15 Aralık 2011 Perşembe

AZ - Hakan Günday



Marquies de Sade… Sadizmin doğuşunu sağlayan kişi ünvanına sahip Fransız aristokrat ve felsefe yazarı. Hayatının 32 yılını değişik hapishanelerde ve akıl hastanesinde geçirmiş. Sodom’un 120 Günü adlı eserini hapishanede yazmış. Kişiler arası ilişkilerde onurun bir tarafa bırakılarak, insanın kendini korumak için her türlü zorluğa katlanmasının kişiyi sadizme götüreceğini savunmuş. Doğa ile insan arasındaki uyum üzerinde durup, insan davranışlarındaki nedenleri doğaya bağlayarak insanın içindeki caniliğin sebebini bu şekilde açıklıyormuş.

Hiçbir bebek kötü bir insan olarak dünyaya gelmez. Genetik etkileşimleri göz ardı etmiyorum. Genlerinde olanla, büyüdükçe yaşadıklarının harmanlanmasından iyi veya kötüyü seçen çocuklar vardır. Kendisini kötü olmaya iten model ebeveynleri veya kötü olma zorunlulukları vardır bu çocukların. Kendi korkularını yenmek için etrafındakileri korkutmayı amaç edinmiş, şiddeti seven çocuklardır bunlar. Her şiddet eyleminde kendilerinden veya çevresindekilerden intikam aldığına inanan, bununla mutlu olan çocuklar. Ve bu çocuklar böylece büyürler, çevre için sakıncalı, tehlikeli birer yetişkin olurlar.

Tıpkı Derdâ’nın 6 yaşında gittiği yatılı okulda etrafında kök salmaya başlamış, 11 yaşındayken birkaç hayvan ve bir ev için annesinin Bezir adlı kendisinden yaşça büyük bir adama satmasıyla güçlenen ve Derdâ’yı dipsiz kuyuya çeken kötü yetişkinler gibi.

Güneydoğu’nun Yatırca Köyü’nden Edinburgh’a uzanan yolculuğun sonunda Derdâ’yı kucaklayan bir apartmanın on ikinci katındaki beş yıllık esaret ve koca dayağından kaçışı, sonunda umut parıltısı vaat eden bir ufacık kapı deliğinden gördüğü mavi gözlerin sahibi olan Stanley’de bulacağını sanan bi çare Derdâ.

Oyuncaklarla oynayacağı yaşta kocasının eziyetlerine katlanmak zorunda kalan çarşaflı Derdâ’nın umutları toz olup uçar. Kendini sado mazoşizm, pornografi ve uyuşturucu üçgeninde bulur.

Sadece “sevgi” onu düştüğü bu girdaptan kurtarır. Anne, anne gibi yazılan ismiyle bu İngiliz, Derdâ’yı, sahip olamadığı ve özlemini duyduğu anne sevgisiyle buluşturur.

Derdâ ve Derda’nın hayatlarının anlatıldığı iki ayrı bölümden oluşan kitabın Derdâ’yı anlatan ilk bölümü bittiğinde minik bir hüsran yaşadım. Hikâye kendi içinde bitmişti ama sanki bir eksik vardı.

Derda’nın anlatıldığı bölüme geçtiğimde ilk bölümden kesitler, kişiler karşıma çıkıverince, Derdâ’nın hikâye boyunca maruz kaldığı tesadüflerin, ikinci bölüme sirayet ettiğini gördüm.

Biz bazen onları fark etmesek de, tesadüflerin hayatımızda kocaman bir yeri var. Aşk Tesadüfleri Sever filminde de yönetmen Ömer Faruk Sorak ve eşinin gerçek hayat tecrübelerinden yola çıkarak beyaz perdeye aktardıkları tesadüfler zincirini izlemiştik.

Bu kadar tesadüf olur mu diyoruz, ama belki oluyor da biz fark etmiyoruz.
İkinci bölümde babası hapiste olan ve annesinin ölümüyle hayatla tek başına mücadele veren mezarlık temizleyicisi Derda’nın hikâyesi anlatılıyor.

Aslında daha ilk bölümde Derdâ ve diğer karakterlerin hayatın içinde şiddet, uyuşturucu, sado mazoşizmle yoğrulduğu tutunamadıkları hayatlarının hikâyesini okurken Günday’ın Oğuz Atay’dan etkilendiğini anlamalıydım.

İkinci bölümde Derda, mezarlık temizleyiciliğini bırakarak, korsan kitap işine girer ve bu şekilde Oğuz Atay’ı keşfeder. Oğuz Atay’a duyduğu saplantısal bağlılık Derda’nın uzun yıllarını hapiste geçirmesine yol açar.



İkinci bölümde bana aşırı gelen, Derda’nın Oğuz Atay’a duyduğu hayranlıkla, yaşamında kaybetmeyi göze alamayacağı hiçbir şeyin olmamasının bilincinde sergilediği hareketler.

Yine de bir bütün olarak bakıldığında kitabın film tadında bir kurgusu var.

İlk beş nefesten sonra İsa, “Fevzi’yi biliyorsun, değil mi? Hani şu yurttan kaçan oğlanı?” diye sordu. Derda başını salladı.
“Dün, onu gördüm. Çok garip bir herif o. Hani bir torbası var ya, hep elinde? Ne varmış içinde biliyor musun? Gösterdi bana. Oyuncak bir bebek. Ama kızlar için yani. Böyle kıyafetler var üstünde. Sonra soydu Fevzi bunu. Bayağı memeleri var, kıçı var. Kocaman kadın gibi, anladın mı? Neyse, dedi ki, yurttan da o bebek yüzünden kaçmış. Neydi adı ya? Barbo mu, barba mı, neyse öyle bir şey işte… Barbie, Barbie! Niye biliyor musun? Çünkü yurttakiler o bebeği elleyip duruyormuş, sonra da Fevzi’ye sarkıyorlarmış, anladın mı?”


Bu satırları okuyunca aklıma, birkaç yıl önce “Barbie bebekler tahrik ediyor” diyen cübbeli hoca geldi. Yeter ki kötülük insanın içinde olsun, bir oyuncak bebek bile bu kötülüğü köpürtüp kabartabilir.

Bu yıl okuduğum ve beni etkileyen kitaplardan bir tanesi oldu AZ.



Tutunamayanların hikâyesi.

Bir acı çığlık.

Ben buradayım, siz neredesiniz? diyenleri duymamız gerektiğini hatırlatan bir roman.

Kitabı bitirdiğim gün Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümüydü. Sanki bana evrenden gelen bir işaret gibi; sahip olduklarımın değerini bilmem, hayata tutunmasını becerdiğim için şükretmem, tutunamayanları anlayabilmem, duygularını hissedebilmem için bir işaret.



Ve sanki Oğuz Atay’a düzenlediğim bir anma töreniydi.

Her nasılsa, Oğuz Atay, Anne’in bu düşüncesinden haberdar olmuş. Belki de sadece hissetmiş ve ona hayattan söz etmiş. Hayatta kalınması gerektiğinden. O sekiz gece öyle bir geçmiş ki, Anne sonunda ikna olmuş ve kendini hayatta bırakmış. Çünkü karşısında, ölümle Don Kişot gibi mücadele eden bir adam varmış ve o güne kadar duymadığı kelimelerle yaşamayı anlatmış.

Derdâ ve Derda'nın 40 yıl birlikte dinledikleri Altre Follie albümünden...




Peyman




5 yorum:

HALENİN HARESİ dedi ki...

Az benim de bu yıl okuyup çok etkilendiğim bir kitap. Okusam okusam ama ne okusam diyenlere tavsiye ederim.

MARTI dedi ki...

Nedense her yerde reklamı yapıldı diye (bkz. Radikal Kitap, İdefix, TÜYAP) bir önyargı ile almadım. Pişmanım, evet.

Gulda dedi ki...

Ben Az'ı okuduktan sonra başka bir Ben oldum. Üzerinde çok düşündüğüm bir kitaptı bu. Türkiye romanını çok farklı bir seviyeye taşıyan bir kitap AZ. Fazlasıyla dolu.

francesca mckennitt dedi ki...

En kısa zamanda Hakan Günday'ın bir kitabını okumalıyım, okunulası bir yazar. İnternette görüyorum yazdıklarını parça prça ve inanılmaz hoşuma gidiyor. Burada görünce yazayım dedim :)

Peyman dedi ki...

Hepinize merhaba,
Ben de fazlasıyla medyada söz edilen kitaplara nedense çok önyargılı yaklaşıyorum. Sanırım bu yüzden Elif Şafak İskender'i okumak istemedim hiç.
Evet AZ'dan da çok bahsedildi. 2011'in okunması gereken ilk 100 kitabı arasında ön safhalarda yer aldı, ama hep içimde bu kitabı okuma isteği oldu. Belki de Hakan Günday'ın üslubunu merak ettiğim içindi. Beni geçen yıl en çok etkileyen kitaplardan biri oldu. En kısa zamanda Kayra ve Kinyas'ı okumak istiyorum.
Sevgiyle,

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails