte bunların roman içine yedirilememiş olmasını biraz bu konudaki kaleminin zayıflığından biraz da romanın temelinde yatan en önemli sorun olan Türkiye’deki her temel sorundan, her ahlaki çöküntüden, tarihimizi ve toplumumuzu şekillendiren veya özünü ortaya koyan her olaydan bir tutam bahsetme çabasından kaynaklanıyor, bana göre.

Örneğin; Selma’nın bulduğu kısa süreli iş nedeniyle yüzyüze geldiği 6-7 Eylül olayları, Ali’nin bir oyunun sahnelenmesi için Tunceliye gittiğinde karşılaştığı yalın ve çıplak gerçekleri okurken “bu konunun ne alakası var” yorumu yapmanıza neden olduğu gibi, 6-7 Eylül olaylarından bahsedeceksen bari YENİ bir yerinden , bakılmamış bir pencereden verilmesine dair olan beklentinizin boşa çıkmanıza neden oluyor.

Aysever’in bu genellemeler romandaki mekan kullanımları ve o mekanlardan gelenler arasında bile bir paralellik olduğu noktasına bağlanıyor. Dikkatle baktığınız zaman memur ve bürokrat, düşünce ve okur insanlarla dolu Anadolu’ya yakın bir Ankara ve Selma, hep gavur damgası yemiş, burjuva olmaya daha yatkın kendine özgü rahatlıkları ve özgürlükleri olan İzmir ve Seda, çılgın bir canavar gibi herkesi ve her şeyi yutan bir İstanbul’da herkes ve Arzu…

Her ne kadar şehirler, o şehirlerde yoğurulanlar ve arkasındaki simgelerin neler olduğu düşününce hoş gelse de roman genelindeki tavır nedeni ile bu mekan kullanımları bile göze batar hale geliyor sonunda...

TÜM PARÇALARI TOPARLAMAK GEREKİRSE…

Bir An Bin Parça bir andan biraz fazlasını anlatmakla birlikte aslında bir anda bir arada olanların nasıl binbin parçaya bölünerek dağılacağını ve uzaklaşacağını ve belki de aslında hiçbir zaman o anda gerçekten orada olmadıklarını anlatıyor.

Hepimiz yan yana, omuz omuza olduğumuz zamanlarda bu yanyanalık ne kadar gerçektir, kimse bilmez ve bilmek istemez. Küçük bir çarpmayla şekli bozulan, dağılan bir puzzle’ın parçaları olmayacağımızı kimse sorgulamak istemez. Dünyada olan biten her şeyin izlendiği, kaydedildiği ve haberinin alındığı ve İletişim Çağı diye nitelendirilen bir ortamda insanlar arasındaki bunca kopukluk ve iletişimsizlik nasıl bu kadar derin olabilir.?

Bir anı, ortak bir amacı paylaştığınız ve bir umuda yelken açtığınız anda bir araya gelen insanlar nasıl bu kadar yakın ama bir o kadar birbirinden uzak durabilirler? Nasıl insan karşısındakini derinden anladığını zannederken aslında sandığı kişi ile alakası olmadığının ayırdına acıtıcı bir biçimde varır? Yoksa bu karşımızdaki insanı anlamaya çalışmaktan ziyade onu hep bildiğimiz kalıplara sokmaya çalışmaktan mı kaynaklanmaktadır? Belki de bir insanı anlamak ve gerçekten iletişim kurmak mümkün değildir. Öyle midir gerçekten?

Roman boyunca aklıma gelen ve beni düşünmeye iten düşünceler silsilesi bunlardı. Kendi iç dünyalarını kendilerine bile dile getirmekten uzak birkaç insanın aslında tamamen kurguya dayanan bir atmosfer içinde birbirlerine ve belki de hayata yaklaşma ve tutunmaya çalışmalarını ancak gerçekle kurgudan örülü tiyatro dünyası arasında sıkışıp kaldıklarını akıcı ve çarpıcı bir dille sunuyor roman bize.

Bu noktada yiğidi öldürüp ama hakkını vermek gerekirse; her ne kadar genellemeler, klişe ve sıradan veya daha önce tespiti yapılmış ve söylenmiş olan pek çok husus olsa da Aysever’in duygusal gelgitleri anlatması ve romanın tamamı boyunca akıcı, rahat ve zaman zaman vurucu betimlemelere imza atmada kullandığı dil ve tanımlamalar gerçekten çok güzel. Bu akıcılık romanın hemen içine girmenizi sağlıyor ve başta müthiş bir etki bırakıyor.

Romanda beni etkileyen ve şaşırtan en önemli şey açıkçası hikâyenin anlatımı konusunda izlenen yol oldu. Romanda her karakter kendi hikayesini ve yaşamı içinde karşı karşıya kaldığı olaylar ve kişiler ile ilgili her şeyi kendi ağzından anlatırken ayrıca dışarıdan dahil olan ve karakterin öncesi, şimdisi ve sonrası ile ilgili yorumlarda bulunan ve sübjektif bir yaklaşımdan objektif bir anlatıma doğru giden tekniği oldu.

Ayrıca kitabın adı ve anlatılan hikâye ile ortaya konulan ve sergilenen parçalanmışlık insana romanın sonunda adıyla müsemma dedirtiyor gerçekten ve düşündürtüyor: HEPİMİZ BİR BÜTÜNÜN PARÇALARI MIYIZ yoksa PARÇA PARÇA MIYIZ?

Sonuçta; Aysever’in her şeyden dem vurayım tarzı ve zaten herkesi ve her şeyi bir öfke patlaması ruh hali içerisinde çemberlerin içine sokuşturma huyu olmasa bir ilk roman için başarılı denilebilir, kanısındayım.

Sevgiler
Billur

Sonuna kadar okuyana NOT:Avukat Arzu ile ilgili kısımlarda umarım neye öfkelendiğimi biraz olsun ifade edebilmişimdir, diyorum. Yazacak çok şey vardı ama koskoca hukuk sorununu sadece bu karakter üzerinden vermeye çalışmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tamam kesiyorum. Aslında bu yazı 10 sayfa idi ama…Tamam kesiyorum.

3 yorum:

Gulda dedi ki...

Billur, bu romanı böyle ön yargısız ve yansız bir şekilde anlatmana son derece hayranlık duydum, bilmeni isterim. Ben senin kadar sakin kalamadım, kusura bakma:)

Romanın çok güzel cümleleri ve tespitleri olduğunu inkar etmiyorum. Hatta bir hususla ilgili çok sinirlenmişken, senin kitaptan alıntıladığın “Bir düşü ancak biri görür/Bir düşü hepimiz aynı şekilde yaşayamayız.”sözün üzerine epey sakinlediğimi de söylemeliyim. Ama, ama, ama…

“Genelleme yaparken çok dikkatli olmak gerekir, çünkü insanı çok kolay yanılgıya sürükleyebilir” özlü bir düşünce biçimi var. Genelleme yapmamaya çok dikkat etmeyi denerim. Biteviye genelleme yapan insanlardan da ayrıca çok rahatsız olurum.

Aslında bir şekilde yine böyle de genelleme yapmış oluyorum ama başka türlüsüne daha aklım yetemiyor :)

Dolayısı ile bu kısım enikonu genelleme. Galiba “Bir An Bin Parça” yı etiketledim.

Romanda bir sürü konu var ama hepsi eksik kalmış. Yazara sayfa sınırlaması mı getirilmiş? hiç anlamadım. Roman benim yaptığım, senin içemediğin çaylara benziyor. “Az vakitte hazırlayıp, çok çok çay katıp, hiç demlendirmeden koyultup servis ettiğim türden.”

Romanda çok ciddi maddi hatalara sebebiyet veren genellemeler var. Hem de türlü türlü:

Mesela Selma’nın üniversitedeki panoda bulduğu iş, bence maddi hata. 6-7 Eylül olaylarının tanığı, çok yaşlı, görmüş geçirmiş bir kadının, tüm geçmişini yakmak(!) isterken bunu bir panoya mesaj bırakarak yapması olmamış. Yazar, Selma ile o kadını karşılaştırıp “bak ben bu konuda da hassasım” hissini vermek ve bu konuya da dikkat çekmek istemiş olabilir ama tanışma biçimleri son derece sakil kaçmış. Aynı apartmanda oturabilirlerdi, “bir an” bir yerde karşılaşabilirlerdi, daha da güzeli “binlerce parça” nın bir kırığında buluşabilirlerdi… Olmamış çünkü aceleye gelmiş. Olmamış, çünkü Enver Aysever’in dili çok kuvvetli ama bakış açısı çok sabit.

Anlatıcılar/bence yazar; öyle sabit fikirli ki, İzmir, İstanbul, Ankara farkını kadınlık üzerinden vermeye çalışırken son derece rahatsız edici bir genellemeyle/üslupla yapıyor. Öyle kalıpçı ki, tüm roman boyunca; bütün avukatlar, “hukuku kullanıp”, adalet üzerinden zenginleşmiş ve çürümüş, tüm sigortacılar kadın satıcısı, plazalarda çalışmaya zorlanan herkes köle, tüm tiyatrocular/tiyatro âşıkları bir çeşit nefer, Anadolu’daki herkes ezilmiş ve masum hissi veriyor.

Diğerleri kadar öncelikli karakterlerden biri olan Perihan Hanım’ın dili ya da yüreği mühürlenmiş olabilir ama zihni de mi mühürlenmiş? İki satır; onun da, neden orada olmayı tercih ettiği, onun dilinden anlatılamaz mıydı? Etiketlemeye gelince sayfalarca yaz, gerçek bir kalp kırgınlığı ile ilgili konu olunca onu sessiz bırakmayı tercih et. O da olur olmasına ama böyle tatsız olmaz…

Tunceli bölümlerine, oradaki “gerçek” kadınla ilgili kısmı zaten geçiyorum. Kadınlık halini anlatamamanın küllüm romanı tıkadığına inanıyorum.

Benim çok acayip bir üst kat komşum var. Kendisi öyle enteresan ki, eşyalarını yukarıya taşımaya yardım eden türbanlı bir kadına, “teşekkür etmek” yerine; “niye başını örttün, maymuna benzemişsin” diye azarlayan/ayar verir, yetinmeyip bunu övüne övüne anlatır. Aşağıdaki komşumuzun da travesti olduğunu öğrendiğinden beri uyuyamıyor. Hem ahlak bekçisi hem de tehdit altında…

Enver Aysever de bu teyze/komşu kıvamında düşüncelere sahip bir yazar. Ve ben, en az diğeri kadar, bu zihinlerden de ürküyorum.

Çok mu ağır oldu? Ben de genelleme yaptım, ben de etiketledim. Bunu yaparken de Bir An Bin Parça’nın yanına yaklaşamadım bile.

Adsız dedi ki...

BU sayfayı Enver'e okutmalıyım...
Bu kitabın kapağını birlikte kararlaştırmış, ben PC den yayına yollamıştık. Ben de okudum kitabı ama hiç böyle okumamışım. Belki yazar ile olan hukukumdandır. Hukuk dedim, 'Arzu' değil.
Kızmayın yani.
mehtap

Adsız dedi ki...

Enver Ayseveri Cuma günü Londra'da izledim ve hayal kırıklığına uğradım...Alaycı, cinsiyetçi tavırlar ve sözlerle espri yaptığını sanan ve kendisinin sanırım devrimci olduğuna inanan birisi. Deniz Gezmişlerin ve Nazım'ın ve başka devrimcilerin isimlerine yakışmayan tuhaf bir kumpanya, neden izleyici sayısının az olduğunu anlamakta gecikmedim. Tarihi öğrenmesi gerek,,Demlenmesi gerek, sürekli onu bunu suçlama, başkalarının inançlarıyla (kilisede oldu Show) dalga geçeceğine daha yaratıcı olabilir..Ekibindekilere de alaycı ve cıvık tavırlarla yaklaşıyordu, bunun adı Show ise ben yokum..sanatçı yaratıcı olmalı, işaret parmağı ile gösterrmeden, kendisini ve fikrilerimi ifade edebilmeli..Kadınlığıma ve sosyalistliğime saldırı hissettim. Ekibindeki iki güzel yetenekli kadın yakında giderler bence...Sanırım aklınca Ferhan Şensoy'u taklit ediyor. Ama Ferhan Şensoy dönemi bitti...Yine de başarılar dilerim

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails