“Uyuşmuş yaşlı bir kokana gibi son derece dikkatli bir şekilde dudaklarımı bu akışkan yanardağ lavına değdiriyordum ve… Ey o müthiş etkinin şiddeti! Ağzın içinde bir biber yanması ve zincirlerini koparmış bir sürü unsurun aniden patlayıp yayılması; ağızdaki organların hiçbiri artık varlıklarını sürdürmüyorlar, ne dil var, ne damak var, ne yanakların içi, ne de ağız mukozası: sadece içimizde başlayan ve ortalığı kasıp kavuran bir kara savaşının her şeyi yerle bir ediyormuş duygusu. Hayranlığın o insanı kendinden geçiren etkisiyle ağzımdaki ilk yudumun normalinden biraz daha uzunca bir süre dilimin üstünde gezinmesine izin verdim, aynı merkezden yayılan dairesel dalgaların dilimin yüzeyinde yayıldıklarını hissediyordum. Bu viski içmenin birinci şekliydi: vahşice okkalı bir yudum almak ve buruk ve sert tadını algılayabilmek için biraz ağızda tutmak, sonra aceleyle ikinci ikinci yudumu alıp hemen yutmak ve biraz gecikmeyle tüm sinir ağınızın kızışmasını hissetmek; hem de ne kızışma, adeta yanma! Bu, güçlü alkol içeren içki içicilerinin basmakalıp bir şekilde yaptığı gibi doymak bilmeyen açgözlülüklerinin öznesini oluşturan alkolü, tek seferde mideye indirmek, sonra şokun etkisiyle gözleri kapamak, ardından rahatlama ile yaşanan sarsıntının ifadesi olarak derin bir iç geçirerek nefesi ağızdan dışarıya vermek; işte, viskinin ikinci içiliş şekli bu. Alkol gırtlaktan transit olarak geçtiği için dil üstü dokuları işlevlerini yapmayarak hissiz kalıyorlar, ama göğüsteki sinir ağının dört dörtlük duyarlılığı sayesinde içinizi alkol plazma bombasının sıcaklığı sarıyor. Isınıyor, tekrar ısınıyor, yüksek hararet göğsünüzün her tarafını sarıyor, insanı kendine getiriyor, mutluluğu hissediyorsunuz. Etrafa yaydığı mutluluk ışıltılarıyla insanı rahatlatan bir güneş adeta.”
Bu satırları okurken, gün sonunda “bugün kendim için ne yaptım” sorusuna cevap olabilecek şekilde Starbucks’ta oturmuş chai tea latte içiyordum. Kişilerin kendileriyle özdeşleşmiş günlük alışkanlıkları olmasını hoş buluyorum. Starbucks’a her sabah gittiğimde halimi hatırımı soran, günde binlerce kahve hazırlayan ama yine de yüzlerindeki gülümsemeyi yitirmeyen -mesai bitimine doğru copy-paste bir gülümseme olduğunu tahmin ettiğim- “her zamankinden mi?” diye sorarak beni ve alışkanlıklarımı benimsediklerini gösteren, satış tekniklerini algılamış ve sindirmiş gençleri seviyorum. Kendimi evimdeymişçesine rahat hissettiren bir duygu içime yerleşiyor. Alışkanlıklarımızla, kendimize ne kadar odaklandığımızla, hizmet aldığımız kişilerle komünikasyon konusunda yazılacak çok şey var tabii ama, burada asıl bahsetmek istediğim o sabah kitabımı okurken nasıl da bir anda damağımın gerildiğini, ağzımda chai tea latte yerine boğazımı yakarak geçen, içime ani bir sıcaklık dalgası salan kuvvetli bir tat hissetmemin sebebi Barbery’nin viski ile ilgili satırlarıydı.
Büyükannesinin lezzetli yemekleriyle damak zevkinin farkındalığını yakalayıp, bunu kendine meslek edinen bir gurmenin ölüm döşeğinde yaşamını gözden geçirmesi, yakın aile çevresiyle ilişkilerinin sorgulanması, ölmeden hemen önce boğazından geçecek yemeğin arayışı anlatılıyor.
Bu aksi, geçimsiz ihtiyar gurmenin hayatta zevk aldığı sadece lezzetli, şık yemekler değil, basit yemeklerle bezenmiş sade bir sofra ile buna eşlik eden içten, samimi bir sohbet de onu zevkin doruklarına çıkartabiliyor.
Yemek yemeyi veya sevdiği bir içkiyi içmeyi cinsel birleşmeyle bağdaştırıyor. Yemekten aldığı zevk orgazmla eş değer.
Aksi, uzlaşması zor büyükbabasını yargılarken, aslında onun kendisinin bir yetişkin olarak portresinin yansıması olduğunun farkında değil.
Yaşamında bir yere sahip insanlar, kariyer merdivenlerini tırmanırken ona ışık tutmuş, lezzet dünyasında onu zirveye taşıyacak şekilde vizyonunu geliştirmek adına önünde yeni ufuklar açmış.
Fas doğumlu Fransız yazar Muriel Barbery, bu romanında Fransız mutfak sanatının inceliklerini, geleneklerini yine akıcı, renkli bir dille anlatmış.
Hep arayışı içinde olduğumuz, tadını hatırlayamasak da kokusunun peşinde koştuğumuz lezzetlerin varlığı yadsınamaz. Tam olarak aradığımızın ne olduğunu bilmeyiz, sadece ararız. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden anılarda ararız o peşinde koştuğumuz tadı.
Ve kokular hatıraları çağrıştırır.
Roman, ilk sunumum için seçtiğim, yazarın Kirpinin Zarafeti adlı romanının geçtiği Grenell Sokağı 7 numarada geçiyor. Ve sevgili Renée kısa bir başlık altında bizi selamlıyor.
Aşağıda Amazon.com’un Muriel Barbery ile kitabı hakkında yaptığı bir ropörtajdan alıntıyı da görebilirsiniz.
Amazon.com: Do you see yourself writing more novels set in Number 7, rue de Grenelle?
Muriel Barbery: No, I think I am through with this locale. And it was by chance, I didn't plan to set my second novel in the same place as the first one. I have been lucky enough to have travelled a lot over the last two or three years and now I long for new literary horizons. Besides, the setting was not very important for me. It provided a means of amusing myself by deploying a satirical tone, but this is absolutely not the point in either novel.
Amazon.com: This story teems with the Maître's lush, intimate memories of meals past. Are any of these memories your own? Do you have a favorite among them, or a personal food memory you could tell our readers about?
Muriel Barbery: I am an ordinary person and as it is for all of us, it is for me: food is linked with very early and intimate memories. All great chefs have such blessed remembrances of precocious culinary ecstasies. And those of the novel are mine, of course. I couldn't describe emotions and feelings that are not authentic. When I read it over, I think that the whiskey moment makes the greatest impression on me, because it was at the same time intense and unexpected.
Amazon.com: The Maître is a caustic, cryptic kind of character (outside of his own recollections), compared to Renee Michel, whose quirky intelligence endears you to her. Which is more challenging for you to write: a person you love or a person you hate?
Muriel Barbery: Both are easy and difficult to exactly the same extent. They match with different moments of my life; I don't choose the characters: they blossom naturally at an uncontrollable moment and I just try to follow their voice. But I spent much more time with Renée than with Pierre Arthens; this was a moment of writing infused with pure joy, with a feeling of freedom I had not felt when writing my first novel. I felt free to write with no fetters, for the mere intoxication of abandoning myself to all the sensations and emotions this voice was offering to me. She led me much further than I could have ever imagined.
But on the other hand, adopting Arthens's voice was an extraordinary experience: the voice of a man, a brutal one, without qualms or remorse, extremely distant from my own character, was a matchless means of addressing some significant matters I otherwise wouldn't have dared to evoke.
Amazon.com: You thank the renowned French chef Pierre Gagnaire at the close of the novel. What was his role in your inspiration for the Maître’s story?
Muriel Barbery: When I wrote the novel, I could not afford to go to fancy restaurants. But I wanted to write a scene in just such a setting, to show the contrast between complexity and simplicity, luxury and raw, rough but deep sensations. I had heard him speaking about his art, and he spoke with great poetry. I sent him a letter asking for a carte and a menu of his restaurant. I used it in the chapter about the mayonnaise. I often think that denominations of dishes in French restaurants are slightly or frankly ridiculous and pompous. But sometimes it's beautiful. In this case, I enjoyed reading his carte a lot.
Amazon.com: The idea of a "last meal" is a seductive one, and certainly a hard choice. We won’t give away the Maître’s final feast, but we are curious to know what you’d choose.
Muriel Barbery: It's a very personal and intimate question, indeed. If I write novels, it's because I need fiction to put what I feel into words. And who knows what one would choose? The imminence of death is an extraordinary and radical counselor.
Peyman
Bu satırları okurken, gün sonunda “bugün kendim için ne yaptım” sorusuna cevap olabilecek şekilde Starbucks’ta oturmuş chai tea latte içiyordum. Kişilerin kendileriyle özdeşleşmiş günlük alışkanlıkları olmasını hoş buluyorum. Starbucks’a her sabah gittiğimde halimi hatırımı soran, günde binlerce kahve hazırlayan ama yine de yüzlerindeki gülümsemeyi yitirmeyen -mesai bitimine doğru copy-paste bir gülümseme olduğunu tahmin ettiğim- “her zamankinden mi?” diye sorarak beni ve alışkanlıklarımı benimsediklerini gösteren, satış tekniklerini algılamış ve sindirmiş gençleri seviyorum. Kendimi evimdeymişçesine rahat hissettiren bir duygu içime yerleşiyor. Alışkanlıklarımızla, kendimize ne kadar odaklandığımızla, hizmet aldığımız kişilerle komünikasyon konusunda yazılacak çok şey var tabii ama, burada asıl bahsetmek istediğim o sabah kitabımı okurken nasıl da bir anda damağımın gerildiğini, ağzımda chai tea latte yerine boğazımı yakarak geçen, içime ani bir sıcaklık dalgası salan kuvvetli bir tat hissetmemin sebebi Barbery’nin viski ile ilgili satırlarıydı.
Büyükannesinin lezzetli yemekleriyle damak zevkinin farkındalığını yakalayıp, bunu kendine meslek edinen bir gurmenin ölüm döşeğinde yaşamını gözden geçirmesi, yakın aile çevresiyle ilişkilerinin sorgulanması, ölmeden hemen önce boğazından geçecek yemeğin arayışı anlatılıyor.
Bu aksi, geçimsiz ihtiyar gurmenin hayatta zevk aldığı sadece lezzetli, şık yemekler değil, basit yemeklerle bezenmiş sade bir sofra ile buna eşlik eden içten, samimi bir sohbet de onu zevkin doruklarına çıkartabiliyor.
Yemek yemeyi veya sevdiği bir içkiyi içmeyi cinsel birleşmeyle bağdaştırıyor. Yemekten aldığı zevk orgazmla eş değer.
Aksi, uzlaşması zor büyükbabasını yargılarken, aslında onun kendisinin bir yetişkin olarak portresinin yansıması olduğunun farkında değil.
Yaşamında bir yere sahip insanlar, kariyer merdivenlerini tırmanırken ona ışık tutmuş, lezzet dünyasında onu zirveye taşıyacak şekilde vizyonunu geliştirmek adına önünde yeni ufuklar açmış.
Fas doğumlu Fransız yazar Muriel Barbery, bu romanında Fransız mutfak sanatının inceliklerini, geleneklerini yine akıcı, renkli bir dille anlatmış.
Hep arayışı içinde olduğumuz, tadını hatırlayamasak da kokusunun peşinde koştuğumuz lezzetlerin varlığı yadsınamaz. Tam olarak aradığımızın ne olduğunu bilmeyiz, sadece ararız. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden anılarda ararız o peşinde koştuğumuz tadı.
Ve kokular hatıraları çağrıştırır.
Roman, ilk sunumum için seçtiğim, yazarın Kirpinin Zarafeti adlı romanının geçtiği Grenell Sokağı 7 numarada geçiyor. Ve sevgili Renée kısa bir başlık altında bizi selamlıyor.
Aşağıda Amazon.com’un Muriel Barbery ile kitabı hakkında yaptığı bir ropörtajdan alıntıyı da görebilirsiniz.
Amazon.com: Do you see yourself writing more novels set in Number 7, rue de Grenelle?
Muriel Barbery: No, I think I am through with this locale. And it was by chance, I didn't plan to set my second novel in the same place as the first one. I have been lucky enough to have travelled a lot over the last two or three years and now I long for new literary horizons. Besides, the setting was not very important for me. It provided a means of amusing myself by deploying a satirical tone, but this is absolutely not the point in either novel.
Amazon.com: This story teems with the Maître's lush, intimate memories of meals past. Are any of these memories your own? Do you have a favorite among them, or a personal food memory you could tell our readers about?
Muriel Barbery: I am an ordinary person and as it is for all of us, it is for me: food is linked with very early and intimate memories. All great chefs have such blessed remembrances of precocious culinary ecstasies. And those of the novel are mine, of course. I couldn't describe emotions and feelings that are not authentic. When I read it over, I think that the whiskey moment makes the greatest impression on me, because it was at the same time intense and unexpected.
Amazon.com: The Maître is a caustic, cryptic kind of character (outside of his own recollections), compared to Renee Michel, whose quirky intelligence endears you to her. Which is more challenging for you to write: a person you love or a person you hate?
Muriel Barbery: Both are easy and difficult to exactly the same extent. They match with different moments of my life; I don't choose the characters: they blossom naturally at an uncontrollable moment and I just try to follow their voice. But I spent much more time with Renée than with Pierre Arthens; this was a moment of writing infused with pure joy, with a feeling of freedom I had not felt when writing my first novel. I felt free to write with no fetters, for the mere intoxication of abandoning myself to all the sensations and emotions this voice was offering to me. She led me much further than I could have ever imagined.
But on the other hand, adopting Arthens's voice was an extraordinary experience: the voice of a man, a brutal one, without qualms or remorse, extremely distant from my own character, was a matchless means of addressing some significant matters I otherwise wouldn't have dared to evoke.
Amazon.com: You thank the renowned French chef Pierre Gagnaire at the close of the novel. What was his role in your inspiration for the Maître’s story?
Muriel Barbery: When I wrote the novel, I could not afford to go to fancy restaurants. But I wanted to write a scene in just such a setting, to show the contrast between complexity and simplicity, luxury and raw, rough but deep sensations. I had heard him speaking about his art, and he spoke with great poetry. I sent him a letter asking for a carte and a menu of his restaurant. I used it in the chapter about the mayonnaise. I often think that denominations of dishes in French restaurants are slightly or frankly ridiculous and pompous. But sometimes it's beautiful. In this case, I enjoyed reading his carte a lot.
Amazon.com: The idea of a "last meal" is a seductive one, and certainly a hard choice. We won’t give away the Maître’s final feast, but we are curious to know what you’d choose.
Muriel Barbery: It's a very personal and intimate question, indeed. If I write novels, it's because I need fiction to put what I feel into words. And who knows what one would choose? The imminence of death is an extraordinary and radical counselor.
Peyman
3 yorum:
İlk fırsatta okuyacağım Peyman'cığım, bu lezzet dünyasına hızla dalmak istiyorum.
Sevgiler,
Gülda
Gülda'cığım,
Kabuğunun arasından inci tanesi gibi görünen,limonla taçlandırılmış, ağzına attığında gırtlağından aşağıya yumuşakça kayan istiridyelerin bir çırpıda midene ulaşması gibi kolayca okuyacağın bir roman.
Sevgiler,
Teşekkür ediyoruz 'Sadece Kitap' Kulübü.
Paylaşımlarımızı eksik etmeyiz tabii :)
Yorum Gönder