15 Ekim 2010 Cuma

The Fall - Düşüş



Geçen Şubat ayında El Laberinto Del Fauno’yu yazdığımda, filmi tavsiye eden iş arkadaşım Aydın’ın bir başka filmi öve öve bitiremediğini ve filmi bulur bulmaz seyredip yazacağımı belirtmiştim.

Aradan aylar geçti. Her daim Aydın’dan filmin ne kadar mükemmel olduğu ile ilgili yorumları dinledim durdum.

Sonunda bir gün Aydın, filmi bulduğunun sevinçli haberini verdi.
Nihayet dün akşam da Emre yatar yatmaz aylardır merakla beklediğim filmin karşısına geçtim oturdum.

Konu başlığından da anlaşılacağı üzere filmin adı The Fall, Düşüş.



2006 yılı Hint, Amerikan, İngiliz ortak yapımı olan, David Fincher ve Spike Jonze‘nin finanse ettiği filmin yönetmeni Tarsem Singh. Müziklerini Krishna Levy yapmış. Senaryosunu Dan Gilroy, Nico Soultanakis ve Tarsem yazmış.

Alexandria rolünde Catinca Untaru, Roy ve Blue Bandit rolünde de Lee Pace oynuyor.



1920’lerin Los Angeles’ında bir hastanede, Alexandria adlı kolu kırık bir kız, Roy adlı bir gençle tanışır. Roy filmlerde dublörlük yapmaktadır ve ilk filminin çekimi esnasında geçirdiği kaza sonucunda belinden aşağısı felç olmuştur.



Roy, geçirdiği kaza sonrasında kendisini terk eden sevgilisinden ayrılmanın verdiği acı ile onarılamaz bir yıkım içindedir. Genç adam için yaşamak tamamen önemini yitirmiştir. Alexandria’yı, artık mutlu olamayacağını düşündüğü bu hayattan kurtulmak için bir araç olarak görür. Küçük kıza kendi yaşadıklarından yola çıkarak yarattığı bir hikâye anlatmaya başlar. Yaşadığı onarılmaz hayattan kurtulmak için Alexandria’nın ilaç odasından temin edeceği morfine ihtiyaç duyan Roy, anlattığı hikâye sayesinde Alexandria’ya yaklaşır.

Etrafında gördüğü ve beğendiği her şeye sahip olmak için insanlara zarar vermeyi ve yoluna çıkan insanları öldürmeyi göze alan Vali Odious’tan nefret eden 5 kahramanın hikâyesidir bu. Eski bir köle Otto Benga, karısı Vali tarafından kaçırılan Hintli, patlayıcı uzmanı Luigi, doğayla dost ve yanından ayırmadığı sevgili dostu ile gezen İngiliz bilim adamı Charles Darwin ve bir ağaç gövdesinde can bulan, karnında kuşlar besleyen garip Mystic…



Siyah beyaz görüntülerle başlayan ve biten filmde aklıma ilk gelen çocukluk yıllarımda seyrettiğim Charlie Chaplin ile Laurel&Hardy filmleri oldu. Saatlerce TV karşısında oturur ve bu siyah-beyaz filmleri seyrederdik.



The Fall’un siyah-beyaz bölümleri Roy’un dublörlük yaptığı film karelerinden aktarımlar. Roy’un nasıl sakatlandığını o karelerde görüyoruz.

Film, gerçekle hayal arasında köprüler kuran sahnelerden oluşsa da, aslında izleyicinin dikkatini ne kadar odaklandırdığını sınamak üzerine hazırlanmış.



Film karelerinin birbirine geçişleri büyüleyici; Darwin’in peşinden koştuğu Americana Exotica kelebeğinin görüntüsünden, bu beş kahramanın ıssız adadaki buluşma sahnesine geçiş ve Roy ile hikaye kahramanı hemşire Evelyn’in nikahlarını kıyan beton suratlı pederden çorak bir araziye geçişin mükemmel uyumu…



çorak arazide hâlâ beton suratlı pederi, ıssız adada hâlâ Americana Exotica’yı görebiliyorsunuz.

Bir sahnesinde Aya Sofya’yı görene kadar, filmin farklı ülkelerde çekilmiş olduğunu düşünmedim bile.



Özel efekt harikası olduğunu düşündüğüm filmi daha sonra araştırırken gördüm ki, filmin yönetmeni Tarsem Singh 18 ayrı ülkede ve 26 gerçek mekanda çekimleri gerçekleştirmiş. Ve hiç özel efekt kullanmamış.

Dalivari teatral görüntülerle zenginleştirilmiş film, Bethooven’ın 7. Senfonisi ile adeta zihinlerde unutulmazlığını ilan ediyor.



Filmin adı, The Fall –Düşüş- aslında Roy’un film çekimi sırasında düşerek sakatlanmasından başlayarak, hayatta her şeyin düşerek yok olduğu fikriyle bütünleşiyor. Alexandria, Roy’un istediği morfini elde etmek için ilaç odasına gizlice giriyor ve ilaçları almak isterken düşüyor. Hikâyedeki Hintli de Vali Odious’un askerlerinden kaçarken yüksek şatodan düşerek ölüyor.



Alexandria, Roy’un anlattığı hikâyede herkesin ölmesinden duyduğu üzüntüyü şöyle dile getiriyor;

Alexandria: [crying as Roy finishes the story] Why are you making everyone die?
Roy Walker: Because... everything dies

Roy’un hikâyesi iken, Alexandria’nın hikâyesi olmaya başlıyor. Aslında küçük bir kızın gözünden seyrediyoruz hikâyeyi. Çünkü hikâyede Roy’un Indian olarak bahsettiği kişi bir Kızılderili ki bunu filmin başındaki siyah-beyaz görüntülerde görüyoruz. Oysa Alexandria hikâyeyi dinlerken kendi geldiği toprakları düşünerek Indian olarak bir Hintli’yi hayal ediyor.

Filmde köle Otto Benga’nın ölüm şekli aslında Mahabharata Destanı’nda - eski bir Hint destanıdır – Bhishma’nın ölümünün aynısıdır. Oklarla savaşılan bu destanda da Bhishma, sırtına isabet eden pek çok okun üzerine sırt üstü düşerek bir ok yatağının üzerinde imgelenmektedir.



Yine aynı destanda Krishna da patlayıcı uzmanı Luigi gibi ayağına isabet eden bir ok ile ölür.

Vali Odious tarafından karısı kaçırılan Hintli de yine bir Hint tarihi hikâyesi olan Rani Padmini’den alıntıdır.



Ünlü İngiliz bilimci Charles Darwin uzun süredir üzerinde çalıştığı konuyu Alfred Wallace adındaki bir çocuğun kendisine gönderdiği bir makaleyi okuduğunda netleştirerek Evrim Teorisi’ni ortaya çıkarıyor. Filmde Wallace, Darwin’in yanından hiç ayırmadığı maymunu olarak metaforlaştırılmış. Wallace’da Odious’un adamlarının açtığı ateş sonucunda yaralanarak ölüyor ve Darwin Wallace’ın yanına koştuğunda Wallace’ın avucundan Darwin’in peşinde olduğu Americana Exotica uçuyor.

Filmin afişinde ise yine Dali’den bir etkileşimi görüyorsunuz; Il Volto di Mae West.



The Fall 2007 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nde, yine aynı yıl Sitges-Catalonia Uluslararası Film Festivali’nde, 2008 yılında da Austin Film Kritikleri Derneği’nden ödül kazanmıştır.

Neredeyse her sahnesi metaforlarla örülü olan bu filmi seyrederken küçük bir kız ile yetişkin bir adamın arasındaki arkadaşlık sizi derinden etkileyecek. Ve belki de benim gibi gözyaşlarınıza hakim olamayacaksınız.

Peyman

5 yorum:

rosein dedi ki...

mükemmel bir tanıtım. filmi izlerken ağlamaktan içim çıkmıştı.özellikle diyalogla belirttiğim bölüm kopuş noktasıydı. açıkcası izlerken bilmediğim bir çok ayrıntıyı henüz senden okudum. teşekkür ederim=)

Peyman dedi ki...

Merhaba Rosein,
Ben teşekkür ederim yorumun için :)Ben de o bölümde çok etkilendim. Hem Alexandria hem de Roy sanki rol yapmıyor da, aynen yaşıyor gibiydiler. Aslında daha birkaç nokta daha var ki yazmamışım :) Meselâ Alexandria'nın elinin çarpması ile Roy'un komidin üzerindeki kahvesinin örtüye dökülerek yayılması, Blue Bandit'in önünde intikam yeminini ettiği, iki direk arasına gerilmiş ve üzerinde giderek yayılan kanlı bayrağın bağdaşması gibi...günaha davet.

Gulda dedi ki...

Peyman söylese idin bu film bizde vardı. Ben sıkıldıkça açıp izliyorum:) Kesinlikle muhteşem bir filmdi. Bu filmin geçtiği tüm mekanlara gitmeyi çok isterdim.

Peyman dedi ki...

Gizliydi ya filmin ismi :)
İnsanı içine çeken bir girdabı var sanki filmin. Mekanlar, müzikler, kostümler, özellikle de Roy'un hemşire Evelyn'le terasta konuştuğu sahnede Evelyn'in üzerindeki lila rengi kostüme bayıldım. Alexandria'nın son sahnedeki yakarışları...şu anda seyredesim geldi :) - 09:43 ve ben ofisteyim :( -.

matrauma dedi ki...

Filmi biraz önce bitirdim ve inanılmaz etkilendim.. Biraz internetten araştırayım derken yazdıklarınızı okudum ve bayıldum.. Blogunuzu daha çok ziyaret edeceğim :)

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails