15 Mart 2010 Pazartesi

AÇLIĞIN ŞARKISI - J.M.G. CLEZIO

Açlığın şarkısı 2009 Kitap Fuarı’ndan aldığım bir kitaptı ve ilk defa tanışacağım bir yazar olacağı için de Le Clézio’yu okumayı uzun bir süre erteledim çünkü dikkatimi vererek okumayı arzuluyor, ziyan olsun istemiyordum.1994 yılında Yaşayan En Büyük Fransız Yazar seçilen Le Clézio’nun 2008 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesi ve Akademi’nin kendisini “mevcut medeniyet altında ve ötesinde insanlığın kâşifi; duygusal coşkunun, şiirsel maceranın ve yeni ayrılıkların yazarı” olarak nitelendirmesi kendisi hakkındaki merakımı da bir hayli artırdı.



Bu merakımı biraz gidermek için kısa bir araştırma yapınca tam adı Jean –Marie Gustave Le Clezio’nun 1940 yılında Fransa’da doğduğunu Nice Üniversitesi’nde edebiyat okuduktan sonra doktora yaptığını 1963 yılında yazdığı Le Procés –verbal adlı romanı ile (Türkçe’ye Tutanak olarak çevrilmiş) Renaudot Ödülü’nü aldığını öğrendim.



Ayrıca 1980 yılında yazdığı Désert (Çöl) adlı romanı ile L’Académie Française tarafından verilen Paul-Morand Ödülü’ne layık görülen yazarın Yeni Roman Akımı’nın (bu konuya aşağıda değineceğim) da etkisinde kalan eserler verdiği, 1963-1975 yılları arasında delilik, dil ve yazı ile ilgilenen yazarın daha sonra Yeni Roman akımının temsilcilerinden olan çağdaşları Michel Butor ve Georges Perec’in yakın takipçisi olarak biçim denemelerine adadığını ancak daha sonra tarzının büyük ölçüde değiştiğini ve romanlarındaki acının azalarak çocukluk, ilk gençlik ve yolculuklar üzerine örülü temaları kullanarak daha geniş kitlelere ulaştığı da edindiğim diğer bilgiler arasında oldu.



Açlığın Şarkısı’nın Nağmeleri

Kitabı elime alırken aklımda ve gözümün önünde hep Knut Hamsun’un Açlık adlı romanı vardı; hani kahramanı Andreas’ın köpek kemiklerini kemirdiği, portakal kabuğuna muhtaç oluşu… Romanın girişinde yer alan ilk iki sayfa bu tarzda bir açlıktan bahsediyor ve siz sefaleti hissediyorsunuz:

"Açlık nedir bilirim, onu hissettim. Çocuğum, savaş bitmiş, yollarda Amerikan kamyonlarının peşi sıra koşanlarla birlikteyim, askerlerin havaya fırlattığı paket paket çiklet ve çikolataları, ekmekleri yakalamak için ellerimi uzatıyorum. Çocukken canım o kadar çok yağ çekiyor ki sardalye kutularının yağını içiyorum, büyükannemin güçlenmem için verdiği morina yağını kaşığını büyük bir zevkle yalıyorum... Bu açlık benim içimde. Onu unutamam. Saçtığı çiğ ışık çocukluğumu unutmama engel oluyor. O olmasaydı, her şeyin yokluğunun çekildiği o zamanları, o çok uzun yılları kuşkusuz aklımda tutamazdım..."

Ancak sonuna doğru…

“…Hiçbir şey hatırlamak zorunda olmamak mutluluk demektir. Ben mutsuz muydum? Bilmiyorum. Sadece bir gün uyandığımı, doyuma ulaşmış duyuların hayranlıkla karışık şaşkınlığını sonunda tanıdığımı hatırlıyorum. O yumuşacık, mis kokulu bembeyaz ekmek, boğazımdan kayan o balıkyağı, o kaba tuz kristalleri, ağzımın içinde, dilimin üstünde bir topak oluşturan o kaşık kaşık süttozu, sanki yaşamaya başlamış gibiyim. Kurşuni yıllardan çıkıp ışığa giriyorum. Özgürüm. Varım. Buradaki hikâyede konu edilecek olansa başka türlü bir açlık.”

Paragrafı ile romanın girişinde bu romanda bahsedilen açlığın o kalem bir açlık olmadığını veya olmayacağını, burada başka türlü bir açlıktan bahsedileceğini okuyor ve kendinizi Ethel ile amcası Mösyö Soliman ve hayalleri Mor Ev ile baş başa buluyorsunuz. Yıl 1930’lar ve Paris, Ethel henüz çocuk ve varlıklı sayılabilecek bir ailenin kızıdır ve ailesi Mauritius Adası’ndan göç etmiştir.

Ethel’in lüks sayılabilecek bir yaşamı vardır. Aile çevresindeki insanlar toplumun her çeşit kesimindendir; burjuvalar, sanatçılar, aydınlar ve bir “proje adamı” olan babası Alexander’ın çevresinde dolaşıp duran ve sonuçta ailenin sonunun hazırlayıcısı olan dolandırıcılar.



Ancak Ethel henüz gerçeklerin tam ayırdında değildir, yaşam onun için evlerinde her Pazar günü yapılan yemekli toplantılar, bu toplantılardaki misafirler, babasının dizinde oturarak bir masal gibi dinlediği konuşmalardan ibarettir. Tabii bir de Xenia ile olan arkadaşlığı hayatına damgasını vurmuştur.

Xenia, soylu bir aileden olsa da Rus Devrimi esnasında ülkesinden kaçmak zorunda kalmış ve annesi ve kardeşleri ile birlikte terzilik yaparak Paris’te ayakta kalmaya çalışmaktadır. Amacı net ve tek noktaya yöneliktir; mücadeleci bir ruha sahip olan Xenia bir an önce bir yolunu bulup hayata atılmak ve bir yerinden tutunmak istemektedir.



Aynı zamanda gerçekçi ve katıdır, Xenia ve hatta Ethel’in kendi küçük varlıklı dünyasında hayallere kapılarak yaşamasına tahammül göstermez ve: 'Sen çok rahat bir hayat yaşadın, çok paran var, her şeyin çok fazla, bu nedenle ne istediğini bilmiyorsun. Dünya ya kazanmak ya da kaybetmek içindir, bu da sadece sana bağlı.' diyerek Ethel’in Xenia’nın trajik hayatı yanında zaten anlatmaktan utandığı hayatını bir çırpıda yok sayacak bir yorumda bulunur.

Ethel,Xenia’nın içinde bulunduğu fakirliği ve verdiği varolma savaşını hayranlıkla izlemektedir, Xenia tüm hayatını planlamıştır, geçmişine bir an için bile arkasını dönmeyecektir: “ Bana göre, her şey bugün için var. Hatıralar midemi bulandırıyor. Hayatımı değiştireceğim, dilenci gibi yaşamak istemiyorum.” Ancak ne var ki; Ethel böyle bir söylemde bulunmaktan uzaktır.

Ethel’in Xenia çevresinde dönen hayatının yanında evdeki toplantılar tüm hızı ile devam etmektedir ancak artık büyülü atmosferin etkisi azalmıştır, Ethel bir ergen olma yolundadır ve bilinçlenmektedir. Salonlarında yapılan konuşmalara daha başka anlamlar yüklemeye başlamıştır. Artık içinde bastırmaya çalıştığı düşünceler su yüzüne çıkmakta, annesi ve babasının arasındaki eski zamanlardan bugünlere kadar süregelen bir yasak aşktan kaynaklanan gerginlikler, para sıkıntısı ve Avrupa’yı sinsice sarmalamaya başlayan bir hareketin, bir düşüncenin gün yüzüne çıkması; Almanya Devlet Başkanı’nın ürperti veren cırtlak sesi dünyasında önemli bir yer tutmaktadır… Bu sesle birlikte yandaş bir tavır içinde Nazi hayranlığı ve Bolşeviklerin yüzünden her şeyin kötüleştiği yönünde dost toplantılarındaki sohbetler Ethel’ i dehşete sevketmektedir.



Bu esnada artık Ethel ve ailesi için çöküşü başlatacak dişliler dönmeye başlamıştır; Mösyö Soliman’ın ölümünün ardından babasının noterde Mösyö Soliman’ın Ethel’e bıraktığı her şeyi alması aslında Ethel’in Mor Ev’e de veda etmesi anlamındadır ancak o nedense bunu anlayamamış ve 15 yaşında her şeyini kaybetmiştir. Mor Ev’in yerinde yeller esip babasının talebi üzerine başka bir inşaatın başladığını Ethel bir süredir arkadaşlıklarında eski tatları olmayan Xenia’dan öğrenir ve o saatten sonra da kendini inşaata adar; Mor Ev’den ve hatıralardan geriye bir şey kalmaması için didinmeye başlar.



Bu işi tamamlayıp, Mor Ev’in yerini kişiliksiz bir yapı almaya başladığı esnada Ethel'in gizli gizli sinyallerini aldığı iflas, savaş ile birlikte kapılarını çalar. Paris’te hayat giderek farklı bir hal almaktadır, Nazisizim Fransa’ya da bulaşmış ve Fransa da Yahudiler için artık güvenli olmaktan çıkmıştır.

Artık savaş her yerdedir. Ethel babasının iflasını durdurmak için bir iki adım atsa da babası aldığı kararlarla bu süreci hızlandırır ve icra satışı için hazırlanırlar. Eşyalar toplanmıştır, icra memurları evdedir ve “güzel bir hatıra” almak için eve gelen akrabalar da bir ölüden faydalanmak isteyen akbabalar gibi evde dolaşmaktadırlar. Ethel bu hüzünlü durum karşısında öfkelenir ve duygularını Chopin’den bir Noktürn çalarak ifade eder. Bu çalış bir vedadır; Mor Ev’e, müziğe, gençliğe, aşka, Xenia’ya… Tanıdığı ve bildiği her şeye ve herkese…



Savaştan kaçmak için güneye, Nice’ye göç etmek zorunda kalırlar. Açlık, yoksulluk heryerdedir. Artık o ve ailesi ülkesinde sığınmacı konumuna düşmüşlerdir. İnsanlar bombalardan değil yiyecek bulamadığından, nefes alamamaktan, serbest olamamaktan, hayal kuramamaktan ötürü yitip gitmektedirler.

Bu savaş ortamında Ethel değişik bir dostluk içine girer; babasının yasak aşkı Maude’u Pazar yerinde yerden yiyecek toplarken görür ve ziyaret etmeye başlar. Adeta kayıp zamanın izindedir Ethel, zira Maude; annesinin dinmez gözyaşlarıdır, babası ve annesinin arasındaki uçurumdur ama yine de onunla arkadaşlığını sürdürür. Çünkü geçmişle acı anları da hatırlatsa tek bağıdır, Maude.

Savaşın dinmeye başladığı zamanlara doğru Ethel Kanada’ya göç etmeye karar verir. Savaş gençlik yıllarının en güzel zamanlarının üstüne bir karabasan gibi çökmüş, her şeyini yok etmiştir. Ethel açlık çekmiştir, hala da çekmektedir; özgür olmaya ve hayatı yaşamaya ve bu yaşamdan bir doyuma ulaşmaya açtır. Bu açlık onun içini kazımış, ruhunu örselemiş ve geçmişe ait tüm izleri ve bağlarını yok etmiş ancak bu izleri ve bağları anımsatacak acı bir şarkı olarak belleğinde yer etmiştir…

ETHEL’in ŞARKISI RUHUMU DOYURMADI

Yazımın başında da dediğim gibi kitaba aklımda Knut Hamsun’un Açlık’ı gibi bir açlık kavramı ile başladım. İkinci Dünya Savaşı ortamında küçük bir kızın ergenliğe geçiş döneminin gölgesinde açlığı, karşı karşıya kalacağı yoksulluğu, çekeceği acıları, yapmak zorunda bırakılacağı seçimleri, savaşın ve açlığın insanları nasıl değiştirebileceğini, savaşın ne onulmaz yaralar açtığını derinden görme isteği ve coşkusu ile kitaba başladım ama ruhumu doyurmaya yetmedi Ethel’in Şarkısı.

Kitap bittikten sonra içimde bir yerlerde bir şeyler eksik kalmış gibi oldu. Romanda yukarıda okumayı, görmeyi istediğim her şey hem vardı, hem de yoktu. Belli kişiler ve olaylar çerçevesinde gelişip ilerleyecek bir hikâyenin bulunmadığını Ethel’in Xenia ile olan ilişkisinin birdenbire kesilmesi ile anlıyorsunuz.



Ardında başka olayların birbirini takip ettiğini görüyorsunuz, bir bölük pörçüklük söz konusu. Bazı olayları tam olarak anlamak için romanın sonuna gelmeniz gerekiyor, örneğin Ethel’in babası Alexandre ile Maude arasındaki ilişkiye ait verilerin romanın her yerinde dağınık biçimde verilmesi gibi. Romanda ayrıca hiçbir olay, duygu ve düşünce derinlemesine işlenmediği gibi, akan bir zaman diliminde Ethel’in aklında kalan izlenimlerden belirli anların parça parça verildiğini gözlemliyorsunuz.

Yukarıda nasıl romandan aklımda kalan anlar ve izlenimlerimi yazdıysam, bazı olaylara atıfta bulunduysam aslında romanda da geçmişte yaşanan olaylara dair göndermelerin biraz daha genişletilmiş hallerini buluyorsunuz. Bu nedenlerle de romanın kapağını kapadığımda bir eksiklik hissi duydum. İstediğim hikâyeye aç kaldığımı hissettim. Ve sordum kendime “BU AÇLIK HİSSİNE YENİ ROMAN TÜRÜ MÜ NEDEN OLDU?” diye.

YENİ ROMAN (ANTİ-ROMAN) AKIMI

Yazımın başında belirttiğim gibi Clézio Yeni Roman akımının etkisinde bir yazar olduğunu ifade etmiştim. Kitabı bitirdikten sonra Yeni Roman türü nedir soruma cevap bulmaya dair bir iki yazı bulup okumaya ve hiç olmazsa bu yazıma derç edebilecek kadar bilgi kırıntısı elde etmeyi hedefledim ve ilk öğrendiğim şey Yeni Roman akımının 1950'lerde Fransa’dan doğan bir akım olduğu, geleneksel bir hikaye, yer , zaman ve karakter yaratmaktan ziyade insanın dış dünya ile ilişkilerini temel aldığı oldu. Sonra epey karıştırdım ve şunları okudum:

Yeni Roman (Nouveau Roman) akımının isim babası Emile Henriot Le Monde’da 22 Mayıs 1957 yılında yazdığı bir makalede yeni bir tarz deneyerek yeni yazı stilleri ortaya çıkaran yazarların eserlerini tanımlamak için "Yeni Roman" ifadesini kullanmıştır.

Bunun ardından da Fransız yazar, edebiyat kuramcısı ve yönetmen Alain Robbe-Grillet ve Jean Ricardon tarafından da bir kavram olarak benimsenmiştir.İkinci Dünya Savaşı sırasında Jerome Lindon'un, illegal olarak kurduğu Editions de Minuit'in çatısı altına Alain Robbe-Grillet tarafından toplanan, her biri kendi çizgisinde yürüyen yazarlar (Claude Ollier, Nathalie Sarraute, Claude Simon, Marguerite Duras, Michel Butor, Samuel Beckett ) in ortak noktası ise, geleneksel edebiyata yönelik eleştirel bakış ve yenilik olmuştur.



Robbe-Grillet, “roman kahramanı, hikaye, angajman, biçim ve içerik gibi gününü doldurmuş birkaç kavramın”38 geçersizliğini ilan etmiş ve şöyle demiştir:

“ Gerçek romancı denildiği zaman kahramanlar yaratan biri akla gelir. Bu alışılmış görüşü doğrulamak için Balzac bize Goriot Baba’yı Dostoyevsky ,Karamazov Kardeşleri bıraktı denilir”39 . Balzac’ın romanın mihenk taşı olduğu iddiasını reddeder. Bir sosyal sınıfın, bir mesleğin, kuvvetli bir tutkunun ifade edildiği ve hikayenin bütün unsurlarının kimliğini sergilemek için seferber olduğu karakterler kavramını reddettikten sonra Robbe-Grillet şu soruyu sorar: “Bulantı’ daki ya da Yabancı’daki anlatıcının adını kaç okur hatırlar? Bu kitaplarda insan tipleri var mı? Bu kitapları birer karakter incelemesi gibi görmek, saçmalamak olmaz mı? Céline’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’u herhangi bir kişiyi tasvir ediyor mu? Bu üç yapıtın de birinci şahsın(ben’in) ağzıyla yazılmış olması bir rastlantı mıdır? Beckett, aynı hikâyenin akışı içinde kahramanının adını da kılığını da değiştirir(...) Gerçekte kişileri yaratanlar- geleneksel anlamda artık kendilerinin de inanmadığı kuklaları önümüze sürmekten başka bir şey beceremiyorlar. Kişilerin romanı iyiden iyiye geçmişe bağlanıyor, geride kalmış bir çağı belirtiyor; bireyi dorukta gösteren bir çağı...”

Robbe-Grillet gibi romanı romana ait olmayan unsurlardan arındırma kaygısına sahip olan bütün yenilikçi romancılar farklı görüşte olsalar bile, geçmişin geleneksel biçimlerine reddetme de aynı noktada buluşmuşlardır.Yeni Romancılar, 20. yüzyılla birlikte, kişinin dünya ile olan öznel bağlarının bütünüyle değiştiğini vurgulayarak, 'gerçekliğin' yeni bir tanıma ihtiyaç duyduğunu, çünkü onun çeşitli ideolojik görüşlerin veya yaklaşımların elinde çok farklı biçimlere büründüğünü bu nedenle de 'gerçekliğin' öznelliğine vurgu yapıp romanlarını bu bakış açısıyla yazmayı hedeflemişlerdir.



Yukarıda adı geçen “bu bir teori değil bir arayıştır" ilkesiyle yola çıkan bu romancılar, Yeni romanın öncüleri sayılsalar da aslında her birinin kendine özgü bir biçemi vardır. Hepsi, 'Yeni Roman' davasını savunmuşlar, aynı değişiklik isteğiyle hareket etmişler, aynı arayış içinde olmuşlar, fakat hepsi de kendi yeni romanlarını yaratmışlardır.

Geleneksel romanlarda kullanılan doğrudan, dolaylı, dolaylı serbest aktarım biçemleri yerine daha karmaşık, aktaran ile aktarılan sözcelerin yan yana konulduğu algılamaya dayalı bir biçem benimsenmiş, anlatıya şiirsel bir ritim ve hız kazandırılmış, roman kişileri geleneksel romandaki gibi keskin çizgilerle çizilmemiştir.

Yeni Roman' da geleneksel anlamda bir olay örgüsü yoktur; Yeni Roman öykünün kurgusu ve karakterin analizi gibi edebiyat normlarını altüst eder niteliktedir.Maurice Blanchot, Michel Butor, Julio Cortazar, Marguerite Duras, Robert Pinget, Alain Robbe Grillet, Claude Simon bu akımın başlıca yazarları olarak göze çarpmaktadır.



Natahalie Sarraute' nin 'Yönelişler' kitabının sonuna yine Dr. Mukerrem Akdeniz tarafında ''Yeni Romana' a Toplu Bakış'' adıyla konan bölümün bir kısmında Dr. Mukerrem Akdeniz burada Yeni Roman akımını benimsemiş yazarların aralarında belirgin görüş farklılıkları olmasına karşın bir kaç ortak görüşte birleştiklerini söyleyerek bu özellikleri şu şekilde sıralamıştır.

1. Belli bir ruh halinin sayfalarca çözümlenmesi bulunmamaktadır.

2. Yeni Roman dünyaya ve insana önyargıdan uzak yeni bir gözle bakmak ister Bilinç akışı ön plandadır.

3. Yeni Roman' da insan ve nesne kaynaşmış durumdadır:

Yeni Roman' da insana, nesneye bakıldığı gibi, belli bir uzaklıktan ve objektif bir gözle bakılmaktadır. İnsanlar canlı bir evrenin kişiliksiz parçalarıdır ve öbür canlı varlıkların arasında doğal biçimde yer alırlar. Geleneksel romanda olduğu gibi, nesneler dünyasının merkezine oturtulmuş "ayrıcalıklı" varlık değildir artık insan. Buna karşılık nesne tek başına var olmakta ve bir anlam taşımaktadır. Böylece, nesnel dünya insan yaşamına çerçeve olan kuru ve ölü bir dekor olmaktan çıkarak, insanla kaynaşan, canlı bir öğe durumuna gelmiştir. Bu yüzden nesneye verdiği önemden ötürü Yeni Roman 'a nesneci roman denmiştir.

4. Yeni Roman' da zaman, takvim ya da saatle gösterilen yapay zaman değildir:
Zaman, özellikle M. Proust' un yapıtlarında görülen,"insan bilincindeki zaman" dır. Şöyle ki, yaşanılan an, bir yandan geçmişe yapılan dönüşlerle, öbür yandan geleceğin önyaşantıları ile karmaşık bir nitelik kazanmaktadır. Betimlemelerde görülen kopuşlar, yinelenmeler ve yenilenişler zamanda da görülmektedir.

5. Özellikle 1955 yılından sonra bu akımdaki yazarlar için dil sorunları ağırlık kazanır, dil artık bir araç, bir anlatım aracı değildir. Sabırla özenle işlenen başlı başına bir konu olur.

Dil yalındır, özentisiz, süssüz ve konuşma diline yakındır. Öz ön planda gelmekte, dil ve biçim, özü yansıtmakta bir araç olarak görülmektedir. Romancının dil bilgisi kurallarının dışına çıktığı olur. Nüansları beylik biçimler içinde vermekte ve bu klişeleri tırnak içine almaktadır. En göze çarpan yeniliklerden biri de yinelemelerdir. Bir sözcük ya da bir tümce bir çok kez yinelenebilir. Bunun sonucu olarak okuru belli bir psikolojik duruma getirerek anlatılmak istenin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.

Yeni Roman' da noktalama işaretlerinin değişik bir kullanımı da gözlenir: Tümceler nokta ya da noktalı virgül yerine virgülle ayrılmaktadır. Noktalama işaretlerinin bu değişik kullanımına, özellikle karmaşık bir düşüncenin oluşum evreleri, insan zihninde düşüncenin kesintisizliği, kimi zaman da bunalımlı bir ruh halini anlatmak istendiğinde başvurulur. Çoğu zaman sık sık ünlemler, kesme işaretleri ve parantezlerden yaralanan yeni romancı, bu yolla tümcenin ağırlaşmasını engellemeyi amaçlar. Kişilerin konuşmaları genellikle tırnak içine alınarak metinle kaynaştırılır.



TÜM BU BİLGİLERİN IŞIĞINDA…

Anladım ki, kitapta beni aç bırakan şey, karakterlerin gelişmeden, derinleşmeden, analizlere vardırılmadan ortadan kayboluşları, bir görünüp bir ortaya çıkmaları, bu bölük pörçüklük ve hafızada oluşan olaylardan izler, bu izleri takip ederek sonuçlara ulaşmak için çabalamanın gerekliliği...

Bu uçucu etkinin nedeninin hep bu yen roman akımının etkisinden kaynaklanmış olabileceğine karar veriyor ve romanı bir kez daha okumaya başlıyorum. Tüm kelime tekrarları, virgüllerler ayrılan cümleler, basit bir dil (bu arada çevirinin iyi olduğunu düşünüyorum), yalın bir anlatım, sine roman gibi öğeler...



Bu seferinde bazı şeyler yerli yerine oturuyor kafamda bir okur olarak. Clézio’nun ne yaptığını anlıyorum ama yine de bir eksik tat kaldı içimde, belki ben hala geleneklere bağlı biriyim, belki de başka umutlarla yola çıktığım ve beklentilerim karşılanmadığı için bir açlık içindeyim…

Sevgiler
Billur



Kaynakça:
1. “Anti- Roman'a Bakış Ve Gerçekliğin Arayışı - Ozan Şafak
Aylak Dergisinde Eylül-Ekim 2005 sayılı yazısı
2. Radikal Kitap Ekinin 25.05.2005 tarihli sayısındaki Kemal Varol’un Yeniyi Yazmak İçin Eskiyi Silmek adlı yazısı
3. Dr. Fuat Boyacıoğlu, Geleneksel Romana Karşı Anti Roman ,Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (14). sf. 199-208.

1 yorum:

Gulda dedi ki...

Kitabın kapağı da çok etkileyici. Ben bu kitabı okumayı çok istiyorum ama yazından sonra bu kitabı çok sakin, sadece kitaba odaklanabileceğim bir dönemde okumalıyım diye düşünüyorum. Mesela Mauritius Adası’na gitsek, ben de orada bu kitabı okusam.

Üst üste bir sürü Toplumsal Gerçekçilik akımının temsilcisi kitaplar okuduktan sonra bunu okuduğun için aç kaldığını düşünüyorum. Seni köy romanları bu hale getirdi:)

Tatlı olarak bir parça Lol V. Stein’ın Kendinden Geçişi (Marguerite Duras) almaz mıydın?

Diline sağlık çok keyifli, çok emek verilmiş bir yazı olmuş.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails