1 Mart 2010 Pazartesi

KÖYLÜLER - TALİP APAYDIN

Evet. Köylüler adlı romanı Gülda’nın okumadığı/okumayı reddettiğini biliyorsunuz, kimin okuduğunu da bu yazı ile öğrenmiş olacaksınız eğer hemen yazının sonundaki isme bakarsanız. Ama ne oldu? Sorarım sizlere ne oldu? Allah’ın sopasının yok olduğu Gülda’nın Tahsin Yücel’in Peygamberin Son Beş Günü adlı romanını okuyunca ortaya çıktı! Neyse, biz Köylüler’e, Talip Apaydın’a ve Köy Edebiyatı’na odaklanalım.

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Talip Apaydın’ın Köylüler adlı eserini kitapçılarda bulmak mümkün olmadı ve internet üzerinden satış yapan yerlerden birinden sipariş verdik. Mücadelenin sonunda ise –bulunması da zor oldu-eski ve sararmış bir kitaptı elimize geçen. Cem Yayınevi’nden 1991 yılında basılmıştı ve elimizdeki de birinci basımıydı.



Yaptığım araştırmalar sonucunda 1926 yılında Ankara’da doğan Apaydın’ın toplumcu bir tavır sergileyen ve eserlerinde köyü, köylüyü işleyen, onların sorunlarını dile getiren Köy Edebiyatı akımının temsilcilerinden bir yazar olarak nitelendirildiğini öğrendim. İlkokuldan sonra Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne kaydolan ve uzun bir dönem öğretmenlik yapan yazarın ilk eserleri Köy Enstitüsü Dergisi’nin yanı sıra Varlık, Yeditepe, Türk Dili gibi dergilerde yayımlandı.



İlk romanı Sarı Traktör’ün ardından tarımda makineleşme konusunu, Yarbükü'nde ise köylüler arasında toprak ve su çekişmelerinin olduğu zorlu yaşam koşullarını dile getiren yazarın Toz Duman İçinde Vatan Dediler adlı romanları Ateş Düşünce, Öte Yakadaki cennet Duvar Yazıları, Hendekbaşı, Hem Uzak Hem Yakın adlı öyküleri mevcut. Kendisine Tütün Yorgunu ile 1976 yılında Madaralı Roman Ödülü’nü 1992 yılında da Köylüler ile Orhan Kemal Roman Armağanı verildi.

Talip Apaydın kitabın Önsöz’ünde Toz Duman İçinde-Vatan Dediler-Köylüler romanlarının üçlü bir dizi olduğunu, bunları yazmayı bir borç bildiğini yazmış ve devam etmiş:

“…1918’lerden beri günümüze kadar Türk Köylüsünün Devlet içindeki ve temeldeki yerini, gelişimini, çeşitli katmanlarla ilişkisini irdelemeyi amaçladım. Belki bir hesaplaşma bu. Sömürücü sınıflarla, aydınlarla ve yöneticilerle…”

MAHMUT VE HACELİ EKSENİNDE KÖYLÜLERİN DRAMI

Roman 1922 yılının Eylül ayı başlarında Uşak yakınlarında bulunan Tacım Köyü’nde romanın ana karakterlerinden biri olan Mahmut’un annesi Ayşe’nin Yunanlı askerlerin köyden geçerken yakıp yıktıkları evine bakıp “yaan! Yanmazsan hatırım kalır, iyi yan!” diye bağırması ile başlar. Ayşe,Kurtuluş Savaşı sona erdiği için artık terhis olması gereken oğlu Mahmut’u beklemektedir gelini ve torunu ile. Sonunda Mahmut ve hem köylüsü hem de silah arkadaşı Haceli ile birlikte köye dönerler.



Mahmut ve Haceli dönmüşlerdir dönmesine ama kendilerine “hoş geldine” gelen, biraz da kendi oğulları, torunları, kocaları hakkında bilgi almak isteyen komşularına verecekleri haberler pek de iç açıcı değildir zira çok kişiyi savaş meydanında bırakmak zorunda kalmışlardır. Ancak Mahmut ve Haceli yarınlara umutla bakmakta, ağızlarından Mustafa Kemal Paşa’yı düşürmemektedirler. Bunca acı gören, kan ve ter döken köylü askerlerini Paşa’nın unutması mümkün değildir. Ne var ki karşı karşıya geldikleri gerçekler vardır. Evde ot da ocak da yoktur.

Savaşta düşmanla işbirliği yapan Hacı Nuri Molla Mahmut ‘un dönmesinden büyük endişeye kapılmış olduğundan Haceli ile Molla Mahmut gelir gelmez iki keçi hediye gönderse de Mahmut kabul etmez ve Hacı Nuri’nin iyice ödü patlar bu durumdan. Hatta sonunda jandarma komutanlığına gidip, kendisinin Yunanlı subaylarla işbirliği yapmadığı, kendisini tehdit ettiklerini ve her şeyin bir iftira olduğunu söyler.

Hâlbuki komutan hiçbir şey bilmemekte ve aslında bu karmaşa ortamında kimse onunla ilgilenmemektedir. Kendini ele verir gibi olsa da rahatlamaya başlayan Hacı Nuri gittikçe cesaretlenir ve askerlere ve sonradan da Devlet erkânına sokulmak için planlar yapmaya ve kısaca yolunu bulmak ve köylülerin savaş zamanı zorla ellerinden aldığı topraklarla ilgili düşlerini gerçekleştirmeye koyulur.



Ayrıca her savaş sonrası ortaya çıkan fırsatçı bir grup insan da ceplerini doldurmaktadır ve yeni yeni kurulan ve yaralarını sarmaya başlayan devlet her şeye el atmadan kendi düzenlerini kurmaya çalışan savaş zenginleri de etraftadır. Molla Mahmut’un köyünde evi ve toprağı olan İbrahim Bey savaş zamanı İzmir’e gitmiş ve kaçan gayrı Müslimlerin evlerine, dükkânlarına el koyanlar arasında yer almaktadır.

İbrahim Bey azimlidir, kendini muasır medeniyete ermiş Avrupalı kişilerin mertebesine ulaştırmak için ilk yaptığı şeylerden biri üstünü başını değiştirmek, köyden gelen kızlarını eğitmeye çalışmak ve hemen bir Rum hizmetçi almak olmuştur. Köydeki ev ve toprağını da kaybetmek istemeyen İbrahim Bey göz kulak olsun ve işleri yürütsün diye köye Ali Efe’yi yerleştirir.

Yokluk ile karşılaşan ve kışı geçirmek için Mahmut ile Haceli çalışmak için kasabaya giderler ve tarlalarda, inşaatlarda çalışırlar. Tüm zorluklara rağmen hala ümitleri vardır; çünkü artık eski düzen yıkılmıştır, bir ara kendilerine de el uzanacaktır. Koskoca Paşa kim bilir nelerle uğraşmaktadır. Hele biraz daha beklesinler… Neler olacaktır. Evet. Ankara’da yeni devletin kurulduğu, yasaların çıkarıldığı haberlerini alırlar. Bu arada bu iyi gelişmelerin yanı sıra Şeyh Sait Ayaklanması gibi bazı kötü ve can sıkıcı olaylar da olmaktadır.



Kasabada çalışmalarından çok verim alamayan ve ancak tarlayı sürmek için birer öküz alabilen Haceli ve Mahmut mecburen tefeciden para alırlar ve öküzlerini ikilerler. Aşar vergisinin ilk iki yıl kaldırılmaması Haceli ve Mahmut’un iyice belini büker. Aşar vergisi kalınca da bu sefer otobanların yapılması için her köylünün ödemesi gereken yol vergisi ortaya çıkar. Ödeyemeyince mecburen taş kesip yol yapımına yardım ederek vergi borçlarını öderler.

Bu esnada ise Hacı Nuri malına günden güne mal katmakta, devlet dairelerinde hemen kendi yandaşlarını yaratmakta ve devletin içindeki memurlarla kirli küçük işler çevirmektedir. Kasabanın ileri gelenleri evinden çıkmamakta ve kendilerine devamlı ziyafet verilmektedir. Mahmut ve Haceli içten içe bir güceniklik yaşamakla birlikte gene de umutludurlar ama devlet bir türlü köylerine el atmamaktadır.

Bu arada harf devrimi olmuş ve bir zaman sonra da köye öğretmen gönderilmiştir. Köye gelen Sırrı Öğretmen işe pek hevesli giriştiyse de sonunda işi köylülere hakarete kadar vardırır:

Kafa yok sizde be!..Zaten bu köylerde insan yaşamaz. Böyle evlerde oturulur mu? Hergün bulgur pilavı yenir mi? Onun için kafanız çalışmıyor sizin.

Ama gerçekten öğretmen olmadığını hatır için geldiğini itiraf eden Sırrı Öğretmen çok geçmeden köyü terk eder. Ama köylülerin arkasından bol bol güleceği anılar bırakır:

"Sana odun kafalı dediydi, aklında mı?

"Bana demedi ulen. Topal Şükrü’nün oğluna dedi. Hem de meşe odunu dedi. Topal Şükrü’nün oğlu da dedi ki”meşe odunu iyi yanar öğretmen, bizim buraların en kıymetli odunudur. Öyle ise kavak odunusun dedi o da.”

“Kah kah kah.”


Ancak bu kahkahaları acı bir gerçek izler çünkü bir daha uzun süre köye öğretmen, kitap ve gazete gelmez. Hatta sıtmanın kırıp geçirdiği bir yaz boyunca köye talep edildiği halde doktor da gönderilmez ve Mahmut biricik oğlu Murat’ı kaybeder. Bu noktadan sonra sanrılar içinde yaşamaya başlayan ve içine kapanan Mahmut uzun bir süre kendine gelemez. İyice küskünleşmiştir, bir zamanlar yaptıkları kahramanlıkları kimsenin gözünde bir değer ifade etmemektedir. Arada bir geçit törenlerinde çağrılıp, yemek yedirilen ve daha sonra iade edecekleri giysiler verilerek törenlerde manken olarak kullanılan kişiliklerden öteye geçemezler. Hele Soyadı Kanunu çıkmasının ardından köylüsü Hüseyin Emmi’nin çektikleri Mahmut’u çileden çıkarır.



Bunun üzerine bir süre önce köye gelen ve CHP’nin Tacım Köyü Şubesi’nin irtibat kişisi ve köylünün sesi olmasına güvenerek bu durumla ilgili şikâyet mektubunu parti başkanlığına hitaben yazar. Bir gün sonucu öğrenmeye gittiğinde aldığı cevap yaralayıcıdır:

“ Haa sen ne yaptın öyle Mahmut? Öyle yazı yazılır mı? Devlet memurlarını kötülemişsin. Devlet memurlarını kötülemek ne demek? Bizim partimizin adamı nasıl yapar bunu? Bizim görevimiz devleti kötülemek değil, savunmak. Sen yanlış ettin, çok yanlış ettin… Ne yaz ne konuş. Konuşan olursa sustur. Bizim görevimiz bu.”
Mahmut ve Haceli nerede yanlış yaptıklarını, neden umutlarının boşa çıktığını anlamaya çalışsalar da bir cevap bulamazlar. Haceli suçun kendilerinde olduğu yönündeki inanışına bağlanmaya başlar ve gitgide kendini dine vererek Mahmut’a da sırtını döner.

Bu esnada köye yeni bir öğretmen gelir ve gerçekten köylüleri uyandırmaya çalışmak konusunda azimlidir. Ancak köylüler geri durmakta ve yaşamak, yiyecek bulmak ve önlerindeki kış aylarında hayatta kalmaktan başka bir şeyle pek ilgilenmemektedir. Ömer Öğretmen Atatürk’ün halka ait devlet kurduğunu ama halkın katkı ve desteğini vermediğini, hiç ses soluk çıkarmadığını söyler Mahmut’a sohbetleri esnasında. Okur yazar olmanın, eğitim almanın çok önemli olduğunu yoksa geriliğin süreceğini yineler durur. Mahmut kırgındır:

-“Hiç arayan soran yok “der.

-Kim arayacak Mahmut Ağabi, siz istemeden, siz bağırıp çağırmadan kim arayacak? Aslında iyiniyetli adamlar var yukarda. Atatürk’ten gelen bir esinti ile bir şeyler yapmak istiyorlar. Kurtuluş Savalı tutumu diyelim buna. Bu tutum başarılı olursa halk için yararlı işler yapılabilir. Ama dediğim gibi halktan destek gelmiyor. Halk çok sessiz…”

Halkın desteğinin ve sesini çıkarmasının önemli olduğunu, okuma-yazmanın öneminden bahsetse de Ömer Öğretmen aslında kendisi de biraz ümitsizlik içindedir ve tek çarenin okuma yazma ile de bitmeyeceğini düşünmektedir.Bu konuşmalardan yüreği biraz kıpırdanan Mahmut Öğretmene yardım etmeye karar verir, okul yapılması için ön ayak olacaktır ama köylü yoksuldur ve isteksizdir. Ömer Öğretmen de sonunda köyden ayrılır.



Haceli’nin Tacım Baba Türbesi’nde ölü bulunması Mahmut’u çok üzer ancak çok isteksiz olsa da üvey oğlu Selim, torun ve diğer çocukları için ayakta durmaya çalışmaktadır. Ankara’da askerlik yapan Selim’i ziyarete gitmeye karar verir ve gördükleri karşısında hem şaşırır, gururlanır hem de incinir:

“….Karmakarışık duygular içindeydi. Bazı soruların yanıtlarını bulamıyordu. Çok paralar harcanmıştı Ankara’ya. Nerden buluyorlardı bu kadar parayı? Peki ama bizim oralara neden hiç düşmüyor? Bir okul bile yapılamadı daha. Çocuklarımız okuyamıyor. Yolumuz suyumuz ışığımız yok. Neden hep Ankara’ya neden hep şehirlere? Biz gözden uzak olunca gönülden de uzak oluyoruz öyle ya? Unutuluyoruz dağların arkasında.”Mahmut’un akıl erdiremediği soruların cevabını trendeki yol arkadaşlarından biri vermeye çalışır:

“ Hiç de öyle değil ağa, dedi Eskişehir’de inen marangoz, sorun köylü şehirli sorunu değil, zengin yoksul sorunu. Şehirlerin de her yerine harcanmıyor, bakma sen. Zenginlerin hatırlıların istediği yere harcanıyor. Her yerde onların sözleri geçiyor, onların dediği oluyor. Nerenin mebusu dişliyse para oraya veriliyor. Bak bizim buraya kaç fabrika yapıldı….Ama kimler yararlanıyor, orası ayrı konu. Gene zenginler vuruyor parayı…Uzaktan bakıyoruz işte..”

Yaşadığı Ankara şokundan sonra devletin yeniden okuma yazma işine eğilmesi sonucunda eğitmenlik kursları açtığını öğrenen Mahmut ‘un içine yeni bir ümit doğar ve oğlu Selim’i bu kurslara yazılmak için teşvik eder. Bu eğitimi tamamlayan Selim köye döndüğünde heyecanlı ve umutludur ve köylüsünü eğitmek için canla başla işine sarılır. Ancak iyice kocayan Mahmut için artık eski umut dolu günler sisler içinde kalmıştır ve hala nerede hata yapıldığını anlamaya çalışmaktadır. Kendisine bazı sohbetlerde fikrini soran gençlere ise:

Ne diyeyim oğul, Bizden geçti gayri. Kendiniz düşünün, karar verin. Biz çok bekledik olmadı, ama siz beklemeyin…” der.

ROMANIN KAPAĞINI KAPARIM…

Ve içim kararır, doğal olarak. Orhan Kemal Roman Ödülü’nün neden verildiğini düşünür, bulamaz ve bu düşüncemi ve durumumu Gülda ile paylaşırım. Çünkü edebi olarak bir haz vermedi işin doğrusu ayrıca köyü ve köylüyü anlatırken bir şeylerin eksik kaldığını düşündüm ve hissettim. Apaydın Kurtuluş Savaşı sonrası milletin efendisi olacak ve olması gereken ve olması beklenen köylünün eziyet çektiğini ve yaşadığı sorunları sıralamış ve bırakmış gibi geldi biraz. Olaylar ve sorunların tespiti ve önerilen bazı çözümler bakımından kahramanlar sadece ve sadece bunları dile getirmekte araç olarak kullanılmış.

Yazar, cahilliğin ve eğitimsizliğin köylünün kalkınamamasının ve kendini geliştirememesinin en önemli nedeni olarak göstermiş. Apaydın , bunu ilk başta temel neden gibi gösterse de sonra her şeyin Devletten beklenmemesi gerektiğinin, çaba gösterilmesinin şart olduğundan dem vurmuş. Ama sonra da tek suçun köylülerin bu azla yetinme, bir adım daha ileriye bakmama huyunun aslında sadece kendi suçları olmadığı Devletin temelleri atılırken halkı oluşturan köylünün unutulduğu ve unutturulmak istendiği, örgütlenmesinin engellendiğini de dile getirmiş Ömer Öğretmenin ağzından:

“Siz devletin temelisiniz, en büyük güçsünüz. Ama bunun ayrımında değilsiniz. Eğitim işlerine şimdi önem veriliyor…Ama nasıl gerçekleşecek. Sizden katkı gelmeden çok zor. Halktan yana olan aydınlar azınlıkta kalıyor. Buna gizli açık karşı olanlar daha güçlüler. Padişah döneminde yetişmişler, her türlü kurnazlığı biliyorlar. Bunlarla başa çıkmak kolay değil. Ben bunun için köye geldim. Ama bakıyorum da çok zor bu iş. Sizin sorunlarınız değişik. Okuma yazma öğrenmekle de bitecek gibi değil. Büyük bir üzüntüye kapılıyorum.”

Aslında Talip Apaydın da köy kökenli olmasına rağmen köylülerin neden değişime direndiklerini ve/veya durumlarına ses çıkarmamalarını ve neden bir hak talep etmediklerini sanki kendisi de açıklamakta zorlanmış gibidir ve bir soru olarak dile getirmiş Ali Efe ile.

“…Nasıl razı oluyorlar? Açıklaması zor, çok zor…Kaç kez konuşmuşlardı Mahmut ile. Memlekete dİyordu, baba yurdu, çoluk çocuk… Çok mu kafasızdı bu köylüler? Kabul edemiyordu bunu. Başka bir açıklaması olmalı bunun, ama ne, ben de bulamıyorum. Bu köylü milletini anlamak zor. Onların dayanıklılığı, aza razı olma huyu, açıklanır gibi değil.”

Romanda köylülerin unutulduğu, hele Uşak yakınlarındaki bir köy durumda ise o zamanlar Doğu’daki köylerin nasıl olduğunu düşünmek dahi istemediğimi düşündüm. Cahillik, ezilmişlik ve boyunduruk altında yaşamak öyle bir hale getirmiş ki köylüyü sadece hayatta kalmak ile uğraşmışlar. Bir şeye hakları olduğu kavramı o kadar zihinlerinden uzakta ki sadece ’ yazın çalışalım, kışın yiyelim birazını da gidip kasabaya satalım, kışlık odun, basma ve gazyağı alalım’ dan ibaret bir yaşam.



Romanda pancar ekiminin daha verimli olacağını, bu toprakların pancara elverişli olduğunu söyleyen ziraat mühendislerine “buraya pancar ekersek, kışın biz ne yiyeceğiz” diye soran bir köylü portresi. Batı’da bu tarım reformu nasıl gerçekleşmiş acaba? Neden tarıma dayalı ekonomiye bu kadar bağlı kalınmış, neden sanayileşmeye adım atılmamış? Sonra göçler başlamış köyden kente…Ve orada bir köy var uzakta şarkısı yaralar hatırlandıkça, hasret bastıkça sarmış benliğini,yerini, yurdunu bırakan köylüleri avutmak için yazılmış belki de...

KÖYLÜLER’İ OKUMAM İLE BİRLİKTE…

Türk Edebiyatı’nda Köy Romanı başlığı altında epey eser okumaya ve araştırma yapmaya başlamam bir oldu.



Araştırmama hangi eserin ilk defa köy romanı olarak nitelendirildiği sorusu ile başlayınca Tanzimat yazarlarından Nabizade Nazım’ın Karabibik adlı romanı olduğunu ,aslında bir roman olmaktan daha çok uzun bir hikaye olarak yazıldığını ve natüralist etkiler taşıdığını, Nazım’ın eserini kaleme almadan önce de Antalya'nın köylerine gidip çevre, kişiler ve kişilerin konuşmaları hakkında bilgi sahibi olmak için araştırmalar yaptığını ve özellikle de dil özelliklerini aynen aktardığını öğrendim.

Nabizade Nazım ile tohumları atılmış olan bu Köy Edebiyatı’nın ise Kurtuluş Savaşı ve devamında hız aldığı ve özellikle Köy Enstitüleri döneminde ise buralardan eğitim almış yazarlarımızın varlığı ile zenginleştiği okuduklarım arasında…Kurtuluş Savaşı ve devamında Köy Romanı ve köy gerçeğini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren Mahmut Makal’ın BİZİM KÖY adlı romanına kadar olanlar ve sonraki döneme ilişkin bilgiler, görüşler tezler ve benzeri her türlü bilgi daha sindirilme aşamasında …

Bir sonraki Köyümüz Adana Yöresi'nden... Orada buluşmak üzere….

Sevgiler
Billur

3 yorum:

Gulda dedi ki...

Lütfen yanlış anlaşılmasın, ben bu kitabı okumaya itiraz ettim ama kitabı bulabilmek için epey uğraştım, bulabildiğim tek Köylüler kitabını da Billur’a verdim. Ayrıca itirazlarım, “acaba kitapta ne anlatıyordu? Talip Apaydın kimdir?” merakımı hiç azaltmadı. Kitabı okuyacak mıyım? Eğer fırsat bulursam okumak isterim. Sırf Billur’un kitapla ilgili sıkıntısını daha da iyi anlayabilmek için bile okunur artık:)

Bu arada en az kaç tane “Köy Romanı” okunmalı merak ediyorum? Edebiyatımızın zaten çokça uzun bir dönemi köy ve Anadolu’nun sorunlarını anlamaya/anlatmaya kendini adamış. Yüzlerce eser var. Köy ve köylünün sorunu da azalmadığına göre, bu konuda yazılacaklar sürekli artacak görünüyor. Genel olarak bir çözüm ya da en azından bir köylü ayaklanması da göremedim bu coğrafyada.

Zaten, yakamı bırakmayan köyler ve köylülerden başka, benim bu güne ait sorunlarım var. Bir köyde yaşayabilirim belki ama yaşadığım kentin koca bir köye dönüşmesine itiraz ediyorum. Köye kütüphane, sanat, tiyatro gideceğine, şehre köy kafesi, osu, busu gelmesini de anlayamıyorum.

“Buraya pancar ekersek, kışın biz ne yiyeceğiz” diyen köylüye de, sabah, French manikür yaptırıp, akşam kına gecesinde eline kına yakmayı da bir tür harmanlama olarak gören kentliye de Ferdi Tayfur’dan:

Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim…
adlı şarkıyı ve muhteşem klibini armağan ediyorum:) Durumumuzun genel özeti bu klipte gizlidir diyorum.

Ellerine sağlık. Adana köylüsünün dramını da anlatmanı hevesle bekliyorum.

Peyman dedi ki...

Billur, sanırım ben bu kitabı okuma listeme alamayacağım.
Köy, köylüler ve dertlerini bimek veya okumak istemediğimden değil. Burada Ayşe'nin şu sözü aklıma geliyor "Hayat zaten bu kadar zorluklarla doluyken, en çok sevdiğim şeyi yaparken, yani kitap okurken bu zorlukları yaşamasam daha iyi olur". Katılıyorum.
Ayrıca anlatımların çok başarılı, okumuş kadar oldum. Ellerine sağlık.
Sevgiler,

kamandir dedi ki...

Talip Apaydın'ın Ortakçılar kitabı hariç tüm kitaplarını okumuş biri olarak diyorum ki; Köylüler kitabı Apaydın'ın en iyi ve anlamlı eseridir.Zaten Toz Duman İçinde,Vtan Dediler ve Köylüler üç kitaptır. Kurtuluş savaşı yıllarını ve sonrasında Türk köylüsü'nün sıkıntılarını ve devletle olan ilişkisini irdelemiştir...Tüm kitaplarını okumanız dileklerimle..Gayet eğlenceli bir yazar.Hele bir de Öğretmenlik Anıları vardır ki;süper.Ama piyasada yokk,bende bir siteden bulmuştum.Ayrıca Talip APAYDIN "Yeniden İmece" adlı dergide de yazılar yazıyor,hala..

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails