Kitap: Sahilde Kafka
Yazar: Haruki Murakami
Yer: Gastroloft
Sunucu: Gülda
Katılımcılar: Ayşen, Aysun, Ayşe, Aycan, Belkis, Billur, Bilgen, Peyman, Özlem, Yonca
İçindekiler:
1. Haruki Murakami'nin Hayatı: (Anlatıldığı kadarı ile)
2. Murakami Olmak (Kitaplarından ve röportajlarından derlediklerimle)
3. Sahilde Kafka Hakkında Kısaca
4. Sahilde Kafka "Kim Kimdir" (Romandaki karakterler)
5. Sözlük Eşliğinde Sahilde Kafka Romanı
6. Romanla ilgili Haruki Murakami ile yapılmış röportaj (resmi sitesinden alınmıştır.)
Gölgelerin İzcisi Haruki Murakami
Haruki Murakami Japonya’nın 20. yüzyılının en büyük ve en popüler yazarlarından biri kabul edilmektedir. Yazdığı roman, öykü, makale ve denemeleri kırkın üzerinde dile çevrildiği gibi, F.Scott Fitzgerald, Truman Capote, Raymond Carver, Paul Theroux, John Irving ve Tim O'Brien gibi yazarların kitaplarını Japonca’ya çevirmiş bir yazardır.
Her ne kadar bir yazarın kendisi hakkında bu kadar ayrıntıyı vermesi “seçkin” edebiyat çevrelerince hoş kabul edilmese bile Murakami için gayet hoş hazırlanmış bir internet sitesi mevcuttur. Orada kendisi ile ilgili aradığınız ne varsa(!) bulabiliyorsunuz. İşin aslı, sadece kendi istediği kadarını bize sunduğudur. Sadece göstermek istediği kadarını söyleyip, asıl merak ettiklerimiz konusunda derin bir bilgi bulunmamaktadır. Bize anlatılan kadarı ile Murakami:
12 Ocak 1949 Kyoto Japonya’da doğdu
1950 Ailesi ile Ashiya, Hyōgo’ya taşındı
1968 Tokyo Waseda Üniversitesinde Tiyatro eğitimine başladı.
1971 Yoko Takahashi ile evlendi.
Nisan 1974 İzlediği beyzbol maçında ilk romanını şekillendirdi.
1974 Kokobunji /Tokyo’da eşi ile birlikte 'Peter Cat' adlı barı açtı.
1977 Barı Sendagaya/Tokyo’ya taşıdı.
1979 Fare Üçlemesinin –aslında dört kitaptan oluşan- ilk romanı olan Hear the Wind Sing yayımlandı.
1979 Hear the Wind Sing ile Gunzou Shinjin Sho (Gunzo Yeni Yazar) ödülünü kazandı.
1980 Üçlemenin 2.kitabı olan Pinball, 1973 yayımlandı.
1981 Peter Cat adlı barı satıp sadece yazmaya karar verdi.
1982 Üçlemenin 3. kitabı olan Wild Sheep Chase(Yaban Koyununun İzinde) yayımlandı.
1982 Yaban Koyununun İzinde ile Noma Bungei Shinjin Sho (Noma Edebiyat Ödülünü –yeni yazar dalında-aldı.)
Ekim 1984 Murakami shilde, Tokyo’ya 50 km uzakta bulunan küçük bir şehir olan, Fujisawa/ Kanagawa’ ya taşındı.
Ocak 1985 Sendagaya/Tokyo’ya taşındı.
1985 Hard-Boiled Wonderland and the End of the World yayımlandı.
1985 Hard-Boiled Wonderland and the End of the World Junichi Tanizaki Ödülü aldı.
Şubat 1986 Yine taşındı. Bu sefer Oiso/Kanagawa’ya…
Ekim 1986 İtalya ve Yunanistan’a gitti.
1987 Norwegian Wood (İmkânsızın Şarkısı) yayımlandı.
1988 Dance, Dance, Dance adlı romanı yayımlandı.
Ocak 1991 Princeton/New Jersey’ye taşındı ve Princeton Üniversitesi’nde ders verdi.
Ocak 1992 Princeton Üniversitesi’ nde profösör oldu.
1992 South of the Border, West of the Sun (Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında’yı bitirdi.
Temmuz 1993 Santa Ana CA’e taşınarak William Howard Taft Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti.
1996 1994’de yayımlanan Wind-up Bird Chronicle ile Yomiuri Literary Ödülünü kazandı.
1997 Underground yayımlandı.
1999 After the Quake adlı öykü kitabını tamamladı.
2001 Tekrar Oiso/Kanagawa’ya taşındı.
2002 Kafka On The Shore (Sahilde Kafka) yayımlandı. Bu kitap 2005 yılında New York Times Gazetesince yılın en iyi 10 romanı arasında yer aldı.
2004 After Dark yayımlandı.
2006 Blind Willow, Sleeping Woman yayımlandı.
2006 Sahilde Kafka ile Franz Kafka Ödülü’nü ve World Fantasy Ödülünü aldı.
2008 What I Talk About When I Talk About Running yayımlandı.
2009 1Q84’nin Japonya’da ilk baskısı (500.000) hızla tükenince yayınevi ikinci baskıyı 200.000 adet olarak piyasaya sürdü..
Bazı Eserleri: (*)
• Kaze no uta o kike, 1979 - Hear the Wind Sing (tranls. by Alfred Birnbaum)
• Sen kyuhyaku nanaju san nen no pinboru, 1980 - Pinball 1973 (transl. by Alfred Birnbaum)
• Hitsuji o meguru boken, 1982 - A Wild Sheep Chase (trans. by Alfred Birnbaum) - Suuri lammasseikkailu (suom. Leena Tamminen)
• Zojo kojo ni happiendo, 1983
• Kangaru biyori, 1983
• Chugoku iki no surou Boto, 1983
• Murakami Asahido, 1984 (with Anna Mizumaru)
• Nami no e. nami no hanashi, 1984
• Murakami asahido, 1984
• Hotaru naya o yaku sonota no tanpen, 1984
• Kaiten mokuba no deddo hito, 1985
• Sekai no owari to hadoboirudo wandarando, 1985 - Hard-Boiled Wonderland and The End of the World (transl. by Alfred Birnbaum)
• Hitsuji otoko no kurisumasu, 1985
• Kaiten mokuba ni deddo hito, 1985
• Rangeruhansuto no gogo, 1986
• Panya saishugeki, 1986
• Murakami asahido no gyakushu, 1986
• Noruwei no mori, 1987 (2 vols.) - Norwegian Wood (translations into Japanese: Alfred Birnbaum, Jay Rubin)
• 'The Scrap' natsukashi no 1980 nendai, 1987
• Hi izuru kuni no kojo, 1987
• Za sukkotto fittsugerarudo bukku, 1988
• Dansu, dansu, dansu, 1988 - Dance Dance Dance (transl. by Alfred Birnbaum)
• Murakami asahido haiho!, 1989
• Toi taiko, 1990
• Uten enten, 1990
• Murakami Haruki zensakuhin, 1979-1989, 1990-92 (8 vols.)
• Kokkyoh no minami, taiyoh no nishi, 1992 - South of the Border, West of the Sun (transl. by Philip Gabriel)
• The Elephant Vanishes: Stories, 1993 (transl. by Alfred Birnbaum)
• Nejimaki-dori kuronikuru, 1994-95 - Wind-up Bird Chronicle (trans. by Jay Rubin)
• Andaguraundo / Yakusoku sareta basho de, 1997-98 - Underground: The Tokyo Gas Attack and the Japanese Psyche (transl. by Alfred Birnbaum)
• Supuutoniku no koibito, 1999 - Sputnik Sweetheart (trans. by Philip Gabriel) - Sputnik-rakastettuni (suom. Ilkka Malinen)
• Kami no Kodomotachi-wa nuba Idoru, 2000 - After the Quake (transl. by Jay Rubin)
• Umibe no Kafuka, 2002 - Kafka on the Shore (transl. by Philip Gabriel) - Kafka rannalla (suom. Juhani Lindholm)
• Afutadaku, 2004 - After Dark (transl. by Jay Rubin)
• Tokyo Kitanshu, 2005
• Blind Willow, Sleeping Woman, 2006 (transl. by Philip Gabriel and Jay Rubin)
• What I Talk About When I Talk About Running, 2008 (translated by Philip Gabriel)
• Murakami Diary 2009, 2008
• 1Q84, 2009 (published by Shinchosha) (*) http://www.kirjasto.sci.fi/murakami.htm
Murakami Olmak:
—Varsayımsal olarak konuşuyoruz değil mi?
Ben Murakami’nin her kitabında bizi bir yapbozla beraber bıraktığını düşünüyorum. Ve kendi ifadesi ile “eksik parçaları olan bir puzzle” ile. Buna rağmen yine de böylesine bir dünyanın penceresini aralamak bile benim için başlı başına bir tecrübedir. Bu yüzden de Murakami’nin hayat hikâyesini de kendi bildiğimce anlatmayı deneceğim.
“Etkili bir çürütücü bulunamayan varsayımlar, peşine düşülmeye değer varsayımlardır.” (sy:559)
Varsayım Olarak “Sahilde Kafka Ve Başka Romanları Üzerinden” Haruki Murakami Ve Bunun Üzerinden Sahilde Kafka
—Nasıl romanın kendisi kadar karışık bir başlık olmuş mu?
Murakami, 12 Ocak 1949 yılında Japonya Kyoto’da doğmuş. Öncelikle, astroloji, reenkarnasyon ve benzeri alanlarla hiçbir ilgisinin olmadığını bu kadar net bir şekilde ve sürekli tekrarlamış olmasını büyük bir memnuniyetle karşılıyorum. (Yunan tragedyaları, felsefe, mantık, Şintoizm ve bilincinin karmaşık labirentleri haricinde bir de bunlar üzerinden onu anlamaya çalışmaya nefesim yetmezdi açıkçası.) Dolayısı ile doğduğu gün ve ayı ansiklopedik, yılı ise özellikle belirtmeye kararlıyım
Yıla dönüyorum:
Etiketlemek gerekirse baby boom (1946–1964 arası doğmuş nesil için kullanılır) kuşağı çocuklarından biri Murakami. “Etiketlemeyi sadece bir yere otursun diye yaptığımı biliyorum ve bunu da X Kuşağı çocuğu olmama bağlıyorum.” Kuşağımın üzerimde yarattığı neden, nasıl soruları üzerinden büyük bir kuşkuculuk içinde Murakami’yi anlamayı deniyorum. Murakami’nin en çok 20- 30 lu yaşlardaki kişilerce çok büyük bir keyifle okunduğunu da gördüğümde; aslında bir kaç yüzyıl sonra dünyaya gelip Murakami’yi okuyacak nesli de için için kıskanıyorum. Başka bir zamanın ben’i olarak Murakami’yi; Binbir Gece Masalları’nın, Genji Hikâyeleri’nin içinde bahsi geçen farklılığı olduğu şekliyle kabullendiğim gibi ya da nasıl “Ejderhalar var mı yok mu” sorusu ile ilgilenmeyip; kadim dili konuşan ejderhaları renk, ırk ve yaşlarına göre sınıflandırabildiğim gibi bu berraklıkla okuyabilmek istiyorum.
Sihirli bir lambadan cin çıkıyorsa sadece o lambadan cin çıkıyor o kadar.
—Çıkar mı?
—Çıkar.
—Yeşil renkli ejderhalar uysal mıdır?
—Evet, sadece ürkütmeniz gerekir.
Burada bir varsayım devreye giriyor: Aslında Murakami’de, sadece yazdığı kadarını söylüyor. Tüm bu kitapları, yüzyıllar sonra da okunacak o büyük masallardan biri olacağının habercisi. Dolayısı ile “kendini tekrar ediyor, her romanı birbirine benziyor” eleştirilerinin cevabı da burada yatıyor: Murakami, gelecek nesillere “Binbir Gece Masalları” ya da “Genji Öyküleri” gibi bir külliyat bırakmayı deniyor. O yüzden her yeni roman da, eski romanı ile benzer bir tad yaratıyor. Tüm eleştirmenler silinip gittiğinde ortada sadece Murakami kalacak.
Murakami romanlarını “olan olmuştur” mantığı ile kabul edip, hoşgörü içinde okumayı deniyorum. Bir noktaya kadar bunu başarsam bile, aklımı çelen yine romanın bir başka sayfasında sıralanan cümleler oluyor. Murakami üslubu ile çomak sokuyor.
Kafka Tamura kendisi bizzat, isminin Kafka olma sebebinin “Franz Kafka romanlarını çok sevmesi” olduğunu söylüyor. Murakami de benzer bir ifadeyi roman sonrası verdiği röportajları ile teyit ediyor. Romanı bir kaç kez okuduğunuzda oturacak diyor. Peki, ben niye bu varsayımı yeterince makul bulamıyorum:
Ben Murakami romanlarına, kuşağımın kuşkucu ve güvensizlik üzerine kurulu özellikleri gereği, onun anlattığının ötesinde – o da bunu benden iyi biliyor ve sürekli bir parmak bal çalıyor- anlam katmaya çalışıyorum. Onun bilinç akışının yönünü tespit etmeye uğraşıyorum. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Üç Küçük Domuz Hikâyesi’nin romanın içinde olma sebebinin başka bir şey olduğunu düşünmeyi deniyorum. “Ahh ben, doyumsuz, tatminsiz ve kendini fazla akıllı bulan bir kuşağın temsilcisiyim ne de olsa...” Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesinin haksızlığa uğrayanın kurt olduğunu anlatan bir sürü başka kitap okumuşum, bir sürü ejderha tanıyorum, bir şeye ederinden fazla bir başka değer vermemeye programlanmışım. Tutku içinde, onun berrak olarak sunduğu gerçekleri görmezden gelerek, Murakami’nin de buna alet olması için ipucu topluyorum. Bu tür okuma şekli ile Murakami romanları, tanrıların savaşına benziyor:
Ben ah ben kül yutmam!.. Haruki Murakami’de bunu biliyor, bu yüzden beni ve onu okuyan milyonlarca kişinin üzerine uskumru, sardalye ve sülük yağdırıyor. –gerçi burada varsayım sayısı birden fazla hale geldi ama toparlama formüllerinden birini/birkaçını sunmayı deneyeceğim.-
“Gökten sardalyeler yağabilir, hem de çok lezzetli, mangaları da yakalım...” mantığına kendimi kaptırmışken; (Nakata da bir şekilde balık ve sülük yağdırmış olmasını sadece izliyor), bir aşama sonrasında, bunu serbest iradesi ile yapmadığını kabullenip “gökten keskin bıçaklar, bombalar” yağdırabilecek olmasının endişesini taşıyor. Bu endişe beraberinde, şimdiye kadar yaşananları düşündürüyor: “Yoksa bu okuduğum 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya’ya yağan atom bombaları ile ilgili bir roman mı? Ya da Murakami ciddi ciddi savaş eleştirisi mi yapıyor?” Bu açıklama sonrası o sardalyelerin lezzeti de kalmıyor. Gökten uskumrular, sardalyeler ve sülüklerle beraber metaforlar da yağmağa başlıyor. İlk ve ona bağlı gelişen varsayımlar yerinden bir anda oynuyor... Roman bir anda masal olmaktan çıkıyor son derece ciddi bir gerçekliği yüzümüze vuruyor. Peki, gökten bombalar yağıyor bir anda yüz binlerce insan ölüyor, nesiller boyu sürecek bir iç salgın baş gösterebiliyor ve çaresizce bunu kabullenmişken, gökten yağan balıklar mı gerçeküstü olan?
Ben bir varsayım ortaya sundum. Murakami bir masal yazmış dedim. Sonra da Murakami’nin yazdığı masalı çürütebilecek bir anti tez ortaya attım. Bunu yapan devlet, tanrı, Buda olabilir ama bir şekilde gökten atom bombası ve fırtına yağıyorsa balık da yağabilir dedim. Sonuçta geldiğim –aslında varamadığım- nokta ise;
Nakata şemsiyesini açtığında gökten tüm bunlar yağdı mı?
Yağdı. .
Gökten asit yağdı
Gökten bombalar yağdı
Gökten uçaklar binaların üzerine yağdı
Depremler yerle bir ettti
Sârin gazı havaya salındı.
Yüzlerce yıl sonra bu romanı okuyacak nesil için İkinci Dünya Savaşı’da, Nakata’nın şemsiyesi açınca olanlar da aynı “gerçekliğin kabı” içinde yer alacak. Yazdığı her şeyin bu kuşağa ilişkin olarak muamma olduğunu söyleyebilirim. Yapbozun bilerek ve isteyerek koymadığı parçalarının ise bir kaç yüzyıl sonra yerine oturabilecek şekilde tasarlanmış olduğuna inanıyorum.
Neyse, Murakami; İkinci Dünya Savaşını görmemiş ama savaşın sonrasının tüm kalıntılarını bizzat yaşamış nesilden –ben onu anlatacaktım-. Türkiye savaşa bir fiil katılmamış olsa bile bu savaşın etkilerini çok ciddi yaşamış bir ülke. Ben savaşın bireye etkisini daha iyi anlamak için en yakın örneklerime bakıyorum. Anneme, dayıma, ailemin diğer büyüklerine... Bir de Japonya’yı düşünmek lazım – lütfen Amerikan filmlerindeki hali ile değil de biraz daha farklı bir perspektiften. Mesela annemin biriktirme ve her şeyi fazla fazla alıp stoklama halinin o zamanı yaşamakla ilintili olduğuna inanıyorum. Bu örnekler çoğaltılabilir eğer yazarsanız, son derece açık bir bilicininiz ve sihirli bir yaratma yeteneğiniz varsa bu biriktirmeyi Masumiyet Müzesi’ni yazmaya dönüştürebilirsiniz. Ve eğer bu savaşın en masumundan en kirlisine yaşandığı bir ülkenin benzer yeteneklerine sahip bir yazarı iseniz Haruki Murakami olursunuz.
Murakami gençliğini Ashiya, Hyōgo’da geçirdi. (Ashiya, Osaka ve Kobe’nin ortasında yer alan bir şehir olduğunu ve 17 Ocak 1995 tarihli Kobe depreminden oldukça büyük yaralar alarak çıktığını belirtmek isterim. Yazarın 2000 yılında yayımlanan After the Quake adlı kitabı Kobe depremi ile bağlantılı altı kısa öyküden oluşur.)
Baba Figürü:
Murakami’nin babası Budist bir din rahibin oğlu, annesi de Osaka’lı bir tüccarın kızıdır. Her ikisi de Japon Edebiyatı öğretmendir ve Murakami’ye sürekli Japon Edebiyatından bahsederler. Bu baskı Murakami’yi küçük yaşta Batı edebiyatına tutkusuna taşır. Dickens, Çehov, Dostoyevski, Flaubert okuduğu gibi Amerikan ucuz dedektiflik romanları ve bilim kurguya ilgi duyar. Kurt Vonnegut, Richard Brautigan, Truman Capote gibi çağdaş amerikan edebiyatının yazarları ile tanışır. Kendisi de birçok röportajında ailesinin Japon Edebiyatına olan tutkusunun onu Batı edebiyatına yaklaştırdığını söyler.
Bir kısım Murakami romanlarının içinde yer alan baba figürü son derece göze batar. Şöyle evladını sarıp koruyan gözeten bir baba figürü ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Sahilde Kafka’da Kafka Tamura, babası ve onun kehanetinden kaçar, onu yok eder. Nagata çocukluğunda aile içi şiddete maruz kalmıştır. Oşima anne ve babasını çok sevdiğini söyler ama ondan öteye bir bilgi vermez. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde baba figürü kayın peder olarak ortaya çıkar. Toru Okada, karısı Kumiko’nun babasından ve babasının düşünme yapısından nefret eder. Büyük bir kavga sonrası bir daha konuşmama kararı alır.
Murakami’nin kısa öyküsünden uyarlanan Tony Takitani filminde babası ona bir Amerikan ismi verdiği için tüm çocukluğu ve gençliği yalnızlık içinde geçmiş bir kişinin hikâyesi anlatılır.
Orhan Pamuk, romanlarındaki bütün Hasan’ların kötü olma sebebinin, "çocukken kendi yaşıtı Hasan adlı bir çocuk sapanla gözünü altından yaralaması" olduğunu yazmış. (Orhan Pamuk Manzaradan Parçalar) Onun o çocuktan intikamını böyle alması gibi Murakami’de babasından bu şekilde intikam alıyor olabilir mi? Ancak röportajlarında da sıkça dile getirdiği gibi babasına aynı zamanda çok derin bir sevgi besliyor. Babasının İkinci Dünya Savaşı ile ilgili aklındaki, unutulmaması gerekenleri yerleştirdiği çekmeceye özenle koyduğu bilgileri oradan alıp kullandığını söylüyor. Onun verdiği bilgilerle İkinci Dünya Savaşının acısını anlatabiliyor.
Caz
On dört yaşındayken izlediği Art Blakey konserinden sonra ise çok iyi bir caz dinleyicisi olan Murakami, on dokuz yaşında bavulunda batı edebiyatı kitapları ile Tokyo’ya üniversite okumak için taşınır. İlk işi bir kayıt stüdyosundadır. Böylece müziğe bilhassa batı müziğine olan hayranlığı artar. Üniversite hayatını film arşivlerini tarayıp, müzik dinlemekle de geçirir. Eşi Yoko ile 1971 yılında bir Caz kulübü açar. Kulüp bir süre sonra kapansa da şu an evinde 1000 den fazla Caz kaydı olduğu söylenmektedir.
Kitaplarının isimlerine bakınca;
“Norwegian Wood” (İmkânsızın Şarkısı) Beatles’in bir şarkısı,
'The Wind-up Bird Chronicle” (Zemberekkuşu'nun Güncesi) Rossini'nin bir opera uvertürü, “Bird as Prophet” Robert Schuman’ın bir eseri,
“The Bird-Catcher” Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki bir karakter,
“Dance, Dance, Dance” The Dells’in bir şarkısı,
“South of the Border, West of the Sun” Nat King Cole’un muhteşem şarkısı “West of the Sun”
Müziğin Murakami için önemi aşikârdır. Romanlarında sürekli bir melodiyi aradığını da söylemektedir.
Kadınlar:
Bu arada Beatles hayranı Murakami’nin eşinin adının Yoko olduğunu söylemiştim değil mi?
22 yaşında evlendiği Yoko Takahashi ile 39 yıldır beraber. Bu beraberliği savaşa benzetse bile Murakami romanlarındaki kadın karakterler romanlarına denge ve gizem katıyor. Kadın karakterler ikinci planda görünse bile kilit roller oynuyor.
Kediler:
Murakami ve Yoko Takahashi nin açtığı Caz kulübün adı Peter Cat. (1949–1964 yılları arasında Britanya Pasaport Dairesi'nde çalışan Peter isimli kedinin kadrolu personel olduğunu ve yılda 6,5 sterlin ücret aldığını biliyor muydunuz?) Zaten herkesin bildiği bir başka gerçek de Murakami’nin kedileri çok sevdiği. Sevmekle yetinmeyip kitaplarına çeşit çeşit kedi yerleştirmeye bayılıyor. Kediler de tıpkı müzik gibi romanın diğer karakterleri oluyor. Sahilde Kafka’da kediler hakkında ayrıca neredeyse ansiklopedik bilgi var. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde Toru Okada karısının çok değer verdiği Noburu Vataya adlı kediyi aramak için bir kuyunun dibine iniyor. Yaban Koyununun İzinde’de Ringa isimli bir başka kedi Koyun Adam’ı bulma görevinde eşlik ediyor. Bir kısa öyküsünün adı İnsan Yiyen Kediler’miş. -Murakama’nin kısa öykülerini hiç okuma şansım olmadı ama sıkça da ödül aldığını ve okuyanların bir türlü dilinden düşmediğini söyleyebilirim.
Beyzbol:
Caz ve kedi sever Murakami’nin bir diğer tutkusu da Beyzbol. Sahilde Kafka’yı okumuş olanlar zaten yakınen görmüştür. Karakterlerden Hoşino (ismi Chunichi Dragons’un teknik direktörü ile aynıdır) beyzbol tutkunudur. Olanların mantığını anlayabilmek için sürekli beyzboldan örnekler verir.
1978 yılında Murakami Jingu Stadyumunda Yakult Swallows ve Hiroshima Carp arasında oynanan maçta John David "Skip" Hilton’un yaptığı sayı sonrasında ilk romanı kafasında şekillendirmiş ve o akşam yazmaya başlamıştır.
Yazarlık Serüveni:
İlk romanı Hear the Wind Sing (Kaze no uta o kike) ile Gunzou Shinjin Sho (Gunzo Yeni Yazar) ödülünü kazandı. Bu kitap 1981 yılında Kazuki Ōmori tarafından sinemaya uyarlandı. Yönetmenler Haruki Murakami roman ve öykülerini sinemaya ve tiyatroya uyarlamak konusunda epey hevesli. Sofia Coppola’da Lost in Translation’un senaryosunu yazarken Murakami kitaplarından esinlendiğini söylemiştir.
Murakami taşınmayı çok seviyor. Kedilerse yer değiştirmeyi hiç sevmez. Demek ki Murakami bir kedi değil… Barını taşıyor, evini taşıyor ve en sonunda 1981 yılında barı kapatarak kendisini tamamen yazma işine veriyor. Ancak yine de taşınmaya devam ediyor.
Acayip Hikâyeler Yazan Sağlıklı Adam:
Bir nokta da sigarayı bırakarak sağlıklı bir yaşam sürmeye karar veriyor. Yazarken gününü nasıl planladığı sorulduğunda;
“Sabat 4:00 de kalktığını, saat 5:00 de yazmaya başladığını, altı saat çalıştıktan sonra, 10 km koştuğunu ya da 1500 m yüzdüğünü, geri döndükten sonra kitap okuduğunu ve müzik dinledikten sonra akşam 21:00 de uyuduğunu” anlatmıştır.
Taşınmaya devam ediyor ve eşi Yoko ile bir süreliğine Güney Avrupa’ya yerleşiyor/geziyor. Murakami Yunan tragedyaları ve mitoloji konusunda epey araştırma yapıyor. Bu coğrafya onu özellikle etkiliyor. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde kayıp kediyi bulmak için yardımı istenen Allen Ginsberg gibi ruh suyunu içmek ve bedenini arındırmak için üç yılını Malta’da geçiren ve geri döndüğünde ismini Malta diye değiştiren bedensel zerrecikler danışmanı bir kadın var. Kız kardesinin adı da Girit Kano…
Sahilde Kafka sırtını birçok tragedya ve felsefeye dayıyor.
1987 yılında Norwegian Wood (İmkânsızın Şarkısı) yayımlandığında bir anda Japonya’nın hakkında en çok konuşulan yazarı haline geliyor. Bu ilgiden bunaldığında da –ne de olsa yalnız kalmayı seven biri olduğunu sıklıkla dile getiriyor- ülkeden ayrılıyor. Bu ayrılış sonrası Japonya’da gazetelerde “Murakami Japonya’dan kaçtı” başlıklı haberler çıkıyor. Bir benzerini Orhan Pamuk ve bizim gazetelerimizde de yaşadığımız için nasıl olabileceğine dair epey fikir edinebiliriz.
Murakami ise önceleri ülkesinden uzakta yaşamayı tercih etse bile köklerinin Japonya’da olduğunu ve bir Japon yazar olmak istediğini anlıyor. Kafka Tamura’nın nereye giderse gitsin kendisinden kaçamadığı gibi Murakami’de nereye giderse gitsin ülkesinden uzağa gidemediğin söylüyor.
Çevirileri:
Roman yazmadığı zamanlarda da çeviri yapmakla uğraşıyor. En sevdiği kitaplar arasında olup romanlarında da sıklıkla bahsi geçen The Catcher in the Rye (Gönülçelen) ve The Great Gatsby’nin de içnde olduğu onlarca kitabı Japonca’ya çeviriyor.:
C. D. B. Bryan - The Great Dethriffe
Truman Capote - A Christmas Memory, One Christmas, Breakfast at Tiffany's, I Remember Grandpa, Children on Their Birthdays
Raymond Carver - All Works of Raymond Carver
Raymond Chandler - Farewell, My Lovely, The Long Goodbye
Bill Crow - Jazz Anecdotes, From Birdland to Broadway
Terry Farish - The Cat Who Liked Potato Soup
F. Scott Fitzgerald - My Lost City, The Great Gatsby
Jim Fusilli - The Beach Boys' Pet Sounds
Mikal Gilmore - Shot in the Heart
Mark Helprin - Swan Lake
John Irving - Setting Free the Bears
Ursula K. Le Guin - Catwings, Catwings Return, Wonderful Alexander and the Catwings, Jane on her Own
Tim O'Brien - The Nuclear Age, The Things They Carried, July, July
Grace Paley - Enormous Changes at the Last Minute, The Little Disturbances of Man
J. D. Salinger - The Catcher in the Rye
Mark Strand - Mr. and Mrs. Baby and Other Stories
Paul Theroux - World's End and Other Stories
Chris Van Allsburg - The Polar Express, The Wretched Stone, The Mysteries of Harris Burdick, Ben's Dream, Two Bad Ants, The Sweetest Fig, The Window's Broom, The Stranger, The Wreck of the Zephyer, The Garden of Abdul Gasazi
(*)http://en.wikipedia.org/wiki/Haruki_Murakami
Orhan Pamuk:
Bunun doğru olup olmadığından emin değilim ama “Rivayet odur ki Orhan Pamuk’un batılı olmayan yazarlar arasında en kıskandığı –ben beğendiği demeyi tercih ederim- yazar Haruki Murakami” imiş. Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel’i aldığı sene aday gösterilen bir diğer yazar da Haruki Murakami idi. Konu ile ilgili birçok kişi Murakami’ nin ödülü alacağına inanıyordu. Hâlâ Avrupa’da Orhan Pamuk ve Haruki Murakami karşılaştırılması sıkça yapılıyor.
Orhan Pamuk mu, Haruki Murakami mi tartışmasını ben yapamam. Çünkü Orhan Pamuk’un romanlarda kullandığı sembollerin çoğunu, anlattığı coğrafyayı tanıyorum. Benim için Orhan Pamuk romanlarında karşıma çıkan sorularla, bir batılının soruları arasında çok ciddi farklar var. Bunu daha iyi görebilmek için biri Türk biri Hollandalı iki kişinin Orhan Pamuk ile başlayıp Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka’sı üzerine devam eden mektuplaşmasını da buradan okuyabilirsiniz. Benim için bunu okumak çok keyifli idi, tavsiye ederim.
Nobel Alan Başka Bir Yazar Kenzaburo Oe:
Japon diline yeni bir edebi soluk getirmeyi deneyen, 1994’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, Japonya’nın sanatsal alanda verilen en büyük ödülü “Kültür Nişanı”nı, reddedebilen Japonya’nın yaşayan en büyük yazarı kabul edilen Kenzaburo Oe ile Haruki Murakami arasında da belirli çekişmeler olduğu sıklıkla söyleniyor. Ancak Kenzaburo Oe (Wind-up Bird Chronicle) Zemberekkuşunun Güncesi’ni Yomiuri Edebiyat Ödülü’ne layık gören jüride yer alan yazarlardan biridir.
Kenzaburo Oe ile yapılan röportajda:
“Haruki Murakami ve Banana Yoshimoto gibi yazarları kendinize rakip görüyor musunuz?
Murakami, yalın Japon üslubuyla yazıyor. Yabancı dillere çevrildi. Özellikle ABD, İngiltere ve Çin’de geniş bir okur kitlesi var. Yukio Mishima ve benden farklı olarak Murakami, kendine uluslararası edebiyat sahnesinde bir yer edindi.
Bu Japon edebiyatı için bir ilk. Benim yazılarım okunuyor, ama Japonya’da bile belli bir okur kitlemin oluştuğuna emin değilim. Bu bir yarış değil, ama daha fazla kitabımın İngilizce, Fransızca ve Almanca’ya çevrilmesini ve o ülkelerde bir okur kitlemin oluşmasını isterim. Geniş bir kitleye hitap etmiyorum, ama insanlara ulaşmak istiyorum. İnsanlara edebiyatı ve beni derinden etkileyen felsefeyi anlatmak istiyorum. Hayatım boyunca edebiyat okumuş bir insan olarak, önemli bulduğum yazarlarla bağlantı kurmayı ümit ederdim. İlk tercihim Edward Said olurdu, özellikle son dönem kitapları. Eğer dinlemiyor gibi görünüyorsam, Said’i düşünüyorumdur. Said’in fikirleri benim çalışmalarımın önemli bir parçası oldu. Japon dilinde yeni ifadeler, yeni fikirler yaratmama yardımcı oldu.”
Kulaklar:
“Sağlıklı” ve “entelektüel” her birey gibi Murakami’nin de fetişleri olduğunu düşünüyorum: Karakterlerinin limonlu şeker yemeleri, ütü yapma takıntılarını bir yana koyarsak bile hiç bir yazarın romanlarında bu derece kulaklardan bahsettiğini görmemiştim. Yaban Koyununun İzinde’nin başkahramanı bir kulak mankeni ile beraberdir. Kızın kulakları o kadar güzeldir ki; defalarca anlatılır.
Sahilde Kafka’da kulak tasvirleri sürekli göze çarpmaktadır. Sakura’nın kulakları sivridir.
Kulak memelerinde sallanan metal küpeler, hareket ettikçe parlayıp insanın gözünü alır. Bir sahnede, Saeki Hanım sağ kulağının yarısı saçlarının arasından çıkmış olarak tarif edilir. Kafka Tamura’nın parmakları Saeki Hanım’ın narin kulaklarına dokunur. Nakata’nın eğitim hayatında karşılaştığı zorba çocuklar onun tek kulağının memesini ezmiştir...
Sahilde Kafka:
Bu kitabı zamana yayarak satır satır okumak gerekiyor. Murakami de romanın birden fazla kere okunması tavsiye ediyor. Ben de bunu ikinci okuyuşumda anladım, bir süre sonra tekrar okumaya kararlıyım. Romanda Kafka Tamura Sahilde Kafka plağını anlatıyor. Benim için bu bölüm –bir metafor- Sahilde Kafka romanı için hissettiklerime çok benziyor:
“Uyumun ne şekilde sağlandığı bir dinlemeyle anlaşılacak türden değildi. İlk duyduğumda, dürüst olarak karmaşık duygulara kapıldım. Biraz abartılı olacak, ama içimde ihanete uğradığım hissi bile uyanıverdi. O tınıdaki ani nüans, zihnimi sarmış, dengesini bozmuştu. Sanki hiç ummadığım bir anda, bir yerlerden soğuk bir rüzgâr esmiş gibi. Fakat nakarat kısmı bitince baştaki güzel melodi tekrar sahneye çıkıyor, dinleyeni içine çekip yeniden uyumlu ve sıcak dünyasına götürüyordu.” (sy.319)
Her Romanın Bir Sonucu Olması Gerekli mi?
Saeki Hanım yıldırımlar çarpıp hayatta kalan insanlarla ilgili röportajlar yapar ve bunu küçük bir yayın evi basar. Ancak kitap fazla satmaz, çünkü Saeki Hanım röportajlardan bir sonuç çıkarmamıştır ve insanlar sonucu olmayan kitapları okumaktan hoşlanmazlar.
Sahilde Kafka’nın da birden fazla sonucu ve oldukça fazla soru işareti vardır. Sonuçta; “Haddinden uzun düşünmek, hiç düşünmemiş olmaktan farksızdır.” derlermiş.
Ben de romanı haddinden fazla düşünmüş olabilirim. Bu sebeple de bir özetini yapmak istemiyorum. Bunu yapmaya kalkarsam; Jim Jarmusch’un muhteşem filmi Coffee and Cigarettes filmindeki gibi “aslında” diye başlayan bölümlerim olur. Dolayısı ile bu romanı seven herkes başka “aslında” çıkartabilir.
Sahilde Kafka henüz sinemaya uyarlanmadı ama Steppenwolf Theatre Company tarafından sahnelenmektedir. Oyunun yönetmeni Tony Ödüllü Frank Galati’ dir. Oyunu izleme fırsatımızın olması çok imkânlı görünmese de oyuncuların performanslarından fotoğraflar belki bir ip ucu verir:
İşte okuyacağınız bu yazı romanın kabının içindeki her şeydir. Bir tek kabın kendisi yok...
Kim Kimdir?
Her Benliğe Lâzım Karga:
Edebiyat dünyasının en makul en aklı başında alter egolarından biri (alt benlik ya da iç ses ya da ne demeyi uygun görürseniz...) Karga olmalı...
Daha kitabın en başından itibaren hem bize hem de Kafka Tamura’ya yol göstermekte, bununla yetinmeyip olayı özetlemekte ve sonrasında da nasıl davranılmasına dair öğüt vermektedir.
Yeri gelir Kafka Tamura’nın ebeveyni olur. “Dünyanın en sert on beş yaşındaki delikanlısı olacaktın unuttun mu?” (sy.74) diye hatırlatma yapar, “Şimdiye kadar her gün erken kalkar, sağlam bir kahvaltı yapardın. Artık öyle olmayacak. Yalnızca verilenlerle yetinerek yaşamak zorundasın.” (sy.74) diye onu sirkeler.
“Şu haline bak! Bu kadar kan nereden bulaştı üzerine? Sen ne yaptın? … Vücudunda yara yok. Sol omzundaki sancı dışında, acı denebilecek bir şeyin de yok. O yüzden, üzerine bulaşan kan, senin kanın değil. Başka bir insandan akan kan.” (sy.99) olduğunu sorgular. Böylece okur da; bu benzersiz rüyadan uyandığında kilit noktalarından birini hatırlayabilir.
“Haydi, eyleme geç bakalım. Yapman gereken tek şey var. Gidebileceğin tek yer var. O yerin neresi olduğunu, sen de biliyor olmalısın.” (sy.100) diyende Kafka Tamura’nın iç sesidir.
Romanın bir yerinde Kafka’nın Çek dilinde Karga demek olduğunu öğreniriz. İşte bu noktadan itibaren kimin Kafka kimin Karga olduğu iyice birbirine karışıp dursa da Karga romanın en gerçekçi karakterlerinden biridir. Sağ olsun, arada sırada bir özet geçerek durumu tekrar hatırlatır.
Bir kısım Sahilde Kafka eleştirisinde ortaya atılan hususlardan biri de Kafka’nın Çek dilindeki karşılığının; Karga’dan (Crow) ziyade karga benzeri küçük bir kuş olduğu (Jackdaw) yönündedir. Bunu, diğer dillerde okuyan okurlar için; bu derece önemli bir ayrıntı olarak görüp “şık olmayan bir pusula gibi” nitelemek mümkün olabilir ama benim dilimde bunu zaten “Kargadan başka kuş tanımam” şeklinde görmezden gelebilirim. Ayrıca, google’dan Karga (Crow) ve Küçük Karga (Jackdaw) resimlerine çok dikkatlice baktığımda çok uzak olmayan bir akrabalık yakaladığımı belirtmeliyim. Tavsiye ederim... Açıkcası bu kitapla ilgili olarak en az düşündüğüm konu Kafka’nın; “Crow” mu, yoksa “Jackdaw” mı olduğudur. Ve bunu Murakami’nin bir hatasını yakaladım şeklinde yapmanın da romandan ve yazarından ziyade söyleyenin ciddiyetini azalttığına inanıyorum. Bu tıpkı Masumiyet Müzesi’nin ilk cümlesi ile ilgili yapılan akıl almaz yorumlar tadında.
Dünyanın En Sert On Beş Yaşındaki Delikanlısı Kafka Tamura:
Güçlüdür, spor yapar, sorunlarının ne olduğunu ortaya koyar, varsayımlar çıkarır, araştırır. Evet, eminim ki onda şeytan tüyü var. Tanıştığı her insan ona/kadere yardım eder. Ancak aynı zamanda acıların çocuğudur. Narsist, acımasız, tümüyle karanlıkta kalmış bir adam ile çektiği acılardan, hatalarından özürlü olmuş, karanlığa tahammül edemeyen bir kadından doğmuştur. Anne ve babasından aldığı tüm genlerden nefret eder. Çok sorunlu bir çocukluk geçirmiştir. Sınıf arkadaşları ile arasında şiddet olayları çıkmış, üç kez okuldan uzaklaştırılmıştır. Sıklıkla okuldan da kaçar ve boş vakitlerini kütüphane ya da spor salonunda geçirir.
Kafka Tamura’nın da içinde yaşadığı kabın içinde kontrol edemediği bir şeyler olmaktadır. Sanki içine farklı bir insan gitmekte ve bu sebeple başkalarını yaralamaktadır. Ve Kafka Tamura, o kabın içinden çıkıp gitmeyi aklına koyar. Romanın tüm diğer karakterleri yaşamlarını kabullenmişken, Karga zincirlerini kırabilmek için yollara düşer. Yeniden doğuşu sonrası kullanmak üzere kendine Kafka adını seçer. Bir an önce içindeki programın tamamlanıp bitmesini, taşıdığı o ağır yükü omuzlarından atıp sonra da başkalarının istediğine bağlı kalmadan, kendi olarak yaşayabilmeyi istemektedir. Başkalarının seçtiği şekilde yaşamaya tahammülü olmadığı gibi eğer üzerinde bir lanet varsa bile bu lanetin kendi arzusu ile gerçekleşmesini ister.
Dünyanın bir yerinde “Kısa Cevap Yarışması” yapılsa, Kafka Tamura herhalde birinci gelir. Ona yöneltilen sorulara çok kısa ve belirsiz cevap verse de çok iyi seçilmiş sorular sorar.
Aşkla tanışır, yirmi yaşında demir sopalarla öldürüleceğini bilse de Saeki Hanım’ın ölen sevgilisinin yerinde olabilmeyi diler. Saeki Hanım’ın onu koşulsuzca sevmesini ister. Anne ya da âşık olarak…
Turnusol kâğıdı gibidir: Oshima İspanya İç Savaşına katılmak istediğini anlattığında bunu belleğine yazar. Saeki Hanım ona ne yapmak istediğini sorduğunda ise, İspanya İç Savaşı’na katılmak istediğini söyler. Aşması gereken engeller vardır. Belki de âşık olduğu kadınla konuşmayı deneyen genç bir erkektir sadece…
Kafka Tamura’yı Saeki Hanım, ölen eski sevgilisine benzetir. Sakura ise bir müzik grubunda Osaka şivesi ile konuşan çocuğu anımsattığını söyler. Benim için Kafka Tamura, uzun süredir tanıştığım en etkileyici roman kahramanlarından biridir. Ergenlik dertleri, cinsel ihtiyaçları, sadece on beş yaşında olması da ondaki cazibeyi silip atamaz. J.D. Sallinger' ın Gönülçelen romanındanın kahramanı on altı yaşındaki Holden Caulfield' ı hatırlatır, onun kadar unutulmayacak bir karakterdir.
Saeki Hanım’ın Ölen Sevgilisi, Diğer Sahilde Kafka:
Komura ailesinin en büyük oğlu imiş. Ailesinden edindiği okuma sevgisi ile ortaokula geçtiğinde herkesle beraber asıl konakta yaşamak yerine, kitaplığın bulunduğu ayrı binada kendine ait bir oda istemiş, odasında kitap okur ve müzik dinlermiş. Saeki Hanım ise ilkokuldan itibaren bu çocukla büyük bir yakınlık kurmuş ve büyüdükçe sevgileri erkek kadın arasındaki aşka dönüşmüş, yürekleri tek parça olmuş. Kendine ait odalarında çok güçlü bir çember yaratmışlar.
Oğlan Tokyo’da bir üniversiteyi kazanmış. Saeki Hanım’ın tutucu ailesi kızlarının Tokyo’da okumasına izin vermedikleri için hayatlarında ilk kez ayrı düşmüşler.
Oğlan tam yirmi yaşına girmek üzere iken gittiği üniversitede öğrenciler tarafından işgal edilir. Binayı işgal altında tutan öğrenciler, onu karşı grubun liderlerinden biri ile karıştırıldığı için demir sopalarla işkence yaparlar, dövülerek öldürülür. Neticede, boş yere ölüp gitmiştir. Ancak romanın şifrelerinin kayıtlı olduğu şarkı da bu genç için yazılmıştır:
Sahilde Kafka
Sen dünyanın kenarında oturuyorsun
Ben artık olmayan bir kraterin içinde.
Harflerinden yoksun sözcükler
Duruyor kapının gölgesinde.
Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor Ay,
Küçük balıklar yağan göklerden.
Pencerenin dışında askerler var
Bıçaklarla kendilerini öldüren.
Kafka sahilde bir sandalyede oturuyor
Anlaşılan, dünyayı döndüren sarkacı düşünmekte.
Kalbin ne zaman kapalı ise
Yerinden oynamayan Sfenksin gölgesi
Düşlerini delen bir bıçağa dönüşmekte.
Boğulan kızın parmakları
Giriş taşını ve daha fazlasını arıyor.
Mavi elbisesinin ucunu kaldırıp
Sahildeki Kafka’ya bakıyor
Geçmiş (Duran) Zamanda Donup kalan, Gölgesi Yarım Saeki Hanım:
Kırklı yaşlarının ortalarında, duruşu mükemmel, güzel gözlü, dudaklarında gölge gibi bir gülümsemesi olan, güneş aydınlığına sahip bir kadındır. Güzel ve narindir, entelektüel ve zarif duruşunu her zaman korur. Onda baş döndüren bir şeyler vardır.
"Tüm hareketleri doğal ve nezihti. Tam olarak ifade edemiyorum, ama onda özel bir şeyler vardı. Sanki o arka plandan görüntüsü bana bir şeyler anlatır gibiydi. (sy.59)
Akıllı bir çocukmuş, güzel yazı yazar, dersleri iyi, nerede ise her spor dalında başarılı biri imiş. Çok güzel piyano çalar ve şarkı söylermiş. Uzaktan akrabası olan Komura ailesinin büyük oğlu ile büyük bir aşk yaşamış. Aşk onu öylesine kendinden geçirmiş ki, o an olduğundan daha mutlu olabilmesinin mümkün olmadığını anladığını anlamış ve bu durum onu derin bir yalnızlığa sürüklemiş. Ama bu aynı zamanda, öyle bir aşk imiş ki yürekleri tek parçaya dönmüş. Sonuçta, Saeki Hanım kendi yarısını bulan çok şanslı azınlıktan biri imiş. Fakat Saeki Hanım’ın diğer yarısı- sevgilisi- yirmi yaşında ölmüş. Saeki hanım bunun ardından uzun süre telefonlara dahi çıkmamış, bir daha asla şarkı söylememiş. Sevgilisinin cenazesine de gitmediği gibi, bir süreliğine oradan kaybolmuş...
"Hiçbir kimsenin uzanamayacağı, zaman akışının olmadığı bir yer” (sy.347) aramış. Tüm Japonya’yı dolaşıp yıldırım çarptığı halde hayatta kalan insanları bulup onlarla röportaj yapmış. Yıldırımlar hakkında yazdığı bu kitap bir sonuca varmadığı için ilgi görmemiş.
Arada intihara kalkıştığı, bir ruh hastanesine kaldırıldığı, Tokyo’da olduğu, evlenip çoluk çocuğa karıştığını da söyleyenler olmuş. Bu söylentiler süre dursun, Saeki Hanım olanlardan yirmi beş sene sonra Takamatsu’ya annesinin cenazesi vesilesi ile geri dönmüş. Gerçekten annesinin cenazesi için mi dönmüş bilinmez ama aslında; Komura Kütüphanesi’nin idaresine geçmek için gelmiş. Burada kendisine ait bir oda (Kendine Ait Bir Oda – Virginia Woolf) istemiş ve kendi cennetine geri dönebilmiş. Burası onun başladığı nokta imiş.
Saeki Hanım için zaman nerede ise önemsizmiş ve duran zamanı yaşamaya başlamış.
Saeki Hanım’ın hiç geçim sıkıntısı olmamış. Çünkü yazdığı/bestelediği Sahilde Kafka plağından gelen paralar ve ailesinin serveti sebebi ile bu konu ile ilgilenmek zorunda dahi kalmamış.
Geri döndüğünde dudaklarındaki masum gülümseme kaybolmuş olsa bile yine de kibar ve nazikmiş. Onun da ötesinde; merak ve heyecan duyguları ondan ayrılmamış. Ancak beraber olduğu kişilerde bir huzursuzluk duygusu da yaratabilirmiş. Onunla konuşanlar “sanki onun sessizlik içinde geçirmek istediği anları gereksiz yere harcadıkları, kendisi için kurduğu özel dünyaya çamurlu ayaklarıyla bastıkları endişesine kapılırlarmış.”(sy.227)
Açıkçası Saeki Hanım’ın yüreği, bilinenleri aşan, yaralı ve yorgun imiş. Artık geri dönemez ve ilerleyemez bir hal almış. İnce bir dala konup rüzgarla görüş alanı da bozulmasın diye, dalın sallantısına uygun bir şekilde başını aşağı hareket ettirmek zorunda kalan bir kuş gibi imiş. Üstelik rüzgâr da bazen sert esermiş.
Giriş taşını kendince haklı sebeplerle açmış ve cezasını da bulmuştur. Aslında Saeki Hanım yaşamı yirmi yaşında bitmiş gibidir. Her gelen günü tüm sahteliği ile kabullenip yaşamıştır. Kendi değimi ile hatalardan başka bir şey yapmamıştır. Eğer söylenenler doğru ise, bizim yaşadığımız dünyada son derece akıl sağlığı bozuk, takıntılı bir karakterdir.
Varsayımsal olarak konuşacak olursam; belirli bir noktadan sonra bana bir başka şarkıyı çok hatırlatmıştır:
Mrs Robinson
We'd like to know
A little bit about you
For our files.
We'd like to help you learn
To help yourself.
Look around you. All you see
Are sympathetic eyes.
Stroll around the grounds
Until you feel at home.
And here's to you, Mrs. Robinson,
Jesus loves you more than you will know (Wo wo wo).
God bless you, please, Mrs. Robinson,
Heaven holds a place for those who pray (Hey hey hey, hey hey, hey).
We'd like to know
A little bit about you
For our files.
We'd like to help you learn
To help yourself.
Look around you. All you see
Are sympathetic eyes.
Stroll around the grounds
Until you feel at home.
Hide it in a hiding place
Where no one ever goes.
Put it in you pantry with your cupcakes.
It's a little secret,
Just the Robinsons' affair.
Most of all, you've got to hide it
from the kids.
Coo coo ca-choo, Mrs. Robinson,
Jesus loves you more than you will know (Wo wo wo).
God bless you, please, Mrs. Robinson,
Heaven holds a place for those who pray (Hey hey hey, hey hey hey).
Sitting on a sofa
On a Sunday afternoon,
Going to the candidates' debate,
Laugh about it,
Shout about it,
When you've got to choose,
Every way you look at it you lose.
Where have you gone, Joe DiMaggio?
A nation turns its lonely eyes to you (Ooo ooo ooo).
What's that you say, Mrs. Robinson?
"Joltin' Joe has left and gone away" (Hey hey hey, hey hey hey)
Ve tüm metaforları, varsayımları, yaşadığı büyük aşkı bir yana bırakacak olur da dümdüz değerlendirecek olursak, akıl sağlığı yerinde olmayan bir kadındır.
Satoru Nakata; “Dikkat, Gökyüzünden Uskumru Yağabilir, Şemsiyenizi Açın Lütfen...”
Romanın gölgesi silik altmışlı yaşındaki karakteridir. Sadece şimdiki zamanı yaşamaktadır.
Nakata Tokyo’da İkinci Dünya Savaşı esnasında bombalardan korunması için Tokyo’dan taşraya yollanan çocuklardan biridir. Nakata’nın babası üniversite iktisat profesörü, annesi de iyi eğitim almış bir insandır. 1944 yılında Yamanaşi ili XXX kasabasında Tastepe diye bilinen bir dağın eteğinde meydana gelen olaya kadar da Nakata sınıfının en çalışkan çocuğu olmuştur. Zeki, fakat sakin bir mizacı vardır, öne çıkmayı sevmese de ona yöneltilen sorulara mantıklı ve doğru yanıtlar verebilen, derste anlatılanları hemen anlayabilen bir yapıya sahiptir.
Ancak dokuz yaşında iken bile sanki teslimiyet içindedir. Sevindiği ya da üzüldüğü hiç hissedilemez. “Önüne konulan işi düzenli bir şekilde tamamlayan otomatik makinelere benziyordu.” (sy.142) Sınıf öğretmeninin tespit ettiği bir diğer husus ise aile içi şiddete maruz kaldığıdır. Ve yine onun deneyimlerinden öğrenebildiğimiz kadarı ile taşralı çocukların günlük hayatlarında uğradığı tür şiddetten çok daha karmaşık unsurlarla yüklü ve iç dünyayı kökten etkileyen bir şiddet görmüş olabileceğidir.
Onda şiddete uğramışlığın gölgesi hissedilmektedir ve bir yürek bir kez belirsiz bir şekle girince, eski haline çok zor girer. Bayan Setsuko Okamoçi hiç istemediği halde ona şiddet uygulayarak iç dünyasındaki ayakta durma isteğinin son kırıntılarını da ortadan kaldırdığına inanmaktadır.
Nakata, Tastepe olayından sonra üç hafta kadar kendine gelemez. Bu süreç boyunca doktorlar ellerinden gelen her şeyi yapar, uyku durumundan kırtulmasını sağlayacak ters tetik unsurunu bulmaya çalışırlar. Hatta bilinci yerine gelsin diye, evden çok sevdiği kedisini dahi getirirler. Tüm bunlar hiçbir işe aramaz. Ancak bir süre sonra; sanki önceden belirlenmiş bir zaman dolmuş gibi, Nakata aniden kendine gelir ve bu tekrardan uyanma/diğer taraftan geri dönme sonrası, belleği tamamen silinmiştir. Artık okuma yazma da bilmiyordur, bir daha da öğrenemez. Meseleleri belirli bir mantık dâhilinde düşünmeyi pek beceremez. Kendi deyimiyle biraz akılsızdır. Aslında küçüklüğünden beri onu herkes akılsız diye çağırdığı için onun da aklına başka bir tanım gelmez.
Kendisinden bendeniz diye bahseder, konuşma yetisi başlı başına bir sorundur. Mükemmel bir aşçılık yeteneği vardır, fakat daha önce kimseye yemek yapmamıştır. Yılanbalığını da çok sever. “Dünyada çok farklı yiyecekler vardır, ama yılanbalığı bambaşkadır. Bendeniz Nakata, bildiğim kadarı ile bir benzeri yoktur.”(sy.68)
Biri C-Ihoh şirketinde departman şefi, diğeri de Sanayi Bakanlığı’nda çalışan iki kardeşi vardır. Onlar büyük evlerde yaşayıp yılan balığı bile yiyebilirler. Nakata ise geçimini Vali Bey’in verdiği yardım parası ile sağlamakta ve Şoei Apartmanı’nda küçük bir odada kalmaktadır. Bir mobilya atölyesinde otuz yedi yıl boyunca bir gün bile tatil yapmadan çalışmış ve tüm birikimini nazik kuzeni sayesinde kaybetmiştir. Arada sırada ondan kayıp kedileri bulması istenir.
Nakata’nın okuma yazması olmasa bile ondan başka hiç kimsenin yapamayacağı yetenekleri vardır. Mesela, kedilerle konuşabildiği için kedi bulmakta üstüne yoktur ve bu konuda haklı bir ün edinmiştir. Bu arada, kimseye kedileri nasıl bulduğunu anlatmayacak kadar da aklından zoru yoktur. Bazı taşlarla da konuşabildiğine de Hoşino Bey bizzat şahitlik yapabilir.
Anıları olmadığı gibi, cinsel isteklerin ne olduğunu bilmez. Doğru da olsa, yanlış da olsa olan olmuştur onun için. Sadece kendince önemli bilgileri kafasının içindeki çekmeceye özenle yerleştirir. BMW, kaval, viski, tatil beldesi, yatırım sözcüğü nedir bilmez. Aşk nedir de hiç bilmez. Ancak hiç canı sıkılmaz, korkmaz, üzülmez, hiç böyle tecrübeleri olmamıştır.
Zamanın kendisine uygun bir şekilde akmasını sağlayabilir bir düşünce yapısı vardır. Kafasındaki düğmeyi kapatıp, kendini bekleme konumuna da alabilir ya da kendisini bütünlüğün kollarına bırakabilir. Sıkılmaz. Kedi Mimi’nin de dediği gibi; “İşe yaramayacak bir sürü bilgiye sahip olmak da sıkıntı veren bir durum değil midir aslında?”
Televizyon izlemez. Her yemekte ağzına attığı her lokmayı otuz iki kere çiğner, işlerini zamana yayarak yapar. Çok sağlıklıdır, hiç hastalanmaz, dişleri bile çürümemiştir, başı- omzu hiçbir yeri ağrımaz. Bağırsakları ile ilgili de bir kere bile sorun yaşamamıştır. Ciddi, nazik ve görgülü bir adamdır. Başkalarını onunla ilgilendiğinde nasıl karşılık vereceğini bilemediği için de bunalıp strese girer.
Ancak Nakata’nın hayatı, nam-ı diğer Johnnie Walker ile tanışmak zorunda kalınca tümden değişir...
İlk defa aslında ne kadar çok şeyi bilmediği gerçeğinin yaşattığı acıyı tadar.
Sınırsızlığın ne olduğunu düşünmeye kalkınca bağına ağrı saplanır. Kendisinin ne anlamı olduğunu sorgulamaya başlar.
Kendisini içinde tek bir kitap bile olmayan bir kütüphaneye benzetir. Bomboş olduğunu anlar… Girmek isteyenin rahatça gireceği, içinde kimsenin yaşamadığı kapısı kilitsiz bir ev gibidir. Bu bomboşluktan korkar, çok korkar.
“Ama Hoşino Bey, benim kimsem yok. Hiçbir şeyim de yok. Ayağımdan çekip duracak bir bağım da yok. Okuma bilmiyorum. Gölgem bile, normal insanların ancak yarısı koyulukta.” (sy.426)
Ve çok kısa bir süreliğine de olsa kendi düşünceleri, kendi anlamları olan bir Nakata olmak ister. Gölgesinin diğer yarısını tekrar kazanmaya karar verir.
Her ne kadar “İnsan yaşamı hangi şekle girerse girsin, solucandan öteye geçemez” (sy.453) sözünü anımsa da Hoşino için Nakata erdem aydınlığına ulaşan Buda’nın öğrencisi Myoga (*) 453) gibidir. Onun Beethoven gibi büyük bir adam olabileceğini düşünür.
Nakata kendi dediği gibi “kediler” gibidir. Öncelikle o malum olaya kadar bulunduğu Nakano Semti’nden hiç ayrılmamıştır. Tıpkı kediler gibi mekânı değişsin istemez. Kedilerin, işitme yeteneği köpekler ve insanlardan kat kat gelişmiştir. Belki Nakata’da bu yüzden taşın ne dediğini duyabilmektedir. Diğer kedilerle konuşabilmesi de benzer bir sebepledir.
Baba, Âşık, Sanatçı Olarak Koiçi Tamura. Aynı Zamanda Bir Kedi Katili mi?
Koiçi Tamura dünyaca ünlü, yetenekli bir heykeltıraştır, bir dâhi kabul edilir. Yarattığı özgün eserleri ile plastik sanatlar dünyasına yeni bir soluk getirmiş, insanın bilinçaltının sembolik ifadesine yoğunlaşıp, geleneksel anlayışa özgün bir bakış katmış, yarattığı Labirent serisi ile hayal gücünün sınırlarını zorlamış biridir. Özgün, kafa tutan, ödün vermeyen sarsılmaz bir duruşa sahiptir. Öldüğünde Tokyo Devlet Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde onun için bir tören düzenlenir.
Güzel Sanatlar fakültesinde öğrenci iken aynı zamanda bir golf sahasında part time taşıyıcı olarak çalıştığı bir dönemde bir temmuz günü öğleden sonra aniden hava kararmış ve şimşekler çakmıştır. İşte bu şimşekler sonucu düşen yıldırımdan hafif yanıklarla kaçmayı başararak sağ kalmıştır. Gücünün kaynağı olan yıldırım, bundan sonra da faal bir heykeltıraş olarak yeteneklerini gösterebilmesini sağlar.
Ancak, Koiçi Tamura son derece yalnız bir insandır. Ayın 28’inde ölmesine rağmen ancak cesedi ancak ayın 30’unda ev işlerine bakan hizmetçi tarafından bulunmuştur. Aslında on beş yaşındaki oğlu ile beraber yaşıyor olmasına rağmen ondan da on beş gündür haber alınamamaktadır.
Oğul Kafka Tamura babasının kötücül kehanetlerinden/lanetlerinden korunmak için evden kaçar. “Sen, gün gelecek kendi ellerinle babanı öldürecek, gün gelecek annenle çiftleşeceksin.” (sy.282) Ancak kehanet bununla da kalmaz: “ Gün gelecek o ablanla da çiftleşeceksin.” (sy.283)
Kafka Tamura’nın kaçışının tek sebebi sadece babasının ona sunduğu lanet değildir. Ona göre babasının bu yeteneği “iyi ve kötü ayrımını” aşan bir durumdur. Babası o özgünlüğe ulaşmak için, çevresindeki herkese zehir saçmakta, kirletmekte ve bu hal bir sapkınlığa dönüşmektedir. Hatta orada öylesine bir sapkınlık vardı ki, doğru olan diğer şeyler bile sapkınmış gibi görünür.
Kötü bir eş, korkunç bir baba olarak Koiçi Tamura’nın savunulacak bir tarafı yok, ama yine de çok suçlu olmayabilir.
Saeki Hanım’ın Kafka Tamura’nın annesi olduğu diğer varsayımı kabul ettiğimizi düşünün:
Bu varsayımından hareket edersek bir başka varsayım olarak; Koiçi Tamura’nın yıldırımdan kurtulduğu gün aslında Saeki Hanım’ın giriş taşını açtığı gündür diyebilirim. -Giriş Taşı açıldığında neler olduğuna hepimiz şahit olduk.- Saeki Hanım yaptığı yanlışın sorumluluklarını almak zorundadır ve aslında yıldırım düşenlerle yaptığı röportajların asıl sebebi; bu durumun felaketten sağ kalanların üzerindeki etkisini tespit etmektir. Ve Koiçi Tamura ile tanıştığında onun bir taş mağduru olduğuna karar verir ve suçluluk duygusu ile onunla evlenir, çocuk sahibi olur. Ancak Saeki Hanım onda kök salan laneti görür ve oğlunu da lanetten korumak için, bırakarak gitmek zorunda kalır. Ve genlerin de silinemediği düşünülürse; Saeki Hanım kötülüğü ortaya çıkarmakla kalmamış bir de kötülüğün çocuğunu doğurmuştur.
Giriş Taşı’nın açılması, Koiçi Tamura’ya çok özel bir yetenek vermiş olsa bile onun içine de Kafka Tamura’nın “kötülük” diye tabir ettiği şey girmiştir. Aslında Koiçi Tamura’da Nakata gibi boş bir ev gibidir. Bu durumda Nakata’nın da bir şekilde taşın başka bir açılımı sonucu; etkilenen diğer bir kurban olduğunu kabul etmek gerekir. –Orada fırtına, şimşek, yıldırım olmasa bile, orada olanlar giriş kapısının açılmasının bir yansıması olarak ortaya çıkmış olabilir.-Böyle bakıldığında taşın açılması Nakata’nın okuma yazma ve türlü becerilerini aldığı gibi, Koiçi Bey’de de başka türlü bir etki yaratmıştır.-
Sonuç olarak bir tuhaf durum olarak her ikisinin de içine başka bir şey girebilmektedir. Çünkü her ikisi de taşın açılmasının sonucu olarak Dante’nin İlahî Komedya’sında da sıklıkla bahsi geçen Limbo katında vakit geçirmiştir. Limbo; Cehennemin ilk dairesi olsa bile, Sahilde Kafka’da – bir başka varsayım- cehennemin ilk dairesi yaşadığımız dünya da olabilir ya da bu iki çocukta ölüp oraya gidip geri dönmüştür. Cehennemin ilk dairesi Limbo’da vaftiz edilmemiş, erdemli ve günahkâr olmayan ama İsa'yı da tanımayanlar yer alır. Her iki çocuğun da başlarına gelen o tuhaf duruma kadar işlediği hiç bir günahı yoktur. İsa’nın Japonya’da o dönemde çok popüler olma olasılı da yoktur zaten. İşte bu Johnnie Walker zavallı Koiçi Tamura’nın içinde de bir sistem yaratabilmiştir.
Gölgesi tam Koiçi Tamura – gölgesinde en küçük bir farklılık olsa idi, Murakami’nin bunu defalarca ve defalarca söyleyeceğine emin olduğumdan, gölgesinin tam olduğuna eminim, bu yüzden de gölgesi yarım kalmışlıkla ilgili, ileride görebileceğiniz üzere başka bir varsayımım olabildi- içine giren bu tuhaf şeye rağmen âşık olabilmiş, cinsel deneyim yaşayabilmiş ve bir çocuk sahibi olmuştur. Ancak cehennemin ilk dairesinde yaşayan biri olarak lanetlenmiştir; “O, karanlık içinde kutsal ışıktan uzak bir şekilde yaşamaya mâhkumdur.” Serbest iradesi ile, ona bulaşan lanetin/kehanetin ne olduğunu açıklar. Dolayısı ile aşık olduğu kadın onu, kehanet gerçekleşmesin diye terk eder, oğlu da ondan nefret eder. Zehiri içersen kabını da yersin mantığından hareketle; Koiçi Tamura’da bu kâbustan kurtulabilmek için Nakata’nın onu öldürebilmesi için yalvarır. İntihar etmesi mümkün değildir, onu ancak kendi gibi bir yerde yaşayan/yaşamış bir diğeri öldürebilir. Başka tür yeteneklerle bezenmiş Nakata’nın yumuşak karnını keşfeder, tek yapması gereken Johnnie Walker ile Nakata’yı karşılaştırmaktır. –Hatırlatırım, Nakata’nın kedi bulmakta haklı bir ünü vardır ve Koiçi Tamura içine giren Johnnie Walker vasıtası ile Nakata’nın yeteneklerini/boşluklarını farkeder- Nakata’da – tıpkı tüm kediler gibi- hiç kimsenin göremediği başka bir şeyi yani Koiçi Tamura’nın içine girmiş olan Johnnie Walker’ı görür, hem de sadece Johnnie Walker’ı görür ve başka bir seçeneği olmadığı için öldürür. Ölen, sadece bu zalimlikten kurtulabilen Koiçi Tamura’dır.
Koiçi Tamura; Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesinde; içine giren kurttan bıkmış, yorulmuş, vazgeçmiş başka tür bir büyükanne gibidir. Üstüne üstlük âşık olduğu kadını kendi yanına döndürmeyi de hiçbir zaman başaramamıştır. İçindeki kurdu, bir kurt gibi düşünerek yok etmeyi dener. Ama Nakata için endişelenirken, Koiçi Tamura’dan nefret etmemizi sağlayan da bir ergenin tuhaf sanrıları sonucudur. -Tekrar hatırlatırım ben kurdun tarafını da tutabilen bir çok Kırmızı Başlıklı Kız hikayesi okumuş ve etkilenmiş biriyim. Onu masum bulmam, neyi masum bulacağımı şaşırmış olmamdan ötürü de olabilir.- Bence romanın en acınası karakterleridir.
Koiçi Tamura, bir şekilde ölmeyi başarmıştır ve yine Limbo katmanına geri döner, ama Johnnie Walker’ı yok etmek için çok daha fazlası gerekir.
Ünlü Kedi Katili Johnny Walker: Nam-ı Diğer Kedi Avcısı:
Önce Koiçi Tamura’da bıraktığım yerden devam etmek isterim. Bu varsayımda; bir şekilde ölüp –cehennemin hangi katmanına gideceğini dâhi umursamadan ölüp giden Koiçi Tamura’nın bedeninde sıkışıp kalan Johnny Walker’ın acilen başka bir beden bulması gerekir. Koiçi Tamura bir yolunu bulup ondan kurtulmuştur ama kendisi, acilen başka bir somut kütleye ihtiyaç duymaktadır. Bir şekilde Nakata’yı yönlendirebilse bile Nakata’nın da bedenine giremez. Belki bu şey onca yıldan sonra Nakata’nın kabına sığamamaktadır. –Sanırım şemsiyesine sığınır, oradan da sülüklere geçer- Bir fırsatını bulup Nakata’nın içine girmesi gerekir. Ama aslen; Koiçi Tamura ile beraber ölenlerin dünyasındaki Limbo’da beklemek zorundadır. Orada Karga ya da bizim on beşlik sert delikanlı ile de savaşsa bile ondan kurtulmak için daha fazlasına ihtiyaç vardır.
Kehanet/lanet gerçekleştiği için de Varlık ve Hiçlik’in tüm bekçileri tetiktedir. Bunu fırsat bilerek ondan kurtulmanın yolları gösterilir.
Bir İçki Markası Olarak Johnny Walker
Murakami’nin bazı kitaplarında karakterler o kadar çok içki ve bilhassa viski içer ki, okuyan, onların içtiklerinden sarhoş olabilir. -Aslında epey içki içen biri olarak itiraf ediyorum; Murakami’nin başka bir roman kahramanının sağlığından endişe etmiş ve onun biraz fazla içtiğini düşünmüştüm.-
Murakami Peter Cat adlı Caz barın sahibi iken çok ama çok fazla içki ve sigara içiyormuş. Sonra bir şekilde sigarayı bırakıp, içkiyi makul seviyelere indirip kendi değimi ile “çok sağlıklı” bir hayata geçmiş.
-Bir maraton koşucusundan da bu beklenirdi zaten...
Sahilde Kafka’da Hoşino’nun ve Sada’nın içtiği bir kaç birayı saymazsak; içkiyi sadece Johnny Walker ile hatırlatıyor Murakami. Romanın karakterlerinin içtiği çay çeşitleri, hatta nasıl kupalarda içtikleri, kahveye kaç kaşık şeker koydukları, kaçar tane Light Pepsi tükettikleri listelense, bu listenin epey uzun olacağı söylenebilir. Bu yüzden de “artık sağlık opsesyonlu ve romanları milyonlarca kişi tarafından okunan bir kişi olarak” bir misyon edinip tüm kötülüğü Johnny Walker’de toplayarak bir bilinç yaratmaya çalışıyor olabilir diye düşünüyorum.
—İçecekseniz; buğday çayı var, papatya, dargeling çayı var. Bitki çayları var!
İçki bizim dilimizde bütün kötülüklerin anası iken; Murakami’nin dilinde/kitapta -varsayımsal olarak- Kafka Tamura’nın babası olarak Johnny Walker’da şekil buluyor, Dünyanın gittiği hâli, tüm acıları, savaşlara sebep olanları bir yana bırakırsak eğer...
Bir Baba Olarak (?) Johnny Walker:
Hem Murakami’nin öz yaşam öyküsünde hem de Koiçi Tamura karakterinde anlattığım gibi, bahsi geçen Johnny Walker’in Kafka Tamura’nın babası olarak görmem bu yüzyılda mümkün değildir. Ruhunu şeytana sattığı için dünyanın en güzel, en derinlikli eserlerine imza atsa, Murakami net bir şekilde Johnny Walker Kafka Tamura’nın babasıdır diye yazsa bile buna yaklaşamadığımı söylemeliyim. Belki on yıl sonra bu romanı tekrar okuduğumda farklı hisler edinebilirim ama şu an tüm anlatılanlar benim bu günümün varsayımları sonuçta... Dolayısı ile iddia ettiğim Johnny Walker’ın bir babadan daha öte bir şey olduğudur...
Bir Babadan Daha Derin Bir Kavram Olarak Johnny Walker:
Johnny Walker, kedileri canlı canlı kesip ruhlarını toplayarak bir kaval yapar. –Bu arada, eskiden kedileri yakalayıp derisinden şamisen çalgısına tel çıkarırlarmış, iyi ki artık şamisen pek de popüler bir çalgı değilmiş.- Daha büyük kavallar yaparak en sonunda, tüm kavalları toplayıp, başlı başına sistem oluşturan o özel kavalı da yapmayı başarmıştır. Kedilere acısa bile, yapmaya çalıştığı; iyi-kötü, merhamet- nefret gibi fani dünyanın standartlarını aşan bir uğraştır. Sistemi belirleyen bir sistemdir bahsettiği. Fırsatını yakaladığı an
Romanda bahsi geçen Johnny Walker zorbanın tekidir: “Zorbalığın hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu zorbalıktan kimse kaçamaz. Bunu lütfen unutmayınız.” (sy.115) "Dünyaca ünlü” viski markası Johnny Walker logosu karakteri gibi süslü ve cazibelidir, kes-yağıştır resim parçası gibi karanlığın ortasında dururken, onun kılığı ve ismini izinsiz kullanır. –Nakata’nın da dediği gibi hatırlamak için bir isim gereklidir.- Girdiği beden ise onu unutulmaz kılar. Markanın sloganının “1820’de Doğdu – Halen Güçleniyor” olduğunu hatırlatırım.
Öyle ananas ve kavun gibi şeylerle uğraşmaz. Kedi kafası toplar, kedileri öldürüp onların ruhlarını biriktirir. Bunlarla bir kaval yapar, sonra da kavalı çalıp daha büyük ruhları toplayarak, daha da büyük kavallar yapar. Belki de en sonunda tüm evreni toplayacak bir kaval yapması mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde yaşamaktan sıkılmış, yorulmuştur. Kendi çemberinin içine hapsolmuş durumdadır. Bu yüzden de Nakata’nın onu öldürmesini ister, ona yalvarır, tehdit eder, Nakata’yı etkileyip kendisini öldürtmeyi başarır. “Ünlü kedi katili Johnny Walker’ın sözlüğünde tereddütlere yer yoktur.” (sy.206)
Murakami’yi anlamaya çalışmaktan beyni patates püresine dönmüş biri olarak kitabın bazı verdiği bilgileri de tekrar sorguladığımı itiraf etmeliyim. Zaten ortalıkta bir sürü varsayımın olduğu ve ancak çürütülünceye kadar varsayım olarak kabul edilebileceği de ısrarla belirtilmişti. İşte bir varsayım daha:
Anlatılana göre Koiçi Tamura; Johnny Walker kılığına girip, Nakata’ya kendini öldürttü. -Ev aynı ev, ölü bulunan Koiçi Tamura vs vs...- Ama onun kanı; Nakata’nın yerine Kafka Tamura’ya bulaştı. Bu durumda aslında Kafka Tamura aslında babasını öldürdü, Nakata bunu yapan somut bir kütleden öteye geçemedi. Kitapta somut kütleye ihtiyacı olan iki karakter var biri bir kavram olan Albay Sanders diğeri de, iyi ile kötünün ötesinde varlık ile yokluğun arasındaki kapıdan geçmeye çalışan iradeden başka bir şeyi olmayan bir şey.
“Bu bir savaş. Savaş bir kez başladığında, durdurmak çok zor olur. Kılıçlar kınından çekilmişse eğer, kan akıtmak kaçınılmazdır...”
Şimdiki varsayımımı bilimsel olarak kanıtlamak imkânsız olduğu gibi bir sav olarak ortaya atmak bile insanı gülünç bir duruma düşürebilse bile ben Johnny Walker ile İngiltere arasındaki tuhaf bir benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Aslında Murakami’nin baba kavramının diğer romanlarındaki baba karakterlerinin babadan ziyade devlete daha yakın görüyorum. Bu romanda da İngiltere’ nin –aslında dünya’nın- en önemli şairi William Shakespeare’den dizeler okuyan, İngiltere’nin –aslında dünya’nın- en önemli viski markası kılığında dolaşan Johnnr Walker benzer bir tad bırakıyor.. Ve nedense tüm kedi toplama, sistem kurma, yayılmacı anlayışı, iyilik ve kötülükten bağımsız oluşu, ürkütücülüğü İngiltere anımsatıyor.
Yoksa Johnny Walker Hades olmasın?
Tüm bunları bir yana bırakırsak Johnny Walker cennetten kovulan şeytanın ta kendisidir. Daha Japon vari bir uslupla söyleyecek olursam şeytani bir ruh taşır. Korkunç bir tanrı olan Hades’i andırır.
Chunichi Dragons Teknik Direktörü ile Aynı İsme Sahip, “Kaderin Somut Kütlesi” Hoşino:
Atkuyruğu yaptığı saçları, kulağında küpesi, Hawaii gömleği, başından çıkartmadığı Chunichi Dragons şapkası, sürekli içtiği Marlboro marka sigarası ile romanın en net karakterlerinden biridir. Sokakta görsem hemen tanıyabilirim. Gölgesi de tamdır, eskiden beri kavgacı bir yapısı varken, bunun hiç bir şeyi çözmediğini öğrenmiştir. Son derece sakin kalabilir. Beyzbolla çok ilgilidir. Yemek yemeyi, kadınlarla sevişmeyi sever, fırsat buldukça bir Pachinko merkezinde oyun oynar, makinelerle uğraşmayı sever, bağnazlık derecesinde inançlı biridir. Bağlanmak ve sorumluluk almaktan hoşlanmadığı da doğrudur.
Gifu’da bir dağ köyünde büyümüştür. Beş erkek kardeşin üçüncüsüdür, babasından çok dayak yemiştir, ancak bu onda bir travma yaratmamıştır. -Bayan Setsuko Okamoçi taşrada yaşayan eğitimsiz ailelerinin çocuklarının da şiddete maruz kaldığını ancak, bu şiddetin tonunun Nakata’da olduğu gibi ağır bir travma yaratmadığını neyse ki söylemişti.- Ortaokula kadar düzgün bir öğrenci iken lise de kötü arkadaşlar edinip, haytalık yapıp durmuştur. Lise sonrası orduya yazılmış, tank kullanıcısı olmak istemesine rağmen yeterlilik sınavını geçemediği için ancak büyük ikmal kamyonu kullanabilmiştir. Üç yıl sonra ordudan ayrılıp bir taşımacılık şirketinde tır şoförlüğü yapmaya başlar.
Okuma yazma bilse bile elinden düşürmediği Manga’lar haricinde hiç kitap okumaz. Biraz eğitimsizdir. Biraz mı? Dostu(muz) Amerika’nın gelip Japonya’yı işgal etmiş, kocaman bombalar yağdırmış olabileceğine bir türlü inanmak istemez. –Koskoca Japon ordusu da mı çalışanlara bunları anlatmamış bu kısmı hiç anlamak istemedim açıkçası.-
“Eğer Nakata’yı ifade eden bomboş sözcüğü ise, kendisi için daha aşağılarda bir sözcük seçmeliydi.” (sy.451)
En fırtınalı günlerinde polislerle başı derde girdiğinde bile dedesi onu almaya gelirmiş. Dedesi ona asla vaaz vermeye kalkmadığı gibi her zaman ona destek olmaya özen gösterirmiş. Ancak Hoşino bir kez bile dedesine teşekkür etmediği gibi, onun ölümünden sonra bir kere bile memleketine dönmemiş. Aynı zamanda karşısına çıkan tüm kadınlar da ona iyi davranmış olsa bile bir şekilde Hoşina onları bırakmıştır. Bir şekilde sorumluluk alması gereken her durumda sıvışması gerektiğine inanmıştır.
Hoşino Nakata ile karşılaştığı andan itibaren yaşamı çok değişir. Değişmesi de gerekmektedir aslında: Nede olsa uzun zamandır yerinden oynamış bir yaşam sürmektedir. Hayatta bazı taşların yerine oturması gerektiğini de öğrenecektir...
Hoşino, Nakata ile ilk karşılaştıklarında ona yardım eder, onu hiç teşekkür etmediği dedesine benzetir. Birlikte geçirdikleri on günlük süre boyunca uzun mesafeli bir jet treninin deneme sürüşüne çıkmış gibi hisseder. Havadan yağan sülükler, Albay Sanders ile tuhaf ilişkisi, Hegel’den bahseden fahişe, tapınaktan arakladığı giriş taşı, farklı tür müzik ve filmler onu değiştirmeye başlar. Nakata’dan hiç bıkmadığı gibi kendini sorgulamaya başlar. O güne kadar yaptığı birçok şey ona anlamsız gelir. Kedince bir adalet anlayışı olduğu için de bundan sonra da Nakata’yı korumayı görev edinir.
Bir varsayım olarak Hoşino Nakata’nın 20 li yaşlardaki hali gibidir. Aslında tam olarak olmasa bile bir benzerlik vardır. Nakata’ya gerçeklik katan bir unsur gibidir demek daha doğru olabilir. Anlatması biraz zor ama deneyeceğim:
Nakata’nın okuma yazmayı, BMW’yi bilmemesi, anıları olmaması son derece şaşırtıcıdır. Üstüne üstlük kedilerle, taşlarla konuşur, gökten sardalyeler, uskumrular yağdırır. Bu ve buna benzer birçok örnek Nakata’yı inandırıcı olmaktan uzaklaştırıp; yeterince düşünemediği için mutludur, sadece anı yaşayan bir masal kahramanına dönüştürür.
Hoşino ise çevrede görebileceğimiz birçoklarına benzer bir haldedir. Hoşino Nakata’dan farklı olarak belki birçok şey biliyor olabilir ama okuma yazması olmasına rağmen hiçbir şey okumaması, 2. Dünya Savaşı hakkında hiçbir şey bilmemesi, burnunun düşeceğine, çarpılacağına inanması bizim kolayca kabul edeceğimiz gerçeklerdir. Mutsuz değildir, çünkü sadece anı yaşar. Yeri geldiğinde Hoşino’nun da kedilerle konuşması, Albay Sanders ile karşılaşması; aslında aralarında çok da bir fark olmadığını destekler.
Murakami bu iki karakteri yan yana getirerek, çok ciddi bir mesaj vermek istemektedir. Ne yaparsak yapalım, solucandan bir adım öteye gidemiyorduk değil mi?
Muhabbet Tellalı Albay Sanders, Kızmasın Anladım O Bir Kavram: (Gelmişin, Geçmişin Ve Geçişin Efendisi)
Johnnie Walker’lı bölümleri okumak ne kadar güç ve rahatsız edici ise, Albay Sanders’in olduğu bölümler bir o kadar keyifli ve unutulmazdı. Romanda Albay Sanders ile ilk karşılaşmamda gece yarısını çoktan geçirmişti ve ben uzun süre güldüm. Sabah hâlâ onun seslenmesi kulaklarımda idi. “Hoşinocuğum! Hoşinocuğum!"
Hoşino aklı giriş taşını nasıl bulacağında, halde dudağının kenarına kıstırdığı Marlboro sigarası ile bir sokaktan diğerine, bir caddeden öbür caddeye amaçsızca ilerlerken bembeyaz saçlı, beyaz keçi sakallı, gözlüklü, beyaz gömleğinin üzerine siyah dar bir kravat takmış, boyu ancak 1.50 olan ve yaşına göre oldukça çevik hareket eden bir adam Hoşino’ya seslenir.
Hoşino Albay Sanders’in kim olduğunu hemen anlamıştır. Koskoca kızarmış tavuktaki dünyaca ünlü bir adamın Takamatsu’nun arka sokaklarında ne işi vardır? Üstüne üstlük Hoşino’ya “çok güzel kızlar var” demektedir.
Sırf telif ücreti bile banka hesabına akan, Amerika’da bir villada keyif çatması gereken bu adamın muhabbet tellalı olmasını anlayamayan Hoşino üsteler. Bunun üzerine Albay Sanders Amerika’nın Japonya’nın üzerine atom bombaları attığını bilmeyen cehaletteki Hoşino’ya “Dünyada perspektif diye bir şey vardır” (sy.363) der.
Murakami Hoşino gibi bizim de bunun konu ile olan ilgisini anlayacağımızı bildiğinden; Hoşino’nun –pardon bizim- anlayabileceğimiz şekilde izah eder:
“Senin anlayacağını sanmıyorum, ama perspektif sayesinde dünyada üç boyutlu derinlik olduğu anlaşılabilir. Her şeyin dümdüz olmasını istiyorsan, üç boyutlu bir bakışla bakman gerekir dünyaya.” (sy.363) şeklinde son derede Kafkaesk bir aforizma yaratır. -Bir süre sonra Murakami Aforizmalar kitabının çıkması kaçınılmazdır.-
Anlaşılan Albay Sanders Hoşino’nun aradığı “sert ve yuvarlak” taşı bulabilmek için yardıma gelmiştir. Lâzım olduğunda ortaya çıkan beyaz tavşan (Alis Harikalar Diyarında) gibidir. Hoşino’yu ikna edebilmek için on dokuz yaşında taş gibi güzel bir kızın özel servisini sunar. Hoşino’yu aklı iyice karışmış bir halde bir tapınağın bahçesine götürür. Albay Sanders değişik bir adamdır, son derece eğlenceli ve anlaşılır metaforlarla durumu izah eder, komik cevaplar verir:
“Evcil geyik misin ki tapınak bahçesinde iş tutasın.” (sy.378)
“Arabalardan örnek verirsek, altında dört çeker, yüklen turboya, ver eline vites kolunu, geldin mi köşeye değiştir bakalım vitesi. Geç solama şeridine bas, bas, bas... Evvet, sayın seyirciler Hoşino bitiş çizgisini son hızla geçiyor.” (sy.379)
Taş gibi kızla üç posta iş tutan Hoşino geri döndüğünde aynı zamanda “Benlik ve nesnenin geçişkenliği, karşılıklı değişim” konusunda bilgi sahibi olmuştur. Dolayısı ile hâlâ Albay Sanders’in orada ne işi olduğunu aklı almasa bile Albay Sanders’in bahsettiği “Dışavurum” kavramını anlar:
“Dışavurum, gündelik bağların tamamını kopartmak demektir. Dışavurum olmayan bir yaşamın anlamı yoktur. Yalnız, gözlemci kalma mantığından, eylemci olma mantığına sıçramak gerekir.” (sy.383)
Albay Sanders sonunda Hoşino’nun ısrarlı sorularından yorulur ve sadece Albay Sanders kılığında dolaştığını itiraf eder. Aslında adı, şekli olmayan bir şeydir. Metafiziksel, kavramsal bir nesnedir, her şekle girebilir ama somut bir kütlesi yoktur. Dolayısı ile (Disney telif hakları konusunda ısrarlı olduğundan ve Miki Fare’nin kadın bulması pek hoş karşılanmayacağından) kapitalist dünyanın akılda kalan sembollerinden bir diğeri olan Albay Sanders kılığında dolaşmayı tercih etmiştir.
Karakteri, duyguları yoktur. İnsanlardan farklı bir yüreği vardır. İnsanın iyi ve kötü yargılarını dinlemez ve onlara uymaz. İyinin ve kötünün ötesinde, tarafsız bir varlıktır. Konulara pragmatik yaklaşır. İşi işlevleri tam anlamıyla işe yarar hale getirmektir.
“Şu an geçici olarak insan kılığındayım, ama ne Tanrı’yım ne de Buda. Zaten, duygularım olmadığı için, yüreğim diğer insanlardan farklı hareket eder.” (sy.395)
İki dünya arasındaki ilişkinin karşılıklı düzende kalmasını sağlar. Ufak tefek kaymalar olsa da görevi; şimdiki zamanın öncesini geçmişe, şimdiki zaman sonrasının ise geleceğe getirmektir.
“Sürdürülebilir bilginin tespit aşamasının atlanması diyebilirim, ama iş buraya gelecek olursa, konu iyice uzar. Zaten, nasıl olsa sen de anlamazsın, beni sinir edersin. Ezcümle, söylemek istediğim, her konuya durup dururken burnumu sokmam. Fakat bütçe dengesi bozulursa, sorunumuz var demektir.” (sy.397)
Albay Sanders ne Tanrı ne de Buda olmadığını söylerken ruhani bir mesaj taşıdığı da son derece nettir. Tanrıların habercisi Hermes’in yeni dünya’da şekil almış hali gibidir. Hermes; ölülerin ruhlarını yeraltına götürür, yolunu şaşıran yolculara kılavuzluk eder. Hermes’in de tarafsızlığı onu iyilerin de, kumarbazların ya da hırsızların da koruyucusu yapar. Roma mitolojisinde; “gelmişin, geçmişin ve geçişin efendisi” olarak adlandırılır. Albay Sanders’de kendini anlatırken aynı işleri yaptığını açıklar.
Bir İç/Dış Ses Olarak “Gölgesi Kendisinden Daha Kibirli” Oşima:
Öncelikle Karga’ nın, Sakura’nın bulunmadığı birçok ortamda okura ve Kafka Tamura’ya eşlik eder. Hem bizim hem de onun anlamadığı kimi önemli hususta bir pusula gibi yönü gösterir. Bu yüzden de cinsiyeti belirsizdir. Kendi değimi ile psikolojik olarak cinsel özürlü, eşcinsel ve özel hayatı asosyal renklerle dolu biridir. Belki de Kafka Tamura’nın hiç doğmamış abi/ablasıdır.
Saeki Hanım ile Oşima’nın annesi gençliklerinde arkadaştır. Ve bu sayede Oşima Komura Kütüphanesi’ninde Saeki Hanım’ ın geri dönmesi ile bir iş bulup, kütüphanenin bir parçası olur. Hemofili hastalığı yüzünden düzenli olarak Hiroşima’ya gitmek ve arada sırada Koçi’de ki kulübesine kapandığı zamanlar dışında şehirden hiç çıkamaz. Kahve içmeyi de çok sever:. “Sanki bir yerlere küçük bir işaret koyuyormuş gibi yalnızca bir gıdım şeker ekliyordu. Krema istemiyordu. Bunun en keyif verici kahve içme şekli olduğunu söylemişti.” Sy.307)
Ortaokulu zar zor bitirmiş olsa bile, oldukça eğitimlidir. Bir varsayım olarak Oşima kitabın diğer bir karakterleri, Siyam Kedisi Mimi ile benzerlik taşıyor. Bu varsayımı kendi kendine de yok edebilecek bir sürü etkili çürütücü de kitapta varken – kendisi de Puccini operalarına konu olan fırtınalı aşklardan birini yaşamadığını, böylece benzetme yapılmaması gerektiğinin altını çizerek ret ederken- bile yine de Oşima bir kedi olsa idi Mimi olurdu herhalde diyerek bu sonu belirsiz labirente başka bir kanal açmaktan da fütursuzca zevk alıyorum. Bazen bazı kitapların sonsuz bir yeniden değerlendirme, değiştirme, uyarlama ve bağlı kalma gücü vardır hatırlatırım!
Bedeni kadın, ama bilinci tamamen erkektir.
Çoğu zaman; parmakları arasında ucu sivriltilmiş, tepesinde silgi olan sarı bir kurşunkalem vardır. Bir tür anlatıcı rolü üstlenmiştir. Anlatıcıdan öte bir tür bellek işlevi de görür. Yoksa Saeki Hanım, romanın sonunda ona elinden hiç düşürmediği ve tüm anılarını kayıt ettiği Mont Blanc kalemini neden vasiyet etsin?
Bir de Yunan Tragedya’larında ki koro gibi seslenir: “Kulak ver, bu metaforu anlamaya çalış... İstiridye gibi tüm dikkatinle.” (sy.468)
Kafka Tamura’nın gözünden: “Eski zaman evlerinde resmedilmiş adamları andırıyordu.” (sy.160)
Tüm bunları bir yana bırakırsak Hoşino’nun dediği gibi: “François Truffaut’nn siyah beyaz filmlerinde rastlanılabilecek bir tipi var.” (sy.522)
Hem erkek hem de kadın olarak tek bir vücutta yaşayan, Aphrodite ile Hermes'in çocuğu Hermaphrodite’i anımsatır.
İyi, Erdemli, Rüyalarda İradeyi Teslim Edecek Kadar Güzel Sakura:
Sakura’nın yüz hatları biraz farklı idi, belki de orantısızdı. Geniş bir alnı, küçük yuvarlak bir burnu, çillerle kaplanmış yanakları vardı. Hemen fark edilebilecek bir şekilde, yüzünü tamamlayan sivri ve güzel kulaklarını – Murakami sayesinde yakında bir kısmımız kulak fetişisti olabiliriz- olgun meyve şeklinde küpelerle süslerdi. Onu tarif etmek gerekirse aslında “Gelişigüzel karalanmış bir resim gibiydi.” (sy.30)
Kafka Tamura için gerçek dünyada yaşayan, gerçek havayı soluyan, gerçekliği olan bir dili konuşan ve bu sayede de Kafka Tamura’nın gerçeklikle bağlantısını sağlayan kişidir. Yirmi bir yaşındadır, düzenli bir sevgilisi olduğundan bahseder ve son derece sağ duyuludur. Kafka Tamura’ya “Ben senin ablanım, sen de benim kardeşimsin. Aramızda kan bağı olmasa bile, abla kardeşiz. Aramızda bir aile bağı var.” (sy.516) şeklinde nasihatte bulunur. Onu korur ve kollar. Parmakları da doğuştan yeteneklidir.
Kafka Tamura’nın ifadesi ile “Üzerine sessiz bir yağmur yağan uçsuz bucaksız bir denizi” hatırlatır. Kafka Tamura “güvertede tek başına bir denizci, o ise deniz” dir. (sy.35)
Kehanetin/lanetin diğer ucunda durur. Zaten Kafka Tamura’nın da babasının bahsettiği, Kafka Tamura’nın çocukken plajda resim çektirdiği ve annesinin kendi yerine onu yanında götürmeyi tercih ettiği “abla” zaten evlat edinilmiştir.
Tüm bunca gerçekliğine rağmen, Sakura Beatles’in Norwegian Wood şarkısındaki kız gibidir. Ona odasını gezdiren, kalmasını isteyen, gece yarısına kadar lafladığı, sabah işe gitmesi gereken kızdır. Tıpkı diğer kuş Karga gibi öğütler verir, azarlar ve yol gösterir...
Norwegian Wood
I once had a girl, or should I say, she once had me.
She showed me her room, isn't it good, Norwegian wood?
She asked me to stay and she told me to sit anywhere,
So I looked around and I noticed there wasn't a chair.
I sat on a rug, biding my time, drinking her wine.
We talked until two and then she said, "It's time for bed."
She told me she worked in the morning and started to laugh.
I told her I didn't and crawled off to sleep in the bath.
And when I awoke I was alone, this bird had flown.
So I lit a fire, isn't it good, Norwegian wood.
Kediler:
Biliyorsunuz değil mi? “Çok farklı insanlar olduğu gibi kediler de çok farklıdır.” (sy.70) Ayrıca; “Uzayın kendisi de, başlı başına kocaman bir Kara kedi kargocusudur.” (sy.400)
Romanda ismi ve karakterleri belirtilmiş bir çok kedi olduğu gibi, Komura Kütüphanesi’nin çevresinde de oldukça fazla kedi vardır.
Memnuniyetsiz Kara Kedi Otsuka: Kitapta karşılaştığımız ilk kedidir. Çok uzun zaman önce bir adı varmış ancak bir yerden sonra gereksiz hale geldiği için unutmuş. Nakata’nın kediyi daha sonra anımsayabilmesi için ona bir isim vermesi gerekir ve adını Otsuka koyar.
Kayıp Kedi Susam: Bir yaşında alacalı erkek kedidir. Nogata 3. sokak’ta Bay Koizumi’nin evinde yaşamaktadır. Kahverengi pire tasması takar.
Hırpalanmış Kedi Kavamura: Kahverengi çizgili ne dediği anlaşılamayan bir kedidir. Henüz küçükken bahçede oynayan bir çocuk bisikleti ile çarpmış ve bu çarpma sonrası kafasını olanca hızıyla bir yere vurmuştur. O gün bu gündür doğru dürüst konuşamaz, söz dağarcığı bir hayli kısıtlıdır. Nakata onunla konuşmayı rüzgârlı bir havada ırmağın iki kıyısında karşılıklı konuşmaya çalışmaya benzetir. Sanırım bir sürü insan da Nakata ile konuşmayı aynı şekilde tarif edebilirdi.
Siyam Kedisi Mimi “Tıpkı La Boheme’deki Mimi gibi”: Çevredeki abuk sabuk kedilerle konuşmaktan sinir küpü haline gelmiştir. Nakata ile konuşmak, dünyasının genişletir. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var: “Siyam kedilerinin yüreğinin üstüne hiç bir şey olamaz. Tadında kaliteyi hissedersin. İsviçre çikolatası gibi.” (sy.208)
Merdivende Oturan Siyah Beyaz Alacalı Kedi: Kafka Tamura, Sakura’nın dairesinden ayrıldığında merdivende bu kediyle karşılaşır ve onu sever. Uzunca bir süre merdivende yanında oturup o özlediğim teması doyasıya tadar. Kedi severler bu hissi eminim çok iyi anlayacaklardır.
Kulağı Kesik Siyah Beyaz Kedi: En sevdiği yiyecek kurutulmuş balıktır. Nakata’nın ona Okava adını takmasını umursamaz. Nakata ona kurutulmuş balık verdiğinde ona borçlandığını ister, yalamak ister, ancak kayıp kedi Susam ile ilgili bilgi vermekten çekinir. Nakata’yı tehlikelere karşı uyarır.
Zayıf Kara Kedi: Nakata bu kediyi şimşekler hakkında uyarmak ister. Ancak Nakata artık kedilerle konuşabilme yeteneğini yitirmiştir. Zayıf kara kedi, oralı bile olmadan mağrur yürüyüşüyle binanın gölgesinde gözden kaybolur. Nakata ona bir isim bile takamaz. Bu yüzden de onun Hoşino ile ile kibir yüklü ses tonu ile konuşan kara kedi ile aynı olup olmadığını net olarak söyleyemem. Açıkçası Bendeniz, Nakata’dan farksızım. Bir adı olmayınca anımsamakta/anlamlandırabilmekte güçlük çekerim.
Kibirli Kara Kedi Tonton: Hoşino giriş taşını nasıl kapatacağını düşünürken beliriverir. Şişmanlamaya özen gösterir ve kolesterolü artmasın diye yediklerine dikkat eder. Hoşino’nun kedi ile konuşabilmesinin sebebi o anda dünyaların sınırında olmaları ve ortak bir kullanabilmeleridir. Kendi değimi ile son derece normal bir kedidir. Sadece Hoşino’nun tek başına büyük bir sıkıntı ile kalmasına gönlü razı olmaz ve bir pati vermiş olmak ister.
Onun da dediği gibi;
Sonuçta; “Kediler her şeyi bilirler köpeklerden farklıyızdır.” (sy.625)
Köpekler:
Kocaman Kapkara Şeytani Köpek: Bir buzağıyı andıran, kulakları bıçak ucu gibi sivri tasması olmayan bir köpektir. Son derece ürkütücüdür, sokaktaki insanları son derece tedirgin etmektedir. Bakışları keskin, yüzü ifadesizdir, kıpkırmızı bir dili ve dişlerinin arasında et parçaları vardır. Nam-ı diğer Johnnie Walker’ın köpeğidir. Johnnie Walker köpeğin içine girerek onun vasıtası ile talimatlarını Nakata’ya iletebilmektedir. Son derece sadıktır. Cehennemin kapısını bekleyen Hell Hound’lardan biridir.
Bir Labrador: Romandaki ilk köpekle Nakata’nın Kedi Susam’ı ararken bir boş arsaya gitmesi ile karşılaşırız. Genç bir adam, boynunda kırmızı bir bandana takılı kocaman bir labrador köpek ile boş arsanın ön tarafından geçer ve kedi Otsuka’ya bir bakış fırlatır. Sonra da bu labradorun konu ile ilgisini anlamak mümkün olmaz.
Romanda Oşima Kafka Tamura’ya Anton Çehov’un o ünlü sözünü hatırlatır: “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir” Dolayısı ile tüm roman boyunca ben bu labradorun önemi olacağını düşündüm. Ancak kırmızı bandanalı labrador’un romana katkısının ne olduğunu bulamadım.
Resimdeki Köpek: O küçük odanın içinde süs namına bir şey yoktur. Sadece duvarda Saeki Hanım’ın bakmaya doyamadığı yağlı boya bir resim asılıdır. Resimde bir çocuk vardır. Tıpkı Kafka Tamura’ya benzeyen, belki de onun on iki yaşındaki halini andıran... Çocuk bir iskemleye oturmuştur ve yanında siyah bir Alman kurt köpeği sanki çocuğu korurmuşçasına resmedilmiştir.
Metafor olarak düşünecek olursam; resmin içindeki tüm karakterler çok önemlidir ve romanın diğer gölgesi silik karakteri resmin içine yerleştiği gibi Saeki Hanım’da resminde olmalıdır. Bu yüzden de bu Alman kurt köpeği de resimdeki çocuğa büyük bir sadakatle bağlı olan Saeki Hanım olmalıdır.
Uyuyan Kertenkeleler:
Saeki Hanım çok ama çok genç yaşında bir şiir yazar ve besteler.
“Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor Ay” der.
Ve romanın en hüzünlü bölümlerinden birinde Nakata; “Uzaklardaki bir kapının kapısını açıp oradaki duvarda iki hoş akordun kertenkele gibi yapışmış, uyumakta olduğunu gördü. O kertenkeleye usulca dokundu. Onların huzur dolu uykusunu parmakları ile hissedebiliyordu. Hafif bir rüzgâr esiyordu” (sy.549)
Kafka Tamura Saeki Hanım’a o iki akordu nasıl yazdığını sorar. Nakata Saeki hanım’a dokunduğunda anılarına kavuşur. Onun vasıtası ile aşkı,
Kadere Yardım Eden/Teslim Olan Yedek Oyuncular:
Bir Başka Genç: “Aşk ve Suçlulukla Kaplanmış Bir Güçsüzlükle Bayan Setsuko Okamoçi”
Aslında bilgili ve sorumluluk duygusu gelişmiş biridir. İyi bir eğitmendir ve çocukların derinlerde sakladığı gizli dertlerini anlamaya ve yardımcı olmaya çalışır. Yüz hatları düzgün, ufak tefek bir kadındır. 7 Kasım 1944 günü Tastepe’de olaylara şahit olan ve okura anlatan kişidir. Olayın nasıl geliştiğini ilk onun ağzından dinlesek bile konu ile ilgili gizlediği şeyler vardır. O gün orada yaşadıklarının ağırlığı sürekli arkasından gelir. Bunu açıklamak, anlatması uzun sürecek olsa da, daha da önemlisi bir rüyayı anlatmak gibi çok zor olsa bile, bu suçluluk duygusu ile yaşama devam etmek istemez ve anlatmayı dener...
1945 yılında Filipinler’deki Luzon Savaşı’nda eşi öldüğünde tek göz yaşı dökemez, sadece derin bir güçsüzlük duygusu hisseder. Derin bir rüyada gibidir. Çünkü bunun haberi ona; çocukların o anlaşılamaz toplu uykusu öncesinde rüyasında bildirilmiştir. Ve o gün, o ormanda ruhunun bir parçası kalır.
Hiç anısı olmadığı için, Nakata’dan bu karakterin yaşadıklarının gerçekten var olup olmadığını doğrulamak mümkün değildir. Böyle birinin varlığı/anlattıkları;1986 yılında kamuoyuna açılan “Bilgi Alma Yasası” doğrultusunda ABD Devlet Arşivi’nde, bazı şahitlerle ve bir mektup vasıtası ile kanıtlanmıştır (!)
Setsuko Okamoçi gerçek mi, değil mi sorularından öte başka bir soru işareti daha yaratır... Gerçekte Nakata’nın mı, yoksa Kafka Tamura’nın mı sınıf öğretmenidir?
Ağırbaşlı İki Hanımefendi:
Nakata’nın Nakano semtinden hiç çıkmadığını öğrendiklerinde her ikisi de çok şaşırmış ancak ona yardım etmek istemişlerdir. Bu yüzden de Nakata’yı ofislerinin bulunduğu binaya kadar götürüp, Togeguçi ile tanıştırırlar, parası olup olmadığını sorarlar, Nagata’ya yolluk olarak pirinç köftesi paketi ile çikolata verirler. Romanda bir kere daha görünmeseler bile, Nagata onlar için, hep güzel şeylerle karşılaşmaları için dua etme sözü vermiştir.
Aslında bu iki kadının Ağırbaşlı İki Hanımefendi olduğuna dair bir kanıt yoktur. Hatta Togeguçi onlarla konuşurken biraz ürkektir. Onların Christina ile Frieda ile benzer bir halleri olmasa bile Nagata’da ki derinden yalnızlık duygusunu görmüş olabilirler. Bu roman bende Ağırbaşlı İki Hanımefendi romanını tekrar okuma isteği uyandırdı.
Hegel’i Tavsiye Eden Taş Gibi Kız:
Memeleri dolgun, teni pürüzsüz, belinin kıvrımı şahane, taş gibi kızdır, üstelik gerçek kütlesi olan bir seks makinesidir... Albay Sanders’in işlevleri işler hale getirmek için Hoşino’ya verdiği bir tür rüşvettir.
Hoşino’nun o güne kadar ne gördüğü, ne de duyduğu biçimde -Beethoven ve François Truffaut’a atfen- sanat icra edercesine oral seks yaparken bir yandan da Henri Bergson’ın Madde ve Bellek adlı yapıtından alıntılar yapar:
“Gerçek şimdiki an, geleceği yiyip bitiren geçmişin ele avuca sığmaz ilerleyişidir. İşin gerçeği, her türlü duyu, belleğin parçalarından başka bir şey değildir.” (sy.380)
Hoşino’nun boşalmasını geciktirmek için Hegel’den ve Hegel’in “benlik algılaması” kavramından bahseder. Hoşino/okur; kızla üç posta attıktan sonra; benlik ve nesnenin geçişkenliği, karşılıklı değişimi konusunda epey bilgi edinir.
Togeguçi:
Nagata’yı Yokohama’ya kadar götüren kişidir, beyaz gömleğinin üzerine çizgili kravat takmıştır. Tokyo- Nagoya otobanında ilerlerken Togeguçi başta çekingen davransa da açık konuşabilmeyi çok özlemiştir. Bir süre sonra da Nagata’ya tüm hayat hikâyesini anlatır. Togeguçi, “düzenli bir yaşam arzuladığı halde, kendi dışında gelişen sorunlara bulaşarak sıkıntılar yaşayan, zavallı bir genç adam” (sy.263) dır. Franz Kafka’nın Bay K’sı gibi...
Zemberek Kuşu’nun Güncesinde bir bej puanlı kravat üzerinden epey bir felsefe yapıldığı için kravatlı bu beyin çok önemli bir role bürüneceği hissine kapılmıştım ancak Togeguçi Bey romanda kilit bir rol oynamadığı gibi, felsefi olarak bizi aydınlatmayı dâhi denemedi. Yine de Togeguçi Bey, Nakata’nın çok iyi bir karakter tahlilcisi olduğuna işaret eder.
Hagita Bey:
Kırk yaşlarında, iri yarı bir adamdır. Düzenli bir hayat yaşıyor gibi görünenleri tekinsiz bulan ve farklı insanları sever bir düşünce yapısına sahiptir. Nakata’nın bu halinden hoşlanıp onu, Fucikava’ya kadar götürmeye karar verir. Taze balık taşıyan bir adama göre son derece derin “şahsi” düşüncelere sahiptir. Nakata’ya/okura önemli bilgiler verir:
1. Şahsi düşünce sahibi olmakla akıllı olmak arasında pek alaka yoktur.
2. Bağıl unsurlar üst üste gelince anlam dediğimiz şey ortaya çıkar. Önemli olan bu anlamların doğal olup olmamasıdır.
3. Proletarya: canla başla çalışıp, alın teri dökerek çalışanlardır. Para babaları da koltuklarından kalkmadan, vücutlarını milim kıpırdatmadan sağa sola emirler vererek çalışanların sırtından para kazananlardır.
4. Vali dediğim genelde para babalarının köpeğidir.
5. Dünya değişim içindedir. Her sabah saati geldiğinde hava aydınlanır ve uyanan aynı kişi de değildir. Kim para babası, kim proletarya da değiştiği gibi, enformasyon devrimi ile sınırlar kaybolmaya başlamıştır. Artık, iyi olan ile kötü olanın ne olduğu bile belli değildir.
6. Kendi sağını ve solunu bile ayırt edebilmek başlı başına bir başarıdır.
7. Birine Yılan balığı ısmarlamak kendini çok iyi hissettirir.
Bu karakteri benzetebileceğim o kadar çok roman kahramanı var ki... Keşke Murakami biraz daha bilgi verse idi.
Sada:
Oşima’nın ağabeyidir. Bir birlerine hiç benzemeseler bile araları çok iyidir. İki kardeşin az sayıda ortak noktalarından biri, güç toplamak için gittikleri o dağ kulübesidir. Sada Koçi sahillerinde yaşar, iri yapılı az konuşan, suratsız, bronz tenli biracı bir adamdır. “No fear” tişörtü ile Kafka Tamura’yı kulübeden alıp gerçekliğe taşıyabilecek sakinliğe ve güce sahiptir. O da Kafka Tamura gibi ormanın derinliklerine inip askerlerle bile karşılaşmıştır. Bundan da son derece normal bir durummuş gibi bahsedebilecek kadar olanları sindirebilmiştir. Schubert ve Wagner’i birbirinden ayırt edemese bile edemese, doğanın gücüne karşı durabilecek derinliğe sahiptir. Sörf malzemeleri dükkânı vardır ve Kafka Tamura’yı beraber sörf yapmaya davet eder. O da uzun süre Tokyo’da kalıp sonra da Şikoku’ya dönenlerden bir diğeridir.
Sada’da Saeki Hanım gibi doğduğu ve öleceği yerin önemini bilen biridir. Romana bu şekli ile baktığımda Murakami’nin Japonya’ya olan bağlılığını, tutkusunu ve vazgeçemezliğinin bir öyküsü de önemli bir husus olarak yer alır.
Ev Sevdiği Müzisyen Pierre Fournier Olan Kahveci Adam:
Her ne kadar Hoşino Bey bilmese de kahvenin işletmecisi Eğitim Bakanlığı bürokratlarındandır. Emekli olup memleketi Takayamatsu’ya geri dönerek –bu romanda herkes şekilde başladığı yere geri dönüyor o ayrı- klasik müzik çalınan ve güzel kahve yapılan bu kahvehaneyi işletmeye başlamıştır. Sunduğu kahvenin çekirdeklerini kendi kavurur, Hoşino’yu Beethoven, Haydn ile tanıştırır.
Hoşino, tüm eğitimi boyunca 2.Dünya Savaşı hakkında küçücükte olsa bir bilgi edinemez ama eski eğitim bakanlığı bürokratının işini bırakıp geri döndükten sonraki yaşamında ondan çok önemli bilgiler edinir. Kendi Milli Eğitim Bakanımızı düşününce; sanırım Murakami bu karakterle kendi ülkesinde hakkında çok konuşulacak türden bir ironi yapıyor olmalı.
Ve Diğerleri:
Doktor Nakasava:
Tastepe olayından sonra çocuklarınla karşılaşan ilk doktordur. Doktordan ziyade bir çiftlik kâhyasını andırsa da hafızası güçlü ve keskin bakışlı biridir. Çocukların durumu için hissettiğini açıklar:
“Tuhaf bir ifade olabilir belki, ama sıradan bir insanın görmemesi gereken bir şeyi, yanlışlık sonucu görmüşüm gibi bir hisse kapılmıştım.” (sy.38)
Askeri Doktor Toyama:
Yüzbaşı rütbesi almış olmasına rağmen, doktorluğun gerekliğini yerine getirmeye çalışan, gerçekçi ve başarılı bir doktor olarak istisnaidir. Nesnel ve somut olarak temel bilgiyi sağlamaya çalışan biri olarak çocukların zehirli gaza maruz kalabileceğini söylese bile Japonya’nın Yamanaşi İli’inde böyle bir tesis olmadığını söylemiştir!
Tokyo İmparatorluk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Profesörü Şigenori Tsukayama:
Çoğu Japon’dan farklı olarak ikircikli ifadelere hiç başvurmaz ve gerçekler ile varsayımları kesin olarak birbirinden ayırır bir yapısı vardır. Malum savaştan önce; Stanford Üniversitesi’nde çalışma yapmıştır ve İngilizceyi çok iyi konuşabilmektedir. Ordunun emri üzerine 1944 yılında Tastepe’de olan ve çocukları etkileyen olaylar üzerine çalışma yapması için çocukları tetkik etmeye başlamıştır. Bu “çok özel durum” karşısında bilimsel sonuç yerine, kendi sistemleri ile benzerlik taşıyan, taşımadığı noktada da pragmatik kazanım bekleyen ordu ile beraber üç kişilik ekibi ile olayı araştırmaya çalışmıştır. Konu ile ilgili türlü varsayımlarda bulunmuş ve kendi kendine de çürütmüştür. –Kendimi bir tür Şigenori Tsukayama gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim.-
Genji Hikâyesi’nden de, yaşayan ruhlardan da bahseden ilk karakterdir. Dolayısı ile romanın en temel bilgilerini bilimsel olarak irdelememizi sağlar.
İki Kurşun Asker:
Biri uzun boyludur, metal çerçeveli gözlük takar, neşeli biridir. Diğeri ise kısa boylu, geniş omuzlu ve sağlam yapılıdır, aksi biri izlenimi yaratır. Her ikisi de çok gençtir. Kafka Tamura, ormanın derinliklerine girme cesareti topladığında; 2. Dünya Savaşı öncesinde, ölmeye ya da öldürmeye katlanamadıkları için zamanın dışına çıkan iki imparatorluk askeri ile karşılaşır. Yaşlanmamış oldukları gibi aynı kıyafetlerle dolaşmakta ve yaşamamışlardır.
Cennetin kapısını bekleyen melek gibi, paralel evrenin kapısında dururlar.
Kütüphanede Beliren İki Feminist Hanımefendi:
Romanın bir yerinde Sakura Kafka, Tamua ile konuştuğunda ona sorar: “ Şu an sen gerçeklikten uzak bir yerde, gerçeklikten bağı kopuk insanlar arasında mısın?” (sy.387) Tahminen cevap evet benzeridir. Murakami, bu yarattığı büyülü gerçekliğin kabı içinde çok alışkanlık yaratacak bir dünya kurmuştur. Yarattığı metaforlar ile gerçekler, büyülü gerçekler vasıtası ile daha da belirir. İşte tüm bu kurgunun içinde beni en rahatsız eden –unutmayın bilememezlik ve önyargı da rahatsız edebilir- bu iki feminist hanımefendi olmuştur:
Bu kadınların ne sebeple kitapta yer aldığını çözemedim. Eğer bu kadınlar Oşima’nın gerçek kimliğini açığa çıkartmak için kullanılmışsa, bence hiç gerek yoktu, Oşima bunu herkes kendi yarısını arar bölümünü tekrar hatırlatıp anlatabilirdi. Eğer Japonya’da kadın’ın konumunu ironik bir şekilde anlatmak için kullanılmışsa biraz ucuz olmuş. Feminizm’in düştüğü çıkmazla harmanlamak için eklenmişse; yavan kaçmış. Dolayısı ile bu bölüm kitabın tüm ahengini bozuyordu diyebilirim. Tahminen, bu kadınlar da yine başka bir romandan çıkıp gelmişlerse bile benim içim –şimdilik- bununla kaldı.
Bir Obje; Sahilde Kafka Resmi:
Resim arka planında kumsal, ufuk çizgisi, gökyüzü ve bulutlar vardır. Sahilde bir çocuk iskemlesine oturmuş şekilde resmedilmiştir. Kafka Tamura’ya miras kalır.
Romanda Bahsi Geçen Yazarlar, Şairler:
“Kitapları elime aldığımda eski çağların kokusu yükseliyordu. İki kapak arasındaki uzun huzurlu uykusundan uyanan derin bir bilgiyle ve keskin duygularla yüklü, kendine özgü bir koku.” (sy.53)
Romanda Kafka Tamura’ya ve dolayısı ile bize eşlik eden birçok romancı, düşünür de pusula işlevi görüyor. Batı kültürünün en önemli yazarları ile geleneksel Japon edebiyatının çarpıcı olmakla beraber dış dünyanın çok da iyi tanıma fırtası edinemediği yazarları birleşip paralel bir evrenden olaylara yön veriyor. Murakami çok farklı bilgi yelpazesi ile konuyu özümsememizi deniyor. Birçok yazar ve roman isim vermeden de kitapta yer almakla beraber işte romanda somut bir gerçek olarak yer alanlar:
Romanın dünyanın en sert on beş yaşındaki delikanlısı Kafka’sı yeniden doğuşu sonrası kendisine Kafka ismini seçer. Bu ismi seçmesinin sebebi Franz Kafka’yı özellikle Şato, Dava, Dönüşüm, Ceza Sömürgesi eserlerini çok sevmesidir.
Murakami’ bir röportajında ona yöneltilen “Postmodernizm” anlamını yitirmiş bir sözcük olmadan önce, Franz Kafka post nükleer, yeni binyıl dünyasıyla birlikte gelen bu özel soyutlanma durumunu araştırmıştı. Kahramanınıza onun ismini vermenizin nedeni, onu bu temalarda konuşturmak mıydı ya da başka nedenler var mıydı?” sorusuna;
“Kafka’nın benim en sevdiğim yazarlardan bir olduğunu söylememe gerek yoktur. Ancak romanlarımın ya da kişiliklerimin ondan doğrudan etkilendiğini düşünmüyorum. Söylemek istediğim Kafka’nın kurgusal dünyası şimdiden o kadar tamdır ki, onun adımlarını izlemeye kalkmak yalnızca anlamsız değil, çok da risklidir.. Ben kendi yaptığımı, kendi yolumla roman yazma olarak görüyorum. .Var olan yazarlar sistemini parçalayan Kafka’nın kurgusal dünyasını da ben parçalıyorum. Sanırım bu Kafka’ya bir çeşit saygı olduğu şeklinde görülebilir. Gerçeği söylemek gerekirse, postmodernizmin ne anlama geldiği konusunda kesin anladığım bir şey yok ancak yapmayı denediğim şeyin biraz farklı bir şey olduğunu hissediyorum. En azından olmak istediğim şey herkesten farklı, eşsiz bir yazar olmaktır. Diğer yazarların anlattıkları öykülere benzemeyen öyküler anlatan bir yazar olmak istiyorum.” diye yanıt verir.
Hem Kafka Tamura’nın hem de Murakami’nin anlattıklarından, Franz Kafka’nın sadece romanda bahsi geçen diğer romancılar gibi bir etkisi olduğuna ikna olmamız gerekir. Ancak Kafka Tamura’nın bir tür dönüşüm tamamlamakta olduğu, gerçeküstücü olayların olağan bir gerçeklikle anlatılıyor olması, Murakami’nin Kafkaesk aforizmaları Franz Kafka’yı romandaki diğer yazarlardan ayırır. Franz Kafka’nın da babasının bir despot olması, benzerliğin sadece önemsiz bir ayrıntısıdır. Semboller ve labirentlerle iç içe geçen altıyüz küsur sayfa sonunda ben, Franz Kafka’yı okumayı özlediğimi fark ettim.
Romanın içinde ismi hiç geçmese de Şato’nun Bay K’sı, Dava’dan Joseph K., dünyaca ünlü Gregor Samsa satırların arasında gezinmektedir.
Ceza Sömürgesi başlı başına romanın içinde yer alan gerçek üstü durumların sebebini açıklıyor:
“Franz Kafka bizim içinde bulunduğumuz surumu anlatmak yerine, o karmaşık saf haliyle anlatıyor. Yani böylelikle, bizim içinde bulunduğumuz durumu herkesten daha berrak bir şekilde anlatabiliyor.” (sy.80)
Roman tıpkı Ceza Sömürgesi’nde olduğu gibi insan ve kaderin ilişkisini inceler gibi görünerek farklı bakış açıları ile kaderle karşı koyuyor. Sömürge adasının subay, yolcu, mahkûm ve bir asker arasında makineyi yaratanı hiç sorgulamadan verilen berrak gerçekliği Sahilde Kafka’da Nakata, Oşima, Hoşino ve Saeki Hanım’ın sorgusuzca kabul etmeleri hali, Kafka Tamura’nın yolculuğun saf halini yansıtıyor.
“Kimse Steven King okumak için Komura Kütüphanesi’ne gelmez” diyen Oşima tek bir kişi adı ile kütüphanenin nasıl bir yer olduğunu tarif eder. Ancak beni rahatsız eden romanda Japonca isimlerin Türkçe okunduğu gibi yazılmasının bir mantığı varken; Stephen King ya da buna benzer başka örneklerin okundukları gibi yazılmaları oldu. (Yabancı özel adlardan türemiş akım adlarıyla dilimizde eskiden beri Türkçe biçimiyle kullanılan kişi ve yer adları Türkçe söyleyişe göre yazılır. Bunların dışındaki yabancı özel adlar özgün imlâlarıyla yazılır. Bu kelimelerdeki özel karakterler ve işaretler de mümkün olduğunca (baskı sırasında bulunabiliyorsa) korunur.)
Charles Dickens okumayı çok sevdiğini söyleyen Murakami romanda bir binayı anlattıktan sonra; bu bina ve benzerlerini tarife devam ederken; “Charles Dickens’in on sayfaya yakın bir anlatı çıkarabileceği türden binalar” diyerek binanın kasvetini daha net aktarmıştır.
Mutluluğun tek bir türü olmasına rağmen, mutsuzluğun bin bir şekilde ve büyüklükte olabileceğini anlatan Oşima, Tolstoy’un “Mutluluk masal mutsuzluk ise öyküdür” sözünü hatırlatır.
Albay Sanders ile Hoşino arasında geçen bölümler bir yandan çok eğlenceli iken bir yandan da Albay Sanders’ in sözleri dikkatlice düşünmeyi denedikçe deniz tutması gibi bir etki yaratır. Gerekliliğin bağımsız bir kavram olduğunu anlatırken Anton Çehov’un “Eğer bir öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir” sözünü anlatır. Taşın geçici olarak taş şeklinde orada durduğunu, aslında taşın kendisinin bir önemi olmadığını anlamamız konusunda ısrar eder. Hoşino anlamadığında da kısaca Çehov’un sözüne geri dönüp “taşın tabanca olduğunu” basit bir dille ifade eder.
Oşima onu son derece sinirlendiren iki feminist kadını tarif edebilmek için T.S.Eliot’un “içi boş insanlar” ifadesine başvurur. Hayal gücünden yoksun insanlar, yoksun oldukları kısmı hissiz bir perde ile örtmeye çalıştıkları halde, üstüne üstlük bunun farkında bile değillerdir. Hissizliklerini de içi boş laflarla başkalarına dayatmaya kalkarlar. “Şiir ve sembolleştirme, eski çağlardan beri ayrılmaz bir bütündür. Korsanlar ve rom gibi.” (sy.339)
Yeats “In dreams begin the responsibilities (Sorumluluk rüyalarda başlar)” diyerek Kafka Tamura’yı sorumluluk almaya çağırır.
“Rüyanın olmadığı yerde sorumluluk da olmaz.” Kafka Tamura ormandaki kulübede tek başına kaldığı günlerde Adolf Eichmann’ın mahkemesi üzerine bir kitap okumaya başlar. Eichmann savaş başladıktan sonra Nazi kurmayları tarafından Yahudi sorunun kesin çözümü olan soykırım görevine getirilmiş. O da azimli bir görev adamı olarak planı tüm ayrıntısı ile yapmış ve uygulamaya koyulmuştur. Yaptıklarının doğru olup olmadığını hiç sorgulamadığı gibi, sadece bir teknisyen olarak sonuna en uygun çözüm yolunu önermiştir. Kafka Tamura kitabı okuduktan sonra bir teknisyen olmak istemediğine karar verir ve gördüğü rüyanın sorumluluğunu alır.
Oşima İspanya’ya gidip, İspanya İç Savaşına katılmak ister. Savaşın uzun süre önce bittiğini bilmesine rağmen Lorca’nın ölüp, Hemingway’in hayatta kaldığı iç savaşa katılmaya hakkı olduğunu düşünür. (Lorca iç savaş sırasında General Franco’nun adamları tarafından öldürülmüştür. Hemingway’de İspanya İç Savaşı esnasında savaş muhabiri olarak İspanya’ya gittiğinde, General Franco önderliğindeki Milliyetçilere karşı direnişte bulunmuş ve Cumhuriyetçiler için para toplamıştır. Daha sonra, İspanya İç Savaşı’nını konu alan Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eseri onu dünyaca ünlü bir yazar yapmıştır.) Hoşima’nın bir metafor olarak bu savaşa katılma isteği; aynı savaşın Lorca’dan aldıkları ile Hemingway’e verdiklerinin hakkaniyetsizliğine dair olabilir.
Shakespear’de bambaşka olaylarda ortaya çıkar. Saeki Hanım ve ölen sevgilisinin ilişkisi bir tür Romeo ve Juliet hikâyesidir. Johnnie Walker, kedilerin ruhunu çıkartırken kan içinde kalır. Durumunu Macbeth’ten bir dize ile anlatır:
“Kıyıya vuran dalgalar,
Şu ellerimi, kızıla boyanmış ellerimi yıkayabilse,
Yeşilini kaybeder, kızıla boyanırdı engin deniz.” (sy.204)
Kedi Mimi’yi öldürecekken “İnsan, insan olmaktan çıkıyor” der. “Off! Yüreğimin içinde bir sürü akrep dolanıyor” (sy.209) dizesi ile Macbeth’den başka bir alıntı yapar. Kafka Tamura boş vakitlerinde Shakespear okur.
Oşima Hoşino’ya Berlioz’un bir sözünü hatırlatır: “Eğer sen Hamlet’i okumadan yaşamını tamamlıyorsan, ömrünü bir kömür madeninin dibinde geçirmişsin demektir.”
Romanda Kafka Tamura ve Nakata’nın serüveni metaforlarla anlatılıyor. Neden sorusuna verilmeyen cevaplar için “Goethe’nin de dediği gibi, dünyadaki her şey metaforlardan ibarettir.” (sy.148)
Burton'un çevirisi Binbir Gece Masalları (Doğu edebiyatının harikası Binbir Gece Masallarının Batı dünyasında oldukça fazla çevirisi vardır. Sir Richard Burton kendinden önceki çevirmenlerin aksine kitabı sansürlemeden, erotik ayrıntılarına da yer vererek çevirmiştir.) Kafka Tamura’nın elinden düşmez, Kafka Tamura’da bu çeviriden okurken; eskiden okuduğu çevirilerden çok daha farklı olduğunu fark eder. “Çekim gücü çok daha sağlamdı sanki. Erotizme, şiddete ve sekse dair öyküler, amacı anlaşılamayan öyküler de vardı. Fakat (aynı sihirli lambanın içindeki cin gibi) normal algının çerçevesine sığmayacak kadar özgür bir yaşama gücü doluydu ve benliğimi sımsıkı yakalamış, bırakmıyordu. İstasyon binasına girip çıkan ifadeleri olmayan insanlardan ziyade, bin yıl önce yazılmış bu akıl almaz öyküler çok daha hayat doluydu.” (sy.78) Sahilde Kafka’da lambadan cin çıkmasa bile, zengin, yapboz öykülerle (mutsuzluk) dolu Kafka’nın masalı (mutluluk) içinde örülür. Bu benzerlik Sahilde Kafka’yı da çağdaş bir masal haline getirir.
Romanlarında Binbir Gece Masallarına sıkça atıfta bulunan Orhan Pamuk Binbir gece Masalları hakkında iki yaygın sözü hatırlatır: “Birincisi, bu kitabı başkan sona kimsenin okuyamadığı üzerinedir. İkincisi Binbir Gece Masalları’nı baştan sonra okuyan kişinin öleceği üzerinedir. Birbirleriyle gizli bir mantıkla birleşen bu iki uyarı, okuru ihtiyatı olmaya itecektir elbette.” (Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar)
Masallar:
Ormanda daha derinlere gittiğinde Kafka Tamura Hansel ve Gratel Masalındaki gibi işaretler bırakır. Bir süre sonra da masal dünyasında yaşamaktan kurtulmak için tüm eşyalarından kurtularak yola devam eder. (Murakami bize, öğüt veriyor gibidir.)
Johnny Walker Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Masalından şarkılar okur.
Hoşino taşı güçlükle yerinden kaldırdıktan sonra kendini Üç Küçük Domuz masalındaki ağabey gibi hisseder.
Japon Edebiyatı:
Murakami’ye yapılan bir diğer eleştri de Batı dünyasının gölgesinde kalmasına dairdir. Avusturyalı eleştirmen Sigrid Löffler onun "önemsiz, pornografik, fastfood edebiyat" yaptığını söylemiştir. Japonya’dan “geleneklerinden kopuk olduğu, kendilerini iyi tanıtmadığı” sözleri yükselmiştir. Avrupalı bir yazar gibi yazsa da Japon bir yazar olduğunu her röportajında söylüyor. Kökleri ve ilhamını da Japonya’dan alıyor. Sahilde Kafka bile başlı başına Japon Kütüphane gezisi gibidir.
Komura Kütüphanesi’nde özel ihtisas gerektiren kitaplar vardır. Kansai’deki bir tanka şiir grubuna üye iki kişi ile de romanda karşılaşırız. Sivri, önyargılı Kafka Tamura gelenlerden birinin ne tür şiirler yazdığını merak eder. “Her şeye kafa sallamak için şiir yazılmazdı herhalde. Şiir için insanın kendi içinden gelen bir şeyler olmalıydı. Yoksa bu adam sadece şiir yazması gerektiğinde, normalde saklı tuttuğu bir yeteneği mi ortaya çıkarıp sergiliyordu acaba?” (sy.60)
Oşima Kafka Tamura ile tanıştığında onun “tanka (5-7-5-7-7 ölçüsünde toplam 31 heceyle yazılan klasik Japon şiiri türü)” ya da “haiku (5-7-5 ölçüsünde, toplam 17 heceyle yazılan klasik Japon şiiri türü” üzerine araştırma yapan bir öğrenci olduğunu düşünür.
Taneda Santōka’da Komura Kütüphanesi’ne gelen şairlerden biridir. Ancak o dönemki aile reisi onu “Hem dilenci hem kibirli” diyerek dikkate almamıştır. “Bildiğiniz üzere dünyada her yönü ile mükemmel bir değerlendirme gözlüğü yoktur.” (sy.57) -Dışarıdan bakıldığında, yeteneğini içinde saklı tuttuğu anlaşılmayan Kansai’li adam örneğindeki gibi.- Taneda Santōka’nın hayat hikâyesine bakıldığında da neden dikkate alınmadığı daha anlaşılır. Santōka içkici, kavgacı biridir, intihara kalkışmıştır. “Bazı şeylerin değerinin anlaşılması için zaman gerekir” (sy.58)
Kafka Tamura Saeki Hanım’ın on beş yaşındaki ruhu ile karşılaştığında yaşayan hayaletleri araştırmaya başlar:
Oşima Genji Hikayeleri’ni anlatır. Heian dönemi insanların ruhani dünyasında, insanların bazı durumlarda ruhlarının bedenden sıyrılarak yaşarken hayalet haline gelip mekanlar arasında hareket edebildiğini öğrenir. Prens Genji’nin sevgilisi Rokuco prensesi, Genji’nin eşi Aoi’yi kıskandığından kötü bir ruh haline gelip, Aoi’yi öldürür. Ancak Rokuco Prensesi kötü bir ruh haline gelerek Aoi’yi öldürdüğünün farkında bile değildir. Ruhunun taşıdığı nefret onu bu hale getirmiştir. (Saeki Hanım’da on beş yaşındaki halinin ortalıkta dolaştığını bilmemektedir.) Genji Hikâyeleri’nin yazarı Bayan Murasaki Şikibu’dur. Binli yıllarda, Heian döneminde yaşamıştır. Genji Hikâyeleri bize öğretilenin aksine dünyanın ilk romanı olarak kabul edilir.
Akinari Ueda adlı yazarın Edo Dönemi sonlarında yazdığı “Ay Işığı ve Yağmur Öyküleri” kitapta yaşayan hayaletlerin varlığına dair kanıt niteliğinde sunulur.
“İki samuray dost olur, kan kardeşliği yemini ederler. Bu bir samuray için çok önemli bir bağdır. Kankardeşliği yemini etmek, karşılıklı olarak canların emanet edilmesi anlamına gelir.” Bu iki samuray birbirinden ayrı düşerler ve “Kasımpatlarının açma zamanı geldiğinde, ne olursa olsun yanına geleceğim” der samuraylardan biri. Ancak hapse düştüğü için Kasımpatları açtığında dostunu ziyarete gidemeyecektir. Bir samuray için, verilmiş söz her şeyden daha önemli olduğu için harakiri yaparak ruh haline gelir. Kasımpatlarının önünde dostu ile buluşabilir. (sy. 316)
Albay Sanders’de yine, Akinari Ueda’nın Ay Işığı ve Yağmur Öyküleri’nde bir parça okuyarak kendini ifade eder.
“Şu an gözünüze görünüp konuşuyor olabilirim, ama ne Tanrı’yım ne de Buda. Normalden tek farkım insanlardan farklı bir yüreğim olması.” (sy.395)
“Edison’un ampulu keşfetmesine kadar, dünyanın büyük bir kısmı karanlıklarla kaplıdır. “Dahası, dışarıya ait fiziksel karanlık ile içlerindeki ruhun karanlığı arasındaki sınır çizgisi bile belirsiz, hatta birbirine karışmış haldeydi” (sy.315) Murasaki Şikubu’nun yaşadığı devirde yaşayan hayaletler fizikötesi varlıklar ve insanlarla birlikte doğal bir ruh hali idi.
Natsume Sōseki’nin Madenci adlı eseri dünyadan bihaber bir hanım evladının her şeyden vaz geçerek bir madende yaşaması ve toplumun en dip noktasını gördükten sonra dışarıdaki dünyaya geri dönmesinin hikâyesidir. Ancak tamamlanmamış bir eserdir. Natsume Sōseki’nin Yakınçağ entelektüel seçkinci çevre üzerine yazılmış Sanşiro adlı eserindeki kahramansa; öykü içinde kendini geliştirerek ciddiyetle sorunların üzerinden gelmeye çalışır. Kafka Tamura’da, Natsume Sōseki’nin çok beğenilmeyen Madenci adlı öyküsünde –bu öyküyü daha çok beğenmektedir- kendisini/çizeceği yolu görür ve Sanşiro’nun kahramanı gibi davranarak eseri kendince tamamlar.
Ayrıca romanda Bokusui Wakayama, Takuboku Ishikawa, Naoya Shiga, Cuniçiro Tanizaki adlı yazar ve şairler de yer alır. Hoşino ve Nakata taşı bulmak için Kavaga İli Söylenceler’i, Şikoku’da Aziz Efsaneler, Japonya’nın Ünlü Taşları adlı derlemeleri uzunca bir süre incelerler. Tek bulabildikleri Hazine Çocuk Taşı’dır. Ancak o da bir metre yüksekliğinde, erkek organı şeklinde bir taştır.
Hoşino’nun elinden düşürmediği Manga’lar da ayrı bir merak uyandırır.
Sahilde Kafka’nın MD Walkman’i:
Murakami Sahilde Kafka’nın kabına birçok müzisyen ve şarkı eklemiş. Tüm romanı okurken benim kulağımda en çok John Coltrane ’den My Favorite Things kaldı.
Kafka Tamura Duke Ellington, Beatles, Led Zeppelin dinler. Cream’ in Crossroads şarkısı daha hızlı atmaya başlayan nabzını sakinleştirir. Cream sever Prince’in Kafka Tamura’nın dünyasında özel bir yeri vardır. Little Red Corvette ve Sexy Mf şarkıları konuyla yakından ilişkilidir.
“Prince yumuşakça hayvan gibi uzadıkça uzayan sesiyle şarkısını söylemeye devam ediyor kafanın içinde.” (sy.445)
Radiohead, Billie Holiday, Stan Getz, Bob Dylan, Otis Redding dinlenen diğer müzikler arasındadır.
Hoşino kendi kendine uyduruverdiği şarkıların yanısıra Yōsui Inoue dinler.
Kedi Mimi ismini Puccini’nin "La Boheme" adlı operasında Rudolfo’nun büyük aşkı Mimi’den almıştır.
Mozart, Haydn hem yaşamları hem de eserleri ile uzun uzun anlatılır. Schubert ve özellikle uzun “cennetlik” D Major sonatı; romanın neden tamamlanmadığını anlatır niteliktedir. “Bir tür tamamlanamamışlık barındıran eserler, o tamamlanamamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibe yaratır. En azından, belirli türde insanlar üzerinde.” (sy.154)
Beethoven nerede ise romanın bir karakteri olarak yer alır. Nakata’nın okuma yazma bilmemesine rağmen büyük bir adam olduğu, Beethoven’in sağır olmasına rağmen yarattığı derinliği olan mükemmel eserleri ile açıklanır. Archduke Trio’ (Beethoven’in 1811 ‘de yazdığı “Arşidük Üçlüsü” olarak da bilinen “Si bemol majör trio” dur. Aynı zamanda Beethoven, 1814 yılında Trio’nun piyano kısımlarını çalarak halkın karşısına son kez çıkar.) Nakata’da taşı açarak son kez sahne alır. Hoşino Archduke Trio’yu dinlediğinde aydınlanma yaşar, benliğini yeniden bulmuş gibi hisseder. Ghost Trio’yu (Hayalet Üçlüsü) da sevse bile onda aynı etkiyi yaratmaz.
Beyaz Perde’den Sahilde Kafka’ya:
Sahilde Kafka’da olaylar, karakterler birer film karesi gibi tüm detayı ile anlatılır. Kıyafetleri, mekânın nasıl olduğu, fonda çalan müzik, ışık ayarı görsel bir algılama yaratır. Bununla da yetinemediğinde Murakami romanda benzerlikleri filmler ve oyuncular vasıtası ile gösterir.
Sahilde Kafka aynı zamanda Saeki Hanım’ın bestelediği bir şarkıdır ancak Saeki Hanım’ın olduğu yerde bu şarkı dinlenemez:
“Sanki Casablanca filmi gibi” der Oşima. Sonra da Casablanca filminin unutulmaz müziği "As Time Goes By"ın girişini ıslıkla çalar. “O şarkıyı asla çalma.” (sy.309) diyerek filmin tüm aşk hikâyesini romanın üzerine ekler.
Hoşino ile Nakata’nın taş avcılığı serüveni Hoşino’ya Indiana Jones filmlerini anımsatır. Üstüne üstlük Hoşino Arnold Schwarzenegger kadar güçlü kollara sahip değildir.
Sakura Kafka Tamura’nın bağımsız olma isteğini, kendi ayakları üzerinde durma isteğini de çok iyi anlamaktadır. Ancak Kafka Tamura’yı kanunları karşısına almaması konusunda uyarır. Yoksa Billy the Kid gibi yirmi yaşını görmeden ölüp gideceğini söyler.
Kafka Tamura’da düzeltir: “Billy the Kid yirmi bir kişiyi vurmuş, yirmi bir yaşında ölmüş.” (sy.386)
Boş vakit buldukça Jackie Chan filmleri izleyen Hoşino; François Truffaut’nun Les Quatre Cents Coups (400 Darbe) (Önce okuldan kaçan, sonra bu sebeple evden kaçmak zorunda kalan bir çoğucun hikayesidir. Film tarihinin en güzel filmlerinden biridir. Les Quatre Cents coups fransızca da okulu kırmak/serserilik yapmak anlamına da gelir. ) filmini izleyince uzun süre filmin etkisinden kurtulamaz.
Ayrıca Ingrid Bergman’la aşk yaşamak gibisi de yoktur herhalde...
Yemekler, İçecekler...
Romanın kabının içinde her şey var. Üstüne üstlük bol kepçeden. Ben Sahilde Kafka sunum yemeğini belirlemeye çalışırken, romandaki karakterlerin yiyip içtiklerini not almaya başlamıştım. Karakterler o kadar çok yemek yiyip içmiş ki, ancak listeye tekrar baktığımda bunu fark ettim. Türlü labirentlerin arasında bizi kaybetmeye başaran Murakami, sunduğu lezzetlerle de şaşırtıcı bir Japonya tablosu ortaya çıkarmış:
Yemekler:
Tost, sıcak süt, salamlı yumurta
Helvalı ekmek
Miso çorbası
Sodalı kraker
Taşra eriştesi
Çilek reçelli sandviç
Körili kızarmış tavuk ve salata
Pilav ve süt
Pirinç köftesi ve çikolata
Közde patlıcan ve sirkeye batırılmış salatalık
Somon ızgara ve salata
Turp ve sebze haşlaması
Biberli omlet
Yılan balığı
Yılan balığı havyarı
Set menü balık
Tofu ve brokoli
Pirinç ezmesi
Körili pilav
Dondurma
Sebzeli pilav
Haşlama patates ve havuçtan oluşan sebze yemeği ve salata
Birkaç çeşit poğaça
Paella
Somon ve pilav
Pasta ve süt
Yumuşak beyaz ekmek arasında somon füme tere ve marullu küçük sandviçler beyaz turp ve tereyağı eşliğinde
Tavuk ve salata
Körili deniz mahsulleri ve salata
Izgara istavrit, turp turşusu, haşlama ıspanak, kurutulmuş yosun ve pilav
Izgara balık ve sahanda yumurta
Pilav ve yerelması
Ispanak arası ton balığı sarması
Mısır gevreği ve süt
Pilav üstü yumurtalı tavuk kızartma
Körili dana eti ve salata
Kurutulmuş balık
İçecekler:
Kahve
Bir kaç bira
Light ve normal Pepsi
Bitki çayı
Darjeling Çayı
Papatya Çayı
Tomurcuk çayı
Buğday çayı
Sözlük:
Romanın türlü okumaları var. Dolayısı ile Murakami’nin de dediği gibi romanı tekrar tekrar okumak romanı çözmeye yaklaştırıyor. Gerçi sürekli zemini kayan bir roman olduğu için, tek bir çözüme ulaşmak gibi bir saplantı duymamak en doğrusu olacaktır.
Bir diğer bakış açısı ile bu roman; bazı kelimelerin, kişilerin anlamlarını tekrar tekrar hatırlatan bir başucu kılavuzudur:
Aşk, Tabi ki Aşk...
Kafka Tamura’yı bir ergen arsızlığı içinde, Saeki Hanım’ı da bir tür Mrs. Robinson olarak görmemek Murakami’nin benzersiz aşk tarifleri ile mümkün olabilmiştir. Romandaki çoğu karakterin âşk ile ilgili söyleyeceği sözü vardır ve bazıları çok etkileyicidir. Aşk; yaştan, cinsiyetten, ölümlülükten bağımsız hareket eder...
Yaşar halde iken ruh haline gelebilmek için kötülük gerekse bile, Saeki Hanım’ın ölen sevgilisine duyduğu ölümsüz aşktan dolayı yaşayan bir hayaleti vardır.
“Aşk dediğin, dünyayı yeniden inşa etmektir. O yüzden, insana her şeyi yaptırabilir.” (sy.317)
Kafka Tamura Saeki Hanım’ın on beş yaşındaki yaşayan hayaletine sözcüklerle ifade edemeyeceği kadar güçlü bir şekilde yüreğini kaptırır. Gözle görülmeyen bir sınırla ayrılmış iki farklı dünyada olsalar da göğsünün içinde gürültü ile çarpan yüreği bunu gerçek kılar.
“Sen şu an çok mükemmel bir şeyin içindesin. Bu kadar mükemmel bir şeyle, belki de bir daha hiç karşılaşmayacaksın. Öylesine mükemmel bir şey işte. Buna rağmen, şu an gözlerinin önündeki mükemmelliği tam olarak algılayamıyorsun.” (sy.492)
Kafka Tamura’da çoktan yok olup gitmiş bir kıza âşık olduğu gibi, Saeki Hanım’da ölen sevgilisini hâlâ âşıktır. Aslında her ikisi de artık kendi dünyalarında olmayan insanlara âşıktır.
Kafka Tamura, Saeki Hanım’ın sevgilisini –resimdeki çocuğu- kıskanır. Bu hisle de doğduğundan beri ilk kez karşılaşır. O gencin yerinde olmak ister. Saeki Hanım’ın resimdeki çocuğa duyduğu aşkı kendisine duyması için her şeyi yapmaya hazırdır.
“Öldükten sonra da, onun yüreğine dağlanmış olarak kalabilmeyi, her gece anılarından çekip çıkaracağı biri olabilmeyi” (sy.338) istemek son derece feci bir durumdur ancak bu his hiç bitmesin ister.
“Kısacası, âşık olmak böyle bir şeydir işte, Kafka Tamura. Nefesin kesilecek kadar kendini iyi hisseden de, derin bir karanlıkla boğuşan da sen olursun. Vücudun ve ruhunla, buna dayanman gerekir.” (sy.488)
Eğer on beş yaşındaki kız çekip giderse Kafka Tamura “Her şeyini, anlam taşıyan tüm imgelerini” kaybedebileceğini hisseder. Bir süre sonra da on beş yaşındaki Saeki Hanım ile elli yaşındaki hali arasında olması gereken sınır çizgisi bozulup silikleştikçe, Kafka için asıl âşık olduğu kişinin hangisi olduğu anlaşılmaz hale gelir. Murakami belki de birine âşık olursanız onun nasıl göründüğünün önemi olmadığından bahsedip, onun hayalet haline de, yaşlanmış haline de aynı hissi duyarsınız demek istiyordur.
“Zamanı sorun etmiyorum. Ben sizin on beş yaşınızdaki halinizi biliyorum. O on beş yaşınızdaki halinize âşık oldum. Tüm yüreğimle. O kız aracılığıyla da size âşık oldum. O kız şu an sizin içinizde.” (sy.408)
Oşima’da zamanında âşık olmuştur. Puccini’nin operalarında konu olan fırtınalı aşklardan biri olmasa bile onu düşündüğünde hüzünlenir.
“İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla âşık olur. O yüzden de âşık olduğu insanı düşünürken, kişisine göre değişmekle birlikte, az ya da çok hüzünlenir. Çok eski bir zamanda kaybettiği, özlemle andığı, uzaklarda kalan bir odaya adımını atmış gibi hislere kapılır.” (sy.413)
Koiçi Tamura da Saeki Hanım’a âşık olmuştur. Ancak başından itibaren ondan karşılık göremediği için ölmek ister.
Somut olarak romanın bir kabı varsa, kabın içinde yoğunlukla aşk vardır.
Ben:
Bilinç, Bilinçaltı, Bellek - Bilinç Akışı (Zihin), Benlik, Boşluk
Murakami bilincin karmaşık labirentlerinde dolaşarak var olmanın anlamını sorgular. Dolayısı roman boyunca “ben” e dair görüşlerini hızla yağar. Buna dair tüm detayları anlatmam mümkün değil ama yine de aradan seçtiklerim:
Tastepe olayında çocuklar, gözleri açık ve gözbebekleri sağa sola hareket ediyor olsa bile, topluca bilinçlerini kaybetmişlerdi. Hatta Setsuko Okamoçi da onlara dokunduğunda kendinin de başka bir boyuta kaydığını hisseder:
“Hiçbir şey hissetmiyorlardı. Ellerimle dokunduğumda benim ellerim de başka bir boyuta kayıyordu sanki. Çok tuhaf bir histi.” (sy.26)
Dr. Şigekazu Nakayasa bu durumu “bizim gördüklerimizi görmüyorlar da göremediğimiz bir şeyleri görüyor gibiydiler. Hayır, görüyor demektense tanık oluyorlardı demek, o durumlarını açıklamak için daha doğru olur.” (sy.40) şeklinde açıklar. “Her neyse, gerçekten tuhaf, insanda iyi anılar bırakmayan bir olaydı. Doğruyu söylemek gerekirse, bu olay belleğimi tırmalayan bir böcek haline geldi.” (sy.43) der.
Kafka Tamura: “O monoton ses, zımpara kâğıdı gibi zamanı, hatta insanın bilincini törpülüyordu.” (sy.28)
“Bunu bilinci yitirmek değil de, bilinç kesilmesi diye nitelendirmek daha doğru olur. Basitçe açıklamak gerekirse, devam eden bir hat boyunca ilerleyen bir yük treni düşünün. İşte öyle bir yük treninin yalnızca bir vagonunun yükü kayboluyor. Yalnızca içindekiler kaybolursa yitme olur. Oysa vagonuyla birlikte alındığını düşünecek olursak kesilme demek daha doğru olur.” (sy.87)
Nakata’nın bilinci yerine geldiğinde:
“Bilinci yerinde idi ve bilimsel açıdan hiç şüpheye yer bırakmayacak ölçüde sağlıklıydı. Fakat bir süre sonra belleğinin tamamen silinmiş olduğunun farkına vardık… Hiçbir şey anımsamıyordu. Çocuk, deyim yerindeyse, kafasının içi boşalmış da bembeyaz bir kâğıda dönüştürülmüş halde aramıza geri dönmüştü.” (sy.94)
Profesör Şigenori Tsukayama, dünyada insanların varlığı birbirinden bağımsız olsa da, ortak bir belleğe sahip olunduğunu anlatır bir kitap yazmıştır.
Ve buna benzer birçok görüş sunulur. Bilinçsiz yerde zaman yoktur…
Cinsellik Seks:
Romanın baş kahramanı on beş yaşında ergenlik sorunları ile boğuşan bir genç olunca romanın içinde sıkça cinselliğe yer verilmiştir. Kafka Tamura, fiziksel değişimini spor yaparak sağlarken, zihinsel dönüşümü için Oşima, kitaplar ve Karga ona yardım eder. Cinsel olgunluğa erişebilmesi için de karşısına Sakura ve Saeki Hanım çıkar.
Romana erotik roman gözü ile bakmak mümkün olmasa, bile dozu doğru ayarlanmış bir erotizm, bazen komik, bazen trajik olsa da yaşamın doğal seyrinde ortaya çıkar.
Kedi Otsuka; Kayıp Kedi Susam’ın kaybolmasını cinsel isteğine engel olamayıp, çok uzaklara gitmiş ve geri dönüş yolunu bulamamış olmasına bağlar. Bunun nasıl bir durum olduğunu, cinsel isteğin ne demek olduğunu bile bilmeyen Nakata’ya anlatmayı dener.
“Dönüş yolunu bilemez hale gelince panik başlar. Gözünün önü kararıverir. Her şeyi birbirine karıştırırsın. Cinsel istek başa bela bir şeydir. Yine de ondan başka bir şey düşünemezsin. Biraz sonrasını bile aklına getiremezsin.” (sy.69)
Kafka Tamura’da uzaklara gitmiştir. Sakura’nın evinde kaldığı gece bir türlü uyku tutmaz. Sakura’nın yanında sanki televizyonun kapatma tuşu devreden çıkmış gibidir, bedeninin isteklerine engel olamaz ve onu çıplak halde hayal edebilmek için izin ister. Kafka Tamura bedeninin ona yaptıkları yüzünden özür dilerken, Sakura tüm bunları son derece büyük bir olgunlukla karşılar. Onunla sevişmese bile, onun rahatlamasına yardımcı olur. Bunun son derece doğal olduğunu anlatır:
“Öyle özür dilemeye kalkarsan, ben de kendimi kötü bir şey yapmış gibi hissederim. Bu vücudun bir hali sadece. O kadar aklına takmana gerek yok.” (sy.129)
Kafka Tamura kendinden bağımsız hareket eden organını da yola getirmeye kararlıdır. Cinsel hayallere kapılmaktan yorgun düştüğünde spor yapmaya odaklanmayı denese de rüyalanacaktır...
Saeki Hanım ile tanıştığında kehanetin prensibi ve mantığını anlayamaz hale gelir, onun akıntısına kapılır. Dalgalar kabarır, ay yükselir... Varayımın içinde, varsayımın dışında, varsayımın içinde, varsayımın dışında nefes alır, tutar, bırakır. Başka bir yerde, başka bir şeye dönüşür.
Kafka Tamura kadınların cinsel ihtirasları olup olmadığını bile tam anlayamaz. Saeki Hanım’ın cinsel ihtirasının bir parçası olduğunu söyleyen iç sesi ile çatışır: on beş yaşında olduğu için Saeki Hanım’ın sözlerinin ve hareketlerinin taşıdığı anlamı tam olarak kavrayamaz haldedir.
Arzulamak yolu ile bir etkiye yol açmayı denerken karşısına ne Saeki Hanım ne de onun on beş yaşındaki hali çıkar. Kendisine engel olamaz ve rüyasında, Sakura’ya -bir tür- tecavüz eder.
Bedeni kadın ama bilinci tamamen erkek olan Oşima’da cinsiyet ayrımcılığı yapmakla suçlandığında cinsel tercihini açıklar ve cinsel ilişkide nasıl uyarıldığını detayları ile anlatır.
Saeki Hanım ve ölen sevgilisi de erken ateşlenmiştir. Bu yüzden de hep o yaşlarında kalmış oldukları iddia edilir.
Öğretmen Setsuko Okamoçi’de Tastepe’de çocuklarla ormana gittiği günden önceki gece, rüyasında kocası ile düz bi kayanın üzerinde defalarca sevişir. Öğrenciler ile yola çıktığında bile o anların artçı dalgalarını yaşar, içinde bir şeylerin dengesi değişir, ruhunun bir parçası o olayla beraber ormanın ortasında kalır.
Albay Sanders’de cinseliğin önemini bilir. Hoşino’yu ikna edebilmek için, karşısına bir kadın satıcısı olarak çıkar. Taş meselesini konuşmadan önce Hoşino’ya taş gibi kızı pazarlar. Hoşino kızla geçirdiği sürede kendini iki kilo zayıflamış gibi hisseder ve böylece taşı tapınak korusundan almayı kabul eder. Hoşino taşla konuşması gerektiğinde cinsel ilişkiye girdiği kadınları anlatmaya başlar. Belleğini zorlayarak adlarını hatırlayabildiği altı kadını uzun uzun tarif eder.
Din:
Kafka Tamura yeni hayatının 8. gününde bir Şinto tapınağında uyanır. Taş bir Şinto tağınağındadır. Romanın ruhani yönünü -özellikle orman ve taş- anlayabilmek için Şintoizm’e bakmak gereklidir:
Budizmi aşağı yurarı fikir sahibi olsam bile Şintoizm hakkında çok az bilgiye sahibim. Bu yüzden de Şintoizm ve Sahilde Kafka ile ilgili aşağıda bulunan bölümün oldukça faydalı olduğunu düşündüm:
“Japon doğaüstü; bereketli, gamsız ve tek tanrılılık standartları açısından disiplinsizdir. Japon din tarihi, Çin kültürünün milattan sonra 5. Yüzyılda girişi ile ve 6. Yüzyılda Budizmin gelişi, Budizmden ayırmak için Shinto olarak adlandırılan doğaya tapan çok tanrılı yerel mezhebin azimli esneklik ve uyumluluğu uzun bir derstir. Britannica ansiklopedisinden Japon doğaüstü, bereketli, gamsız ve tek tanrılılık standartları açısından disiplinsizdir. Japon din tarihi, Çin kültürünün milattan sonra 5. Yüzyılda girişi ile ve 6. Yüzyılda Budizmin gelişi, Budizmden ayırmak için Shinto olarak adlandırılan doğaya tapan çok tanrılı yerel mezhebin azimli esneklik ve uyumluluğu uzun bir derstir..Britannica ansiklopedisinden tırnak içinde Shinto tanımı “ kurucusu olmayan, resmi dini kutsal kitabı olmayan, kusursuz mantıklı, sabit dogması olmayan” Ne de hayatta kalan kamikaze pilotlarının gururla belirttiği gibi, ölümden sonra yaşam sunmaz. Bazen tanrılar ya da ruhlar olarak çevrilen ancak sonuç olarak anlamı saygıya değer herhangi bir şeyolan, sık rastlanan bir kelime olan Kamiye dayanır .Shinto’nun geç teorisyenlerine Motoori Norinaga (1730-1801) kami’yi sıradan olmayan her ne varsa olarak tanımladı.
Japonya kırsalında ve bin yıldır onu bir yarısı Budizm, Taoizmve Konfücianizm ile bir arada yaşatmayı başaran kitleler arasında Shinto’ya sıkı bağlılık vardır ve en son 1871’den 1945’e Japonya’nın emperyalist savaşında resmi ulusal din ve güçlü bir ruhani silah olarak tekrar canlanma gösterdi. İkinci dünya savaşında Japonya’nın yenilmesi ile Shinto, Birleşik İşgal Kuvvetlerinin emriyle kaldırıldı, tatilleri kaldırıldı ve imparatorun kutsallığı- ilk imparatorun güneş tanrıcasından indiğine dayanır- kaldırıldı. Ancak Shinto imparatorluk çevresinde ve taşrada yaşadı, tapınakları kaldı, ayinleri yapıldı, dilek kağıtları çalılara bağlandı tılsımları Asyalı ve Batılı turistlere satıldı. Shinto’nun güçlü estetik unsuru, maddelere ve süreçlere saygı, el sanatlarına ve sanatlara sızmaya devam etti. Kami yalnızca cennete ve dünyaya ait güçlerde değil, hayvanlarda, bitkilerde ve taşlarda vardır. Nakata ve Hoshino bir taşın nasıl sohbet edilebileceğini öğrenmek için saatler harcadı – kolayca kaldırıldığı zamanlarda ve insan gücünün sınırları için ağır oldukları diğer zamanlarda taşın ne isteğine kehanette bulunmak için..Kami Murakami’nin, pek çok Batılı okurun paragraftan paragrafa aşağı yukarı sallandığı, biraz deniz tutmuş gibi hissettiği dünyasının içine işler ki bu dünyada küreselleşmiş Batı kültüründen parçalar da vardırShinto tanımı “ kurucusu olmayan, resmi dini kutsal kitabı olmayan, kusursuz mantıklı, sabit dogması olmayan” Ne de hayatta kalan kamikaze pilotlarının gururla belirttiği gibi, ölümden sonra yaşam sunmaz. Bazen tanrılar ya da ruhlar olarak çevrilen ancak sonuç olarak anlamı saygıya değer herhangi bir şeyolan, sık rastlanan bir kelimeolan Kamiye dayanır .Shinto’nun geç teorisyenlerine Motoori Norinaga (1730-1801) kami’yi sıradan olmayan her ne varsa olarak tanımladı.
Japonya kırsalında ve bin yıldır onu bir yarısı Budizm, Taoizmve Konfücianizm ile bir arada yaşatmayı başaran kitleler arasında Shinto’ya sıkı bağlılık vardır ve en son 1871’den 1945’e Japonya’nın emperyalist savaşında resmi ulusal din ve güçlü bir ruhani silah olarak tekrar canlanma gösterdi. İkinci dünya savaşında Japonya’nın yenilmesi ile Shinto, Birleşik İşgal Kuvvetlerinin emriyle kaldırıldı, tatilleri kaldırıldı ve imparatorun kutsallığı- ilk imparatorun güneş tanrıcasından indiğine dayanır- kaldırıldı. Ancak Shinto imparatorluk çevresinde ve taşrada yaşadı, tapınakları kaldı, ayinleri yapıldı, dilek kağıtları çalılara bağlandı tılsımları Asyalı ve Batılı turistlere satıldı. Shinto’nun güçlü estetik unsuru, maddelere ve süreçlere saygı, el sanatlarına ve sanatlara sızmaya devam etti. Kami yalnızca cennete ve dünyaya ait güçlerde değil, hayvanlarda, bitkilerde ve taşlarda vardır. Nakata ve Hoşino bir taşın nasıl sohbet edilebileceğini öğrenmek için saatler harcadı – kolayca kaldırıldığı zamanlarda ve insan gücünün sınırları için ağır oldukları diğer zamanlarda taşın ne isteğine kehanette bulunmak için..Kami Murakami’nin, pek çok Batılı okurun paragraftan paragrafa aşağı yukarı sallandığı, biraz deniz tutmuş gibi hissettiği dünyasının içine işler ki bu dünyada küreselleşmiş Batı kültüründen parçalar da vardır.” (24.01.2005 The New Yorker John Updike - Subconscious Tunnels)
Hoşino Nakata’yı bir Budist rahibe benzetir.
Tüm bunlara rağmen Albay Sanders Japonya’da dinin nasıl olduğunu anlatır:
“Bak Hoşino’cuğum. Tanrı dediğin, ancak insanın bilincinde var olur. Özellikle Japonya’da tanrı dediğin esnek bir kavramdır. Bunun kanıtı olarak da, savaştan önce tanrı olan imparator, işgal ordusu komutanı Mc Arthur’un ‘Bırak artık bu tanrılığı canım’ direktifi üzerine ‘Tamam, artık normal bir insanım’ diyerek, 1946 yılından beri tanrı olmaktan çıkmıştır. Tanrı dediğin, işte böyle ayarlanabiir bir şeydir. Ağzında ucuz piposu, gözünde güneş gözlükleri ile dolaşan bir Amerikan askerinin küçük bir direktifiyle, varoluş şeklini değiştirebilen bir şeydir. İşte öylesine postmodern bir şeydir. Var olduğunu düşünürsen vardır. Yok dersen de yoktur.” (sy.399)
Eşitlik:
Eşitlik ütopik bir kavram mıdır? Eşitlik mümkün müdür? Bu sorular çoğaltılabilir, tarih boyunca içinde bu kavramının yer aldığı birçok ideoloji savaş, sanat vardır. Tek başına bir grubu harekete geçirebilecek kadar güçlü bir sözcüktür. Bu güçlü sözcük romanın sayfalarında hareket eder.
Sahilde Kafka’da, Oşima hemofili hastasıdır. Ömrü boyunca yaralanmamaya dikkat etmek zorunda, bir yerinin kanamamasına özellikle dikkat etmek zorundadır. Eline bir bıçak alıp yemek bile yapmaması gerekir. Bu yüzden de hastaneye ve dağdaki kulübeye gitmek dışında şehirden ayrılamaz. Son derece kısıtlı hareketlerle yaşamına devam eder. Ama buna rağmen üstü açılabilen yeşil Mazda Roadstar’ı çok hızlı kullanır. Ve bunu yapma sebebini de çok etkileyici bir eşitlik kavramı ile açıklar:
“Ben araba sürerken olabildiğince hızlı kullanırım. O hızla giderken kaza yapacak olursam, durum parmağımın ucunu hafifçe çizmekten biraz farklı olur. Aşırı kan kaybı durumunda hemofili hastasının da sağlıklı insanın da hayatta kalma şansı pek farklı olmaz. Eşitlik. Aklına bir şeyler getirmeye fırsatın olmaz, gözün arkada kalmadan ölürsün.” (sy.153)
Oşima yaşamda hiç sahip olamayacağı eşitlik halini ancak bir tür ölümle tadabilecektir.
Eşitlik ardından bir sürü kavramı da beraberinde getirir.
Oşima aynı zamanda ömrü boyunca ayrımcılığa maruz kalmıştır:
“Ayrımcılığa uğramanın nasıl bir şey olduğunu, ne kadar derin yaralar bıraktığını, o ayrımcılığı maruz kalan dışında kimse anlayamaz. Acısı kişiye özeldir ve kendine özgü bir yarası vardır. O yüzden, iş eşitlik ve adalet istemeye geldiğinde, başkalarından aşağı kalmam.” (sy.255)
Kafka Tamura doğa ile baş başa kaldığında doğanın ona adil davrandığını iliklerine kadar hisseder, bu onu özgürleştirir.
Nakata’nın tanıştığı Hagita Bey’de işçi sınıfı, hakkaniyet üzerine uzun uzun açıklamalar yapar.
Kütüphane’ye gelen iki feminist hanımefendi her ne kadar içi boş laflarını başkalarına dayatmaya kalksalar bile; kadın-erkek eşitliği prensibinin çiğnenmesini engellemeye çalışmaktadırlar.
Felsefe, Düşünürler ve Tragedyalar:
Romanı cep felsefe ya da yunan tragedyalarını özetli şeklinde de okumak mümkündür:
Platon’un Şölen adlı eserindeki Aristophanes’in dediklerine bakılırsa, çok eski zamanda mitolojik çağlarda üç farklı insan kültürü varmış.
Eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek- erkek, erkek-kadın ve kadın-kadın’dan oluşurmuş. (sy.54).. Fakat Tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Muntazam bir şekilde tam ikiye. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlar. (sy.55)
Uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikrinden yola çıkarak Modern Demokrasi anlayışına temelini atan Jean-Jacques Rousseau’da “medeniyetin insanın çit yapması sonrasında doğduğunu söyler. (sy.439)
"Fizik ötesi gibi görünen dünya, aslında bizim yüreğimizde taşıdığımız karanlıktan başka bir şey değildi. XIX. Yüzyılda Freud ve Jung çıkıp bilinçaltı analizlerine el atmadan önce, bu iki karanlığın -fiziksel karanlık ve ruhun karanlığı- göreceliği insanlar için öyle uzun düşünmeyi gerektirmeyecek gerçeklerdi ve metafor bile değildi.” (sy.315) Ve başka bir sayfada Oşima Kafka Tamura’nın klasik kimlik kargaşası yaşadığını düşünür.
Hoşino’ya fiziksel zevkler yaşatan taş gibi kız bir yandan işini yaparken bir yandan da “süreç felsefesi" olarak bilinen anlayışın kurucusu Fransız filozof Henri Bergson ’un Madde ve Bellek adlı eserinden bölümle durumu açıklamaya çalışır:
“Gerçek şimdiki an, geleceği yitirip bitiren geçmişin ele avuca sığmaz ilerleyişidir. İşin gerçeği, her türlü duyu, belleğin parçalarından başka bir şey değildir.” (sy.380)
Hoşino durumundan çok memnundur ve kızdan biraz daha “felsefe lafları” etmesini ister:
“Hegel ‘benlik algılaması’ diye bir kavram belirleyip insanın basitçe kendisi ve nesneden uzaklaşarak algılamalarda bulunmakla kalmayıp bir araç olarak kendini nesneye bağlayarak, eylemli bir şekilde kendi benliği üzerindeki algılamasını derinleştirdiğini söyler.” (sy.381)
Tabii ki Hoşino hiç bir şey anlamaz:
Taş gibi kız anlatmayı dener: “Yani, şu an benim sana yaptığım şey, Hoşino. Benim açımdan bakarsan, ben benliğim sen nesnesin. Senin açından da tam tersi. Sen benliksin, ben nesne. Şimdi böyle karşılıklı olarak benlik ve nesneleri değiş tokuş ederek, benlik algılamamızı derinleştirmiş oluyoruz. Eylemli olarak. Elbette, basite indirgemek gerekirse.” (sy.382)
Albay Sanders’de Hoşino’ya Dışa vurum’u (Expression) anlatmak ister:
“Dışa vurum demek gündelik bağların tamamını kopartmak demektir. Dışa vurum olmayan bir yaşamın anlamı yoktur. Yalnız, gözlemci kalma mantığından eylemci olma mantığına sıçramak gerekir. Önemli bir şeydir bu. Ne demek istediğimi anlıyor musun, salak herif?” (sy.383)
Oşima iki feminist kadınla tartışmayı bilinçli olarak polemik haline getirir. İngilizce de “red herring (kırmızı ringa)” tabirinin konuşulan konunun dışına çıkıldığında söylenen bir söz olduğunu söyler: “Daha doğrusunu söylemek gerekirse analoji sözcüğünün yerine kullanılır” (sy.249) der. “Aristoteles tartışma sanatı açısından bunun en etkin yöntem olduğunu söyler. O tür entellektüel taktikler, Eski Yunan’da Atina vatandaşlarının günlük eğlencesiydi ve sık sık kullanılırdı. Ne yazık ki, o dönemin Atina’ssında ‘vatandaş’ kavramı kadınları kapsamıyordu.” (sy.249)
Sahilde Kafka bir yandan Yunan Tragedya’larını ima edip, bir yandan gözümüzün içine sokup bir yandan da karakterleri tragedyaların koro kısmı gibi konuşturur. Roman modern çağda yazılmış Yunan Tragedya’sı gibidir. Murakami’nin bunu gerçek bir Tragedya gibi yazmama sebebi de dünyanın o eski dünya olmamasıdır. Artık iyi ile kötü birbirine girmiş. Netlikler kalkmıştır. Romanda da söylendiği gibi okyanustaki ufuk çizgisi bile belirsizleşmiştir:
Cassandra’nın Kehaneti, Sophokles’in Elektrası, Euripides’in Aishilos Tragyaları ve Oidipus romanın en önemli unsurlarıdır.
Gölge:
Murakami’nin diğer romanlarında da gölge çok önemlidir. Birini tarif ederken kirpiklerin gölgesinden bile bahseder. Sahilde Kafka’da gölgeler, nerede ise karakterlerin kendileri kadar kitapta yerini alır. Bir de işin içine gölgesi silik/yarım olanlar girince içinden çıkılamaz soru işaretleri ve varsayımlar bırakır:
Bir insanın gölgesini yitirmesi ne demektir? Neden Nakata’nın ve Saeki Hanım’ın gölgeleri siliktir?
Japon kültürü ile ilgili daha fazla bilgi sahibi olabilse idim bu konu ile ilgili daha detaylı açıklamalar yapabilirdim. Ancak sadece Nakata ile Saeki Hanım arasındaki benzerliklerden yola çıkarak bir kaç fikir öne sürebilirim:
“Bendeniz Nakata, gölgemin ancak yarısı var. Tıpkı sizin gibi, Saeki Hanım.” (sy.545)
Akmayan Zamanda Gölge:
Memnuniyetsiz Kedi Otsuka, Nakata’ya döner ve:
“Senin esas sorunun bence… Senin gölgen biraz silik galiba. İlk gördüğüm andan beri aklımı kurcalıyor, ama yere düşen gölgenin koyuluğu, diğer insanların gölgesininkinin ancak yarısı kadar.
...
O yüzden sen de, birilerin kayıp kedisini arayacağına kendi gölgenin diğer yarısını ciddi ciddi arasan iyi edersin bence.” (sy.72) der.
Nakata Tastape’de meydana gelen olayla bir şekilde akılsızlaşmıştır. Akılsızlıktan ziyade belleği kayıt etmemeye başlamıştır demek daha doğru. Üstüne üstlük önceden de yazılanlar silinmiştir. -Okuma yazmayı unutup bir daha da öğrenememesi bununla açıklanabilir- O yüzden de sadece şimdiki zamanı yaşar. Anıları/geçmişi yoktur, geleceği de yoktur... Her ne kadar onun böyle yaşamakla ilgili bir sıkıntısı olmasa bile, ben gölge olsam geçmiş zamanın ruhunu taşımayan bir insanın gölgesi olmak istemezdim.
Elbette Nakata’da gölgesinin silik olduğunun farkındadır. Ancak artık bununla ilgilenmez. Ancak Kedi Otsuka “Ben gölge olsam, yarım yamalak kalmaz istemezdim.” (sy.73) diyerek, Nakata’daki değişimi tetikler.
Saeki Hanım’ında; gölge gibi bir gülümseme sürekli dudaklarında olsa bile sadece belirli bir zamanda kalmıştır. Şimdiki zamanı ve geleceği yoktur. Tüm anıları da belirli bir döneme aittir, diğerlerini belleğinde tutmak istemez. Tahminen onun da gölgesi onu terk eder.
“Tüm hareketleri doğal ve nezihti. Tam olarak ifade edemiyorum, ama onda özel bir şeyler vardı. Sanki o arka plandan görüntüsü bana bir şeyler anlatır gibiydi.” (sy.59)
Diğer Yarımız Olarak Gölge:
Oşhima Platon’un Şölen eserinde Aristophanes’in dediklerini anlatır. Çok eski zamanlarda, üç farklı insan türü varmış:
“Eskiden dünya erkekve kadından değil, erkek- erkek, erkek-kadın ve kadın-kadın’dan oluşurmuş. (sy.54).. Fakat Tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Muntazam bir şekilde tam ikiye. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlar.” (sy.55)
Nakata diğer yarısını hiç aramamış, Saeki Hanım bulmuş olsa bile çok erken kaybetmiş ve arayışa devam etmemiş. Bu durumda Murakami’nin dediği gibi metaforlara yaslanırsak, burada bahsi geçen gölgeler diğer yarımız ya da onun peşinden gitme tutkumuzdur.
Derin Bir Darbe ve Gölgeler:
Setsuko Okamoçi’nin anlattığına göre Kutsal Deli Nakata o olay meydana gelmeden önce aile içi şiddete maruz kalmıştır. Akıl sağlığı aslında zaten yerinde değildir. Bilhassa kendi uyguladığı şiddet sonrasında da düzelmez bir şekilde bozulmuştur.
Saeki Hanım son derece aklı başında biri gibi görünse de, ölen sevgilisinden –aslında giriş taşını açarken de çok dengeli değilmiş, yaptığı ne kadar da kutsal gibi görünse de o çembere o denli tutku ile sarılmanın patetik bir yanı da yok değil- sonra bir türlü normal hayata dönememiştir. Akıl hastanesinde yatmış olduğu da söylenmektedir. Kutsal olmasa da bir tür delilik hali içinde olduğu söylenebilir.
Bu durumda delilerin gölgesi silik olur şeklinde bir varsayım da bulunmak yerine aldıkları derin darbeler, acıların yarattığı özürlülük onların gölgelerini silikleştirmiş olabilir demeyi tercih ederek diğer gölgelere yol almayı deniyorum:
Murakami, hepimizden istiridye gibi dikkat kesilip metaforu anlamamızı ister:
“Hepimizin böyle çöküp gitmesi dünyanın kurgusunun çöküş ve yitim üzerine kurulu olmasından. Bizim varlığımız o prensibin gölgesinden başka bir şey değil.” (sy.468)
Kafka Tamura ormanda tek başına ilerlerken sıklıkla arkasından bir gölge geçiyor hissine kapılır. Kendi gölgesinden bile korkar hale gelir. Daha ileriki sayfalarda içindeki o şey karanlık bir gölge gibi beklerken artık kendini berrak bir şekilde gösterir.
Gölgeler bizim doğaya, ışığa ve karanlığa, gerçek ve gerçek dışına dengeli ve kendiliğinden bağlantımızı yansıtır. Romanda da sıklıkla yer alır:
“Tüm hareketleri doğal ve nezihti. Tam olarak ifade edemiyorum, ama onda özel bir şeyler vardı. Sanki o arka plandan görüntüsü bana bir şeyler anlatır gibiydi.” (sy.59)
“Bir türlü anımsayamıyorum. Neden olduğunu bilemiyorum, ama beleğimin annemin yüzüyle ilgili kısmı karanlık bir gölgeyle kaplanmış gibi.” (sy.344)
“Zamanı aşarak, oradaki geçmişin gölgelerine parmaklarımla dokunabiliyordum. Aynı gölgeyle kendimi üst üste koyabiliyordum.” (sy.182)
“Oşima’nın yere vuran gölgesi, onun küçük bir hareketiyle bile salınmaya başlıyordu. Gölgenin hareketleri, Oşima’nın kendisinden çok daha fazla kasıntıymış gibiydi.” (sy.344)
“Binbirgece Masalları’nın dünyasına döndüm. Sonra da gerçek dünya, film sahnesinin gölgelenmesi gibi yavaş yavaş silinmeye başladı.” (sy.81)
“Arşidük Rudolf ne besteci ne de piyanist olarak başarılı olabilmiş, ancak gerçek hayatta antisosyal yönleri olan Beethoven’a yardım eli uzatarak gölgede kalan gündöndü gibi bestecinin ayakta kalmasını sağlamış.” (sy.454)
“Çoğu insan kedi denince, gün boyunca bir gölge bulup keyif çattığımızı, iş güçle uğraşmadan rahat bir yaşam sürdüğümüzü sanıyor.” (sy.114)
Hayaller, Hayal Gücü:
Hayal dünyası gelişmiş Murakami’nin romandaki karakterleri de kendisi ile benzerlik taşır.
Oşima’nun en çok canını sıkan hayal gücünden yoksun insanlardır. “Yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin. Fakat hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz bir yaşam, parazitlerinkinden farksızdır.” (sy.256) Bu roman da benzer bir şekilde hayal gücünden yoksun insanlar için yazılmamıştır.
Saeki Hanım’ın sevgilisini öldürenler de hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz insanlardır. -Murakami'de üniversitede okurken bu tür hareketlerin içinde yer almıştır, sanırım kendi hayatına bir gönderme de yapıyor.-Oşima İspanya İç Savaşı’na katılmayı hayal eder. Romanda her karakterin farklı hayalleri vardır.
Işık, Şimşek, Yıldırımlar...
Bir çok yazıda Haruki Murakami’nin sinemadaki karşılığının David Lynch"in olduğu söylenmekle birlikte –aynı zamanda benzerliği yaratan da budur- aralarındaki en büyük fark ışıkla belirir. David Lynch gecenin karanlığını insanın karanlığı ve labirentleri ile birleştirirken Murakami aydınlık, gün ışığının yarattığı da dâhil ederek benzer sokaklarda dolaşır. Bilhassa Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde aylakça sokaklarda gezen Toru Okada’nın gizemli bir o kadar da tedirgin edici arkadaşlıkları, öğle saatlerinin bizim bilmediğimiz esrarengiz yönüne işaret eder. Murakami bir gölge oyunu sunuyormuşçasına ışığı sunar.
Sahilde Kafka romanının en önemli anlarında; gün ışığı, ayın verdiği aydınlık sahneye eşlik eder. Ormanın derinliklerindeki karanlıkta da gün ışığı yine en ön plandadır. Işık bazen mutluluk verdiği ve kötülükleri sildiği gibi, bazen de tam aksini getirir.
“Gün ışığının insanlar için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha öğrenmiş oldum. O değerli süreyi, saniye saniye tüm vücudumla tadarak geçirdim. Önceki gece yıldızların yol açtığı yalnızlık ve çaresizlik duygusu içimden silinip gitti. Fakat zaman geçtikçe güneşin açısı değişti ve ışık kayboldu.” (sy.192)
“Işığın o renginde sanki lanetler saklıydı, bir an sonra ise merak uyandıran bir hale bürünüyordu. Baktığım açıya göre edindiğim izlenim saniye saniye değişiyordu.” (sy.28)
Tastepe Olayında sabah onu biraz geçerken gökyüzünde çok yukarılarda gümüşi bir ışık görülmesinden sonra çocuklar bayılır. Ve bu ışık her ne ise bir tür esaret yaratır.
Tokyo’daki ağaçların yeşili ile diğer yerlerdeki ağaçların yeşilliği aynı parlaklıkta değildir. Yaşamın değişimini, ışığın değişimi ile anlatır.
Kafka Tamura evden ayrılırken, ışığı güçlü bir cep feneri almayı ihmal etmez. Sonrasında yaşadıklarında cep fenerinin cılız ışığının ona hiç bir faydası olmayacaktır. Bunu fark ettiğinde sırt çantasını ve bir sürü takıntısını bir yere bırakarak ilerler.
Birçok kişinin okumakta zorlandığı on altıncı bölümde Nakata ile Johnnie Walker ile karşılıklı oturduklarında ışığı açma ihtiyacı dâhi hissetmezler. Sadece şimşeklerin çakması sonucu oda aydınlanır.
Romanın bazı bölümlerinde şimşekler o kadar çok çakar ki karakterlerin kulak zarları patlayacak olsa bile ortaya çıkan ışık kör edecek kadar güçlüdür. “Yağmur yağdı, şimşek çaktı”nın ötesinde yıldırımlar sanki adaleti yerine getirmek için savrulur. Bulutlar ışığın şeklini değiştirerek bir koro halinde geleceği/geçmişi göstermeye çalışır.
Taşın açılması sonrası onlarca beyaz ışık gökyüzünü dilimler.
“İki adam öğle vakti karanlığının ortasında kalmış, dillerini yutmuş gibi kaskatı kesilmişlerdi.” (sy.432)
Kafka Tamura’nın babası Koiçi Tamura’a da aydınlık bir günde yıldırım çarpar. Kafka Tamura’da Saeki Hanım’a üzerlerine düşen sessiz, görünmeyen yıldırımı anlatmayı dener.
Hoşino, Nakata’ya denizin dibini anlatmakta zorlandığında, gün ışığı bile girmeyen bambaşka bir dünya olduğunu söyler. Kafka’nın, Oşima’nın, Sada’nın, kayıp askerlerin var olduğu ise; gün ışığının çokça girdiği paralel başka bir dünyadır.
Karanlıkta da gören kediler bazı gerçekleri açığa çıkarırlar. İnsanların, tarihin kirli karanlığı türlü ışıklar sayesinde kendini gösterir.
İroni:
İroni:(eski yunanca eironeía) Söylenenin tam tersinin kastedildiği ifadedir. Söylenen ya da yapılan eylem, ciddi görüntüsü altında, karşıt söylenceyi ya da eylemi, çelişki noktasına çekmeyi hedefler. Mizahdan farkı olarak, ironi daha eleştirel yaklaşır. İroni mimik, jest ve tonlama ile söylemek istenenin altını, dolaylı çizer. (http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0roni)
Romanın kabının içinde bol miktarda ironi de mevcut. Birbirleri ile karşılaşan karakterlerin tezatlıkları ile Murakami bir çok tezini ortaya çıkarır. Bir tezin güçlü bir tez haline gelebilmesi için bir antitez olması gerekir mantığı ile kullanarak söylemek istediklerini daha güçlü hale getirir.
Kader konusunda da bahsi geçen Oşima’nın; “Eğer öyle bile olsa, yani senin seçimlerinin ve çabalarının boşa gitmesi kaderle ilgili bir şeyse bile, sen neticede değişmez bir gerçek olarak sensin ve kendinden başka bir şey de olamazsın” (sy.279) ifadesinde kendisinin de dediği gibi ironi vardır:
“İnsan kaderini değil, kader insanı seçer. Bu, Yunan tiyatrosunun temel dünya algısıdır. Sonra, bu trajik özellikte Aristotales’in söylediği bir söz, ama kaderin bir cilvesi olarak, söz konusu kişinin eksikliğini değil, güzelliğini payanda olarak kullanır... İnsan eksiklikleriyle değil, güzelikleri ile daha büyük trajedilere sürüklenir. Sophokles’in Oidipus’u en çarpıcı örnektir. Kral Oidipus, tembelliği ve aptallığı ile değil cesareti ve dürüstlüğü ile kendi oyunun kahramanı olur. Orada da, kaçınılmaz bir ironi çıkar ortaya.” (sy.279)
“Duruma göre bir kurtuluş söz konusu olmayabilir. Fakat ironi insanı derinleştirip, büyütür. Bu da daha büyük bir boyutun kurtuluşu için giriş kapısı işlevi görür.” (sy.280)
“Ölümü gururla karşılamak için, hayatı dolu dolu yaşamak” romanda verilen en güçlü mesajlardan biridir.
Japonya:
Olaylar Japonya’da geçiyor. Yanlış anlaşılmasın kitabı hızlı okuma kursu sonrası okumadım. (Woody Allen hızlı okuma kursuna gitmiş ve Tolstoy'un Savaş ve Barış adlı romanını okumuş. "Nasıl buldun romanı, neler anlatıyor?" diye sorduklarında “okudum, bitirdim; olaylar Rusya'da geçiyor" demiş.)
Romanı ilk okuyuşumda o kadar etkilendim ki, uzun süre kendimden bahsederken “Bendeniz Gülda” kalıbını kullandım. Sürekli romanı anlatmak ve romanı okumuş olan kişilerle uzun uzun konuşmak isteği duydum. İkinci okuyuşumda; sunum da yapacağım için “istiridye gibi dikkat kesildim.” Sonrasında birçok kere kitabı baştan sona taradım. Bunca odaklanmama rağmen kesinlikle tam net olarak söyleyebileceğim tek şey bu kitabın hikâyesinin Japonya’da geçtiği olduğudur.
Murakami bir dünyada okunan bir yazar, evrensel ve yüzyıllarca okunacak bir yazar olmayı hedefliyor. Ancak ilhamını kendi kültürü ve topraklarından aldığı için de “bir tur rehberi” gibi olduğu yönünde eleştiriler de sıklıkla dile getiriliyor.
Öte yandan; Japonya’ nın kapalı bir toplum olması ve hepimiz adına karar veren Amerikalı politikacıların ve bir şekilde dolayısı ile sanatçıların Japonya ön yargısı sebebi ile Murakami ne demek istediğini anlatabilmek için, beslendiği kaynakları uzun uzun yazmak zorunda kalıyor. Bu bazen romanlarını çok uzatsa ve okuru rahatsız etse bile, benim gibi Japonya merakı olan biri içinse benzersiz bir rehber görevi de görüyor. Bu yüzden de kitaplarının türlü dillere çevirilerinde künyesine “Japonya hakkında tüm bildiklerinizi unutun” yazılması ihmal edilmiyor.
Gerçektende hakkını vermek gerekirse Sahilde Kafka Japonya’yı tanıma ve anlama kitabı olarak da okunabilir. Orhan Pamuk romanlarının kabının bir yüzünün Türkiye olması gibi benzer bir doku Murakami için de geçerlidir. Orhan Pamuk ile Haruki Murakami’yi –bir Türk ya da bir Japon olarak bakmaksızın- benzer kılan özelliklerinden biri de kaplarında sunduklarının farklılığı ve çeşitliliğidir.
Biz nasıl “Avrupalı”ları kesmek gibi bir ülküye sahip değilsek, Japonlar’da sadece kimono giyen, geleneklerine sıkıca bağlı, sapkın, bozuk fotoğraf makinelerini çalıştırabilen (Bunu anlatmalıyım: kardeşim ve ablam –ki her ikisi de elektronik mühendisidir- Disneyland türü bir eğlence parkında fotoğraf makinesini çalıştıramamış ve uzun uğraşlar sonucu çözüm bulamayınca mühendis kafalarının da verdiği bilimsel bir çözümle Japon bir çiftin yayına gidip yardım ister. Japon çift önce çok şaşırsa da nezaketleri gereği makineye uzun uzun baktıktan sonra geri verip “sanırım bu çalışmıyor” der.) bir topluluk değildir. Bunun haricinde bir başka hikâyeyi anlatabilmesi için Murakami’nin gerçek Japonya’yı anlatma hâli ise onun değil de bizlerin utancı olmalıdır.
Bu utancı hep beraber yaşamak adına bir kaç Japonya başlığı açmak zorunda kaldım:
2. Dünya Savaşı Öncesi Japonya
Böyle bir tanımla Japonya’yı anlatmayı denemek sadece Sahilde Kafka kitabını anlatmaya özgü başvurulabilecek bir yöntemdir. Kitap bile bunu yapmazken benim bunu ayıramamsa; kendi kütüphanemdeki yanlış bilgilerin direncinden ve sınıflama şeklinden ötürüdür:
Japonya’yı sadece 2. Dünya Savaşı sonrası haliyle anlatmaz Murakami. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanın yoğun harmanlanmasına dair son derece ciddi bir mesaj kaygısı taşıyarak; geçmiş ile şimdiki zaman üzerinden kaygılı endişelerini de dile getirir.
Genji Öyküsü Heian Dönemi’ni merak ettirir:
“Heian Dönemi (Heian-jidai) klasik Japon tarihinin son bölümüdür ve 794'ten 1185'e kadar sürmüştür. Konfüçyüsçülük ve diğer Çin etkileri doruk noktasındayken Japon tarihinde yerini almış bir dönemdir. Heian Dönem'inde sanata, özellikle de şiir ve edebiyata önem verilmiştir. Heian kelimesi Japonca "barış" veya "sükûnet" anlamına gelmektedir.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Heian_d%C3%B6nemi)
Akinari Ueda’nın Ay Işığı ve Yağmur Öyküleri eserinden parçalarla Edo Dönemini anlatmayı/merak ettirmeyi dener:
“Edo Dönemi, (Edo-jidai) veya Tokugawa Dönemi, (Tokugawa-jidai) Japonya'nın 1603–1868 yılları arasındaki dağılma dönemini kapsamaktadır. Bu dönem, "Edo" veya "Tokugawa shogunate"nin başa gelmesiyle başlamaktadır. Dönem resmi olarak 1603 yılında başlar ve 1868'de Meiji dönemi'ndeki yeniden kurulmaya kadar sürer. Bu dönem ayrıca, Japonya'nın ilk modern dönemi olarak tanımlanmaktadır.
1100'lü yıllardaki Kamakura dönemi'nden beri bir değişim süreci içinde olan Japonya, Edo dönemi’yle beraber değişimde farklı boyutlarla karşılaşmıştır. "Edwin O. Reischauer" adlı tarihçi bu dönemdeki yasal düzenin "merkezi feodalite" olduğunu söylemiştir.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Edo_d%C3%B6nemi)
Meiji Dönemi de romanda yer alır:
“Meiji dönemi ( Meiji-jidai) veya Meiji devri, İmparator Meiji’nin 45 yıllık saltanatını kapsar, Gregoryen takvimine göre 23 Ekim 1868’den 30 Temmuz 1912’ye kadar sürmüştür. Bu süre zarfında Japonya çağdaşlaşmıştır ve dünyada güçlü bir statüye yükselmiştir. Bu devrin adı (nengō) “Aydınlanmış Yönetimin Dönemi”dir.”( http://tr.wikipedia.org/wiki/Meiji_d%C3%B6nemi)
Otobüs şoförünü “İmparatorluk Sarayı Suimon Kapısı Muhafızı” na benzeten Kafka Tamura Japon İmparatorluğunu merak ettirir. (Japon İmparatorluğu; Doğu Asya'da, bugünün Japonya, Kuzey Kore, Güney Kore, Tayland, Endonezya, Filipinler, Vietnam, Tayvan ile Çin'in Mançurya bölgesinde kurulmuş olan bir imparatorluk olup 1868 ile 1945 arasında varlığını sürdürmüş ve Avrupa devletlerinden sonra en büyük sömürge gücü haline gelmiştir.)
Kafka Tamura saygı dilini büyük bir ustalıkla kullanabilir. (Japon dilinin kilit özelliklerinden biri keigo'dur -saygı dili / onur dili-. Keigo sadece Japon dilinin özelliği değildir, diğer asya dillerinde de bulunur. Çin, Vietnam, Kore, Tayland, Birmanya ve Cava dillerinin hepsi kendi formlarında keigo bulundurur. Keigo'nun bir niteliği kişinin diğerlerinden övgüyle, kendisinden ise mütevazı şekilde bahsetmesidir. Keigo kullanırken dikkatli olmak gerekir zira yanlış şartlarda kullanılması karşı tarafı rencide edebilir ve konuşmacının zekâ veya yerel kültürden yoksun olduğuna işaret edebilir. Kişi konuştuğu kişiye göre keigo'yu ayarlamalıdır.)
Murakami Japonların genellikle ikircikli ifadelere başvurduğunu da hatırlatır. Bu ifadelerinin benzerlerini romanın tamamında ya da yazdığım bu yazı için de söylemek mümkün olsa bile; en azından bu cümlede ikircikli olmayan bir netlik vardır:
“Çoğu Japon’dan farklı olarak, ikircikli ifadelere hiç başvurmuyordu. Gerçekleri ve varsayımları kesin olarak birbirinden ayırıyordu.” (sy.84)
Keigo –saygı dili- son derece netken, bu dili bilmeyen, bu kültürün içinden gelmemiş ya da özümsememiş kişiler için son derece dikkatli kullanılması gereken bir üsluptur. Tahminim Murakami’nin de kitabın orjinal dilinde; bu üslubu son derece yerinde kullanmış olmasına rağmen, değişen Japonya’da bir takım yanlış anlamalara sebebiyet verdiği yönündedir. Ben, dünyanın başka bir ucunda Japonya’ya gerçeklik kattığı için Murakami’yi hayranlıkla izlerken; -artık hepimiz büyüdük ve kimsenin masalsı bir ülkede ve zamanında kendi imparatorluklarından büyük bir gücün olmadığı ezberi ile (bakınız İngiltere, bakınız Osmanlı, bakınız Japon İmparatorluğu ve nihayetinde bakınız Amerika) yaşamadığını öğrenir hale geldik.- kendi ülkesinde bunca eleştiri almasını; terazinin başka bir kefesine yerleştirmeyi deniyorum. Artık asıl yalan olan vatanın her toprağının güzel ve benzersiz olduğu, bir ülkede yaşayan herkesin iyi olduğudur. Ve bu püripak topluluklar, artık pislikleri halının altına gömerek yarattıkları sanal dünyalardan kurtulamayıp, ezberlenmiş bellekler yaratmayı denemek yerine, bir kısım sanatçılarını da arkalarına alıp yenilenmiş/arınmış –geçmişi ile barışık, şimdiki zamanı yaşayan ve geleceğe de ümitle bakan- uygarlıklar yaratamaz mı?
Şamisen Çalgısı:
Eskiden kedileri yakalayıp derisinden şamisen çalgısına tel çıkarırlarmış, ama şimdilerde şamisen pek de popüler bir çalgı değil değilmiş. Bir de dünyanın bazı kısımlarında hâlâ kedi yiyen insanlar varmış, ama ne mutlu ki Japonya’da kedi yeme âdeti yokmuş.
2. Dünya Savaşı ve Sonrasında Japonya
Öncelikle 2. Dünya Savaşı tüm şiddeti ile bombalar yağdırırken, Tokyo’da yaşayan çocukların bunlardan korunması için taşraya gönderildiklerini öğreniriz. (Kazuo Ishiguro’da Uzak Tepeler adlı romanında bunu derinlemesine anlatır.) Tüm Japonlar birbirine benzemedikleri gibi şehir ve taşrada yaşayan kişilerin kıyafetleri gibi konuşma dillerinde de farklar vardır. Tokyo’dan gelen çocuklar ile taşrada yaşayan çocuklar önceleri uzlaşamasa bile ortak bir dil yakalar.
2. Dünya Savaşı’nın etkisi tüm ülkede hissedilir. Nakata’nın sınıf öğretmeni Setsuko Okamoçi’nin eşi, 1945’de Filipinler’deki Luzon Savaşı’nda Amerikan ordusunun bombardımanı sırasında ölür. Amerika Japon ticaret gemilerini de bombaladığı için, bir kısım insan dışında insanlar açlıktan kırılır. Tayvan’dan ve kıtadan gelen erzak yolları tamamen kesilmiş, büyük şehirdeki yiyecek ve yakıt sıkıntısı ciddi boyuta ulaşmıştır.
Japonya’da Çok Masum Değilmiş Ama!
Kitapta anlatıldığı kadarı ile 2.Dünya savaşı sırasında Japonya zehili gaz ve biyolojik silahlar gibi kimyasal silahlar geliştirmeye çalışmış. Ancak bunları Çin topraklarında yürütmeyi tercih etmiş. Çünkü Japonya nüfusun yoğun olduğu, dar topraklara sahip bir ülke imiş.
Ordu:
Tüm orduların birbirine benzer olduğu aşikardır:
“Dürüst olmak gerekirse, ordunun emri altında iş yapmak pek de hoşlanılan bir durum değildi. Genellikle onların peşine düştüğü şeyler, bilimsel gerçekler yerine, kendi düşünce sistemleriyle örtüşen sonuçlar, bazen de pragmatik kazanımlardı. Teori konusunda uzlaşabilecek insanlar değillerdir.” (sy.85)
“Askeri doktorlar arasında, doktorluğun gerekliğini yerine getirmekten ziyade kendini sağlamaya almaya çalışan bürokratlar gibi davrananlar çoğunluktadır, ama şansımıza Toyama gerçekçi ve başarılı bir doktordu.” (sy.86)
Taşra yaşamı:
Taşra ve Tokyo arasındaki uçurum aynı zamanda Japonya’yı daha iyi tanımamızı sağlıyor. Nakata ve diğer 4 öğrenci Tokyo’dan Yamanaşi’ye gönderildikleri zaman diğer öğrenciler ile ilk başta bir gerginlik çıkar. Konuştukları dil, kıyafetleri birbirinden farklıdır. Japonya küçücük bir ülke olmasına rağmen orada da benzer sorunların yaşandığını öğrenmek şaşırtıcı bir gerçektir.
Japonya’da aile içi şiddet:
Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da birçok film, roman da Japonya’da aile içi şiddetin çok yaygın olduğuna dair bir inanış var. Yazarda bunu desteklercesine romanda yer vermiş. Nakata’nın aile içi şiddete maruz kaldığı anlatılırken bunun aynı zamanda çok yaygın bir durum olduğu da belirtiliyordu. Bu arada evlerine ayakkabı çıkartarak girdiklerini de yazar özellikle belirtmiş.
Atasözleri:
Bu deyim ya da atasözlerinin Japonlara ait olup olmadığını bilmiyorum ama çok yerinde bulduğum gibi sürekli kullanıyorum:
“Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla…”
“İki insanın kol ağzı sürtmüşse bir nedeni vardır.”
“İstiridye gibi dikkat kesilmek”
“Zehiri içen kabını da yer.”
“Köpek yürümeye devam ederse sopasına çarpar.”
“Sorarsan bir kere utanırsın, sormazsan ömür boyu.”
“Haddinden uzun düşünmek, hiç düşünmemiş olmaktan farksızdır.”
Hoşino’nun dedesinin sözleri:
“Dünya her şey kendi istediğin gibi gitmediği için eğlenceli bir yerdir.”
“Üçüncü oğlanın ruhu yüz kere kabuk değiştirir.”
Köprü:
Anlaşılan Japonya’da da köprü tartışmaları pek bitmiyor...
Kendimce eğer Japonya’ya gidersem neleri mutlaka yapacağıma dair bir listem vardı. Bu romanla Nakata’nın “çok büyük, çok güzel bir köprü” diye nitelendirdiği köprülen de geçmeyi ekledim.
Nakata Şikoku’ya köprüden geçerek gitmeleri gerektiğini öğrenir. Hoşino ona anlatır:
“Üç köprü var. Biri Kobe’den sonra Avacima Adası üzerinden Tokuşima’ya geçer. Bir diğeri Kuraşiki’nin altından Sakaide’ye bağlanır. Sonuncusu da Onimici ile İmabari’yi birbirine bağlar. Aslında tek bir köprü yeterli olurdu, ama siyasetçiler işte, gösteriş olsun diye üç köprü birden yaptırmışlar.” (sy.292)
Ve masanın üzerine bir Japonya haritası çizerek Honşu ile Şikoku arasındaki üç köprüyü ekler:
Oşima vasıtası ile bu köprünün yapılmış olmasına vatandaşlar eleştiri getirmekte imişler: “O köprünün yapımı için çok fazla zaman ve çok para harcandı. Gazetelere bakılırsa, köprü ve otobanı işleten konsorsiyum, yılda 100 milyar yen zarar ediyormuş. Bunun büyük bir kısmı bizim ödediğimiz vergilerden karşılanıyor.” (sy.523)
Bunun dışında neler öğrendim:
Orada da adalet çok iyi işlemiyor. Hoşino polisleri güvenilmez buluyor. Bazı otellerde pijama verildiğine epey şaşırdığımı söylemeliyim. Tokuşima’da Chunichi Dragons taraftarları pek sevilmiyor. Sauna: sadece el ve ağız masajını kapsıyor. Japonya’da kumar oynamak yasak. Dolayısı ile bazı paçinko (Japonca sözlük anlamı sapan. Küçük bilyeleri yaylı fırlatıcıyla doğru yere denk getirmeye dayanan bir oyun. Kazandığı bilyeler karşılığında da hediye alır) salonlarının arka sokaklarında kazanılan hediye para ile değiştirilebiliyor.
Kader:
Romanın tamamı boyunca kitabın birbirinden farklı karakterleri kaderin karmaşık lâbirentlerinde kadere inanmamayı, değiştirebilmeyi ya da kadere boyun eğmeyi dener.
Kafka Tamura babasının öne sürdüğü kehanetten kaçmak için evi terk eder. . Kafka babasından kalıtım, şiddet mirasından, kaderle eşit gördüğü genlerinden kaçabilir mi?
Kafka Tamura evi terk etmeye karar verdiğinde, İç Ses Karga sorar?
“Ne kadar uzağa gidersen git, buradan gerçek anlamda kaçabilir misin?” (sy.9)
Ve Kader’i tarif eder:
“Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkmış gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. Yapabileceğin tek şey, ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir.”
“Fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın. Evet, işte kum fırtınasının anlamı bu.” (sy.10)
Roman bu kum fırtınasını anlatır. Bu kum fırtınasının içinde Kafka Tamura’nın da Oedipal kaderi gitgide farklı bir hal almaya başlar. Roman kader, boyun eğme ve ilerleme ile ilgili bir öykü sunar.
Kafka Tamura kaderinden kaçmaya çalıştıkça kendisini, rotasından gitgide uzaklaşır bulur. Bunu Oşima ile konuştuğunda kaderin yaşamımızdaki rolünü öğreniriz.
“Eğer öyle bile olsa, yani senin seçimlerinin ve çabalarının boşa gitmesi kaderle ilgili bir şeyse bile, sen neticede değişmez bir gerçek olarak sensin ve kendinden başka bir şey de olamazsın” (sy.279)
Kan:
Murakami tıpkı gölgeler gibi kan ile de bir çok metafor yaratmayı denemiştir. Romanın içinde o kadar çok kan ve kanla ilintili varsayım bulunmaktadır ki birleştirmeyi ya da düşünmeyi denemek Haddinden fazla düşünmek
Johhny Walker kedilerin kanından bıkmıştır. Nakata Johhny Walker’i öldürdüğünde “akmaması gereken kan aktı” (sy.430) der. Üstüne üstlük o kan Nakata’nın eline bile bulaşmamıştır.
Kafka Tamura bir gece kendini kaybeder ve başka birinin kanı ile kaplı olarak bir tapınağın yakınlarında uyanır.
Kafka Tamura’nın babası Koiçi Tamura ölü olarak bulunduğunda yer âdeta kan gölüne dönmüştür.
Kafka Tamura’nın annesi evi terk ettiğinde yanında kendisini değil, aralarında kan bağı bile bulunmayan üvey kızını götürmüştür.
Oşima Hemofili hastasıdır. Eğer bir parç bile kanı akarsa durdurulması çok zordur.
Bayan Setsuko Okamoçi Tastepe olayından önce adet görmüş ve Nakata onun kana bulanmış mendilini bumuş ve dayak yemiştir.
Kafka Tamura ormanda ilerlerken ormanın kendisinin bir parçası olduğunu farkeder. Kendi içinde bir yolculuğa çıkmıştır. Tıpkı kanın damarlarda dolaştığı gibi içinde dolaşmaktadır.
Kafka Tamura ormanın daha derinliklerine inerken sadece babasının çekmecesinden aldığı bıçağı yanına alır. İhtiyaç duyarsa, bileklerini kesip, içindeki tüm kanı akıtabilecektir. Böylece de, içindeki düzeneği yok etmiş olacaktır.
Saeki Hanım Sahilde Kafka resmi yapıldığı zamanı çok iyi hatırlar. O yaz ilk adetini görmüştür.
Saeki Hanım, belleğini yaktıktan sonra Kafka Tamura ile ilk buluşmasında bir tokayı sol kolunun iç kısmına batırır ve açılan yaranan sızan kanı Kafka Tamura’ya içirir.
Kap:
Murakami tüm romanlarında durumu, kişinin ruh halini ya da bedeni hatta zihni anlatmak için “kap” benzetmesini sıkça yapıyor. Ve ben de tüm bu yazıda ondan esinlenerek bu kelimeyi sıklıkla kullandım. Çok güzel ve serbest bir dili var Murakami’nin. (Bir diğer çok sevdiğim benzetmesi “çekmece”.Çok önemli bir bilgiyi hafızamıza kazımak için “çekmeceye saklamak” deyimini kullanıyor.) Röportajlarında da “çekmece” ve “kap” ile derdini anlatarak çok net bir şekilde romanlarını gönderme yapıyor.
“Kafka Tamura bir bölümde kendini görünmez hisseder. “Ben yalnızca bir kabın içindeydim. Siluetim ve kap düzgünce bütünleşmişti.” (sy.76)
Nakata’nın belleğini yitirmesinden sonra onu bir doktor onun için; “Bedeni bir kap gibi orada bırakılmış” (sy.92) ifadesini kullanır.
Kafka Tamura Oşima’ya –bedeni kadın, ruhu erkek karakter- “O kabın içinden çıkıp gitmeyi aklına getirdiğin olmuyor mu?” (sy.371) diye sorar. Oşima buna cevap vermek yerine, Kafka Tamura’ya aynı soruyu sorar:
“Dürüstçe söylemek gerekirse, ben somut olarak içinde bulunduğum kaptan hiç hoşnut değilim” (sy.372) der Kafka Tamura.
Labirent:
Franz Kafka’nın da bahsettiği gibi “insan kendini bulma yolunu arzulaması açısından özgürdür. Ancak bu özgürlüğe kavuşmak için, yaşamın dokunulmadık hiçbir köşesini bırakmayacak kadar labirent biçiminde olacak yolu aşması gerekir.”
Koiçi Tamura’nın en çok tanınan eseri Labirent serisi, “labirentlerin sahip olduğu güzellik ve duyulara hitap etme özelliğini, serbestlik arayışı içindeki hayal gücüyle ortaya koymaktadır.” (sy.275)
Murakami’de tıpkı bu Labirent Serisi eserindeki gibi serbestçe hayal gücünü labirentlerde dolaştırmaktadır.
Kafka Tamura ormana girdiğinde iç sesi zaman labirentinde yolunu kaybettiğini söyler.
Oşima Kafka Tamura’yı ormanda bırakırken dikkatli olması gerektiği konusunda uyarır. Bizim yaşadığımız dünyanın hemen yanı başında başka bir dünyanın olduğunu ve belirli bir noktayı geçerse dönüş yolunu bulamayacağını söyler. Bunu bir labirente benzetir. Ve labirent düşüncesinin nereden doğduğunu anlatır:
“Labirent kavramının ilk bulanlar, şu an anlaşılabildiği kadarıyla Eski Mezopotamyalılar. Onlar, hayvanların bağırsağının çekip çıkararak fal bakarlarmış. Elbette o karmaşık şekil dikkatlerini çekmiş olmalı. İşte bu yüzden, labirentin o şeklinin temeli bağırsağa dayanır. Yani labirentin temel prensibi aslında senin içindedir. Üstelik dış dünyadaki labirentlerle paralellik gösterir. (sy.490)
Kafka Tamura ormanın/kendi içinin labirentlerinde ilerlerken bunu; bilgisayar oyunlarından örnekle açıklar: “Birinci level’ı kolaylıkla geçebiliyordum artık. Fakat oradan daha ileri gidecek olursam, daha derin, daha fazla mücadele gerektiren bir labirente adım atacaktım. “ (sy.511)
Kafka Tamura, labirentten geçen rüya seslerini kendi rüyasında duyabilir.
Yine Kafka Tamura içindeki korku ve öfkenin üzerinden gelemediğinde kendini labirentin çıkmazlarında bulur.
Metafor:
Murakami ve metaforları…. Kafka Tamura ve hepimiz bu metaforlarda boğuluyoruz. Ama metaforları düşündükçe keşfetmek gerçekten çok eğlenceli. Bu tıpkı polisiye romanlarda katili önceden bulmak gibi. Üstelik bu romanda bulunabilecek çok ama çok katil var, hepsi de birbirini tamamlamak için sıraya girmiş.
“Metafor gerçeğe, somut olarak mı? Yoksa, somut gerçeğe metafor olarak mı? (sy.409)
Neden ve Nasıl, Ayrıca Nedir?
Hoşino’nun dedesi “Sorarsan bir kere utanırsın sormazsan bir ömür boyu” (355) dermiş. Bir sürü neden ve nasıl ile bizi baş başa bırakan Murakami’ye -birçoğunu kendime saklasam da- ve diğer birçoğu romanda da soruluyor olduklarından Sahilde Kafka okurlarına sormak istiyorum:
Nakata neden akılsızlaşmıştır?
Neden baba böylesine bir kehanette bulunuyor?
Saeki Hanım Kafka Tamura’yı bırakıp, üvey kızı ile nasıl gider?
....
Orman:
Şintoizm’de Kami(Tanrı) hayat için önemli olan, rüzgâr, yağmur, ağaç, dağ, ırmak ve bereket gibi kavramların şeklini alan kutsal ruhtur. Roman boyunca da orman kutsal bir ruh gibi tasvir edilmiş.
Çocuklar açık hava dersi için ters çevrilmiş bir tas gibi durduğundan, yöre halkı tarafından Tastepe diye bilinen bir dağa giderler. “Havada tek bir bulut ve rüzgâr da yoktu. Orman çok sessizdi, sadece kuş sesleri duyuluyordu. Öyle bir yerde yürüdükçe, savaşın uzaklarda bir ülkede yapıldığını, bizimle alakası olmadığını düşünmeye başlamıştık. (sy.24) orası nerede ise kutsaldır: “Orada olduğumuzda nedendir bilmem, sakinleşir, kendimizi iyi hissederdik.” (sy.25)
Ölüm:
Kitabın tüm karakterleri ölümü farklı algılar. Ölüm ile ilgili düşünceleri de sürekli değişmektedir. O hep bildiğimiz soru tekrar eder durur? Ölüm her an yanı başımızda iken; hayatın anlamı ne?
Kafka Tamura neden yaşama böylesine sarılması gerektiğini merak eder?
Oşima; “ölürken birilerini yanında götürmek, yaşam seçeneklerimizden biri değildir.” (sy.153) der
Johnnie Walker, bu şekilde yaşamaktan yorulduğu için Nakata’nın kendisini öldürmesini ister. Koiçi Tamura’da ölmek istemektedir.
Saeki Hanım öleceği yeri seçip orada ölümü beklemektedir.
Saeki Hanım’ın sevgilisi boş yere ölmüştür.
Nakata yaşlanmış olmanın da getirdiği bir boş vermişlik içinde hayatı bırakmıştır. Ölüm zaten onun hayal gücünün sınırlarında kalan bir konudur.
İki asker öldürmemek ve ölmemek için askerden kaçmışlardır.
Paul Auster:
Paul Auster’in bu sözlükte olmasının kendi içinde bir mantığı var. Zaten Haruki Murakami için “batı dünyasından olmayan Paul Auster” benzetmesi sıkça yapılıyor.
Paul Auster’de benim en sevdiğim yazarlardan biridir. Dolayısı ile Haruki Murakami’ye önce bir miktar önyargı ile yaklaştım. Ancak Sahilde Kafka’dan sonra Paul Auster’in son romanı Görünmeyen’i okuduğumda aralarındaki benzerliği çok keyifle karşıladım.
Sahilde Kafka’da Albay Sanders Hoşino’nın ahmaklığına sinirlenir ve ona “Yoksa kafanın içinde sümük mü taşıyorsun?” (sy.473) diye bağırır. Paul Auster’in Görünmeyen’in de daha az hayal kahramanı gibi görünenlerden bir tanesi diğerinin akılsızlığını anlatmak için “kafasının içinde patates püresi taşıdığını” ima eder.
Her iki romana da birçok şarkı, yazar katılır. Romanların ikisinde de genç erkek çocuğun hayalle/gerçek arası hikâyesi birçok soru işareti bırakarak biter.
Ben Murakami ya da Paul Auster’in birbirini taklit etmediği, her ikisinde başka/benzer sularda yüzdüğünü düşünüyorum. Ancak bu tarz romanları seven her okur için aralarındaki benzerliği izlemek ayrıca çok eğlencelidir.
Rastlantı:
“Yolculuk yok arkadaşıyla, dünya duygu ile” denirmiş Japonya’da. “Rastlantı, arkadaşlıklar, insanın duyguları için önemlidir” (sy.33) anlamına geliyormuş.
Yolculuk boyunca birbirine hiç benzemeyen karakterler hepsinin bir şekilde yolunun birleşmesi rastlantı ile açıklanır. Ancak bunu dedikten hemen sonra da; “İki insanın kol ağzı sürtmüşse bir nedeni vardır” atasözü romanın gidişatının değişeceğinin bilgisini verir. Bizim rastlantı diye nitelendirdiklerimiz aslında kaderin bir cilvesidir.
Bu da bir noktaya kadar kabul edilebilecekken Yunan Tragedya’larındaki koro gibi aslında kaderin ne olduğu sorgulanır.
Sembol:
Kafka Tamura Hoşino’ya Sahilde Kafka şiiri ile ilgili sorular sorarken; Hoşino mükemmel şiirin ne olduğunu izah etmeye çalışır:
“Sembol ve anlam birbirlerinden farklı şeylerdir. O herhalde anlam ve mantık gibi muğlâk aşamaları göz ardı edip şiirde olması gereken doğru sözleri elde etmeyi başarmış olmalı. Havada uçan kelebeği kanadından usulca yakalar gibi, sanki bir rüyadaki sözcükleri yakalar gibi. Sanatçı dediğin muğlâklığın üstesinden gelebilen insandır."
...
"Sembolik sözcükleri şiirsel olabilecek gibi kullanabilirsen, eh, şiir gibi durur." (sy.340)
Roman boyunca uçuşan sembolleri yakalamaya/anlamakla çalışmak son derece güçtü: Belki usulca tutmayı başaranlar varsa ne mutlu onlara.
Diğer bariz sembolleri zaten kendi bölümlerinde yer verdiğim için tekrar anlatmayacağım ama uçuşan kelebekler/bıraktığı izler, Saeki Hanım’ın koluna taktığı bilezik, kabın içindekiler, kaptan çıkıp gitme, Komura Kütüphanesi’ndeki Üzüm Yiyen Geyik tablosu, askerlerin taşıdığı silahlar da sembolik anlamları ile romana somut gerçeklik katmak için eklenmiş olmalı.
Bunlar “Sanırım bir şeyleri sembolize ediyordu. Sembolize ettiği şey belirli bir zaman, belirli bir yer olmalıydı.” (sy.311)
Taş:
Hoşino ve Nakata büyük bir azimle taşı arayıp bulmuş açıp kapatmıştır. Açıkçası giriş taşı ile ilgili bir sürü fikrim var ama keşke yanımda Harry Potter romanından Hermione Granger olsa idi, bana izah ederdi. Biliyorsunuzdur belki kendisi Felsefe Taşı’nın bulunmasında çok önemli bir rol oynamıştı. Hoşino gibi davranacağım. Hoşino Nakata’yı Şikoku’ya kadar götürdükten sonra sorar: “Peki şimdi ne yapıyoruz?” Nakata “giriş taşını bulması” gerektiğin söyler. Hoşino cevap verir:
“Hmm.. Kesin orada da uzun bir öykü bekliyordur bizi.” (sy.334)
Son olarak da anladığım iki evren arasındaki kapının açılması için bir kilit niteliğindedir. Şu an taş formundadır, ama her seferinde taş olması gerekmez. Taşın açılması bir takım tesadüfler –kader- değildir. Amaç diğer dünyaya –paralel evren/cennet/huzurlu ve zamansız insanlar dünyası...- girmeye çalışan şeytani varlığı yok edebilmektir.
Bir de “Mihenk Taşı” vardır:
“O büyük savaş, insanların bir daha asla geri dönmemek üzere yitip gitmeleri... Her şey artık uzak bir geçmişin bir parçası haline geldi. Günlük yaşamımızda düşünmemiz gereken birçok mesele, öğrenmemiz gereken yeni şeylerle karşılaşıyoruz. Yeni sistemler, yeni bilgiler, yeni teknolojiler, yeni sözcükler... Fakat bunlarla birlikte zihinden asla silinmeyen şeyler de var. Mihenk taşı gibi, içimizde varlığını sapasağlam korurlar.” (sy.136)
Uyku Rüya:
Yoksa her şey bir rüya mı? Bu sizin tercihiniz...
Yamanaşi İli xxx kasabasında çocukların başına gelen durum için akıllara gelen ilk önce “toplu uyku” olur. Bu varsayımın aksama noktası ise toplu uyku’yu sona erdiren şeyin ne olduğudur. “Fakat Yamanaşi İli’nde meydana gelen bu olayda, diğerlerinden farklı bir nokta var. O uykudan ya da bilinç kaybından sonra bir daha uyanamayan bir çocuk olması” (sy. 91)
Kafka Tamura evden ayrılıp yeni bir yaşama bşaladığında düşünür: “Düşünüyorum da, uzun zamandır hiç rüya görmemiştim.” (sy.63) Nakata’da o uzun uyku zamanında hiç rüya görmez: “Uyku halindeydi ama rüya görmüyordu.” (sy.92)
Setsuko Okamoçi Tastepe olayı öncesinde kocası ile ilgili bir rüya görür. Rüyasında defalarca kocası ile sevişir ve bunun artçı dalgaları uyandığında da devam eder.
Kafka Tamura’nın vücudu şiddetle uykuyu arzuladığı halde bilinci tüm canlılığını korur. Nakata ise bunun tam tersine görevini başarabilmek için uzun uzun uyamaya ihtiyaç duyar. Hoşino Nakata için “Pamuk Prenses” benzetmesi yapmak ister ama bunun ters olacağını düşünür.
Hoşino, rüyasında bacakları kıllı bir tanrının hakemlik yaptığını görür.
Kafka Tamura rüyasında Sakura’nın rüyasına girer. Zaten “Sorumluluk rüyalarda başlar değil mi? ” (sy 285)
Saeki Hanım rüyasında on beş yaşındaki haline döner ve Kendine Ait Oda’ya gider...
Romanın en kabul görmüş mantık yürütme şekli de; Kafka Tamura evden hiç ayrılmamış olduğu yönündedir. Karşısına çıkan karakterler, okuduğu kitaplardan rüyasına girmiştir. Bu yolculuk bir rüyadır.
Vicdani Ret /Savaş: -Varsayım Olarak Bahsediyorum Merak Etmeyin!-
Romanın uzun süre kaybolup, yaşlanmamış/yaşamamış bir şekilde Kafka Tamura’nın
Karşısına çıkıp ona gidiş ve dönüşünde eşlik eden askerlerin gerçekti-değildi, melekti-bekçi idi, rüya idi kısımlarını bir kenara bırakacak olursak; ben,, Sahilde Kafka’nın en dokunaklı kısımlarından birinde, çok acı gerçekle yüz yüze bıraktı:
İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki bir zamanda Japon ordusu, Sibirya’daki ormanlık bölgede Sovyet ordusu ile çatışma tatbikatı yapabilmek için Oşima’nın dedesinden sahip olduğu dağı kullanma izni almış. Askeri birlik günlerce ormanda tatbikat yapmış ve bir sayımda iki askerin eksik olduğu fark edilmiş. İkisi de yeni silah altına alınmış, acemi askerlermiş. Ordu geniş çaplı bir arama başlatmış olmasına rağmen bu iki asker bulunamamış.
Kafka Tamura üzerinden altmış yıldan fazla zaman geçtikten sonra bu ormanda ilerler ve ormana kendini göstermek ister hale geldiğinde, -labirentin daha üst level’larında iken- kendini çok çaresiz bir anda bu iki asker eski imparatorluk ordusu arazi kıyafetleri ile karşısına çıkar ve Kafka Tamura’ya askerden neden kaçtıklarını anlatırlar:
Uzun boylu olan, “biz askerden kaçtık” der. Asık suratlı olan “kaçtık demekten ziyade buldukları yeri rastlantı eseri buldukları bu yerde kaldık” demeyi tercih eder. Sağlam yapılı olan anlatmaya başlar:
“O halde kalsa idik, nasıl olsa yurtdışına cepheye gönderilecektik... Sonra da öldürecek, büyük olasılıkla ölecektik. İkimiz de öyle bir yere gitmek istemedik. Ben esasen çiftçiyim, bu da üniversiteden yeni mezun olmuştu. O da ben de cana kıymak istemediğimiz gibi, canımızdan da olmak istemiyorduk. Çok normal gerçi.” (sy.562)
Kısaca savaşa gitmek istemiyoruz demeleri mümkün olmadığından ve kaçabilecek bir yer olmadığından da orada kalmıştır.
İkisi de şu an “tesadüfen” açık olan girişi beklerken; savaşın tüm acımasızlığını ve bir ölçüde manasızlığı belirir. Kitabın daha önceki sayfalarında neden ısrarla o kadar savaşın anlatıldığı sorusu da bunu anlamamız için eklenmiştir.
Kafka Tamura kütüphaneden başka bir kitap çıkarır. Napolyon’un 1812 Rusya seferini anlatan bu kitapta 400.000 Fransız askerinin hiç bir somut anlamı olamayan büyük sefer neticesi öldükleri yazılıdır.
Kafka Tamura Napolyon’un savaşını, Japon askerlerin gitmek zorunda kaldıkları savaşları düşünmeye devam eder:
“İnsanlar neden savaşır acaba? Neden on binleri, yüz binleri bulan topluluklar halinde birbirlerini öldürürler? Bu savaşlar öfke yüzünden mi çıkar, korku yüzünden mi? Ya da, hem korku hem de öfke tek bir ruhun iki ayrı yönünden başka bir şey değil midir?” (sy.539)
Karga adlı delikanlı kendisinin iyice dinlenmesini ister:
“Savaş savaşın içinde gelişir. O, şiddet sonucu parçalanan etleri yiyerek büyür. Savaş bir tür bütünlüğü olan bir canlı gibidir.” (sy.540)
Johnny Walker da benzer bir mantıktan söz etmiştir: “Bu bir savaş. Savaş bir kere başladığında, durdurmak çok zor olur. Kılıçlar kınından çekilmişse eğer, kan akıtmak kaçınılmazdır. Bu anlamsız bir kural değil. Teori değil. Benim kaprisim hiç değil. Yalnızca önceden kesinleşmiş bir töre.” (sy.207)
Bu roman tek başına bile savaşın anlamsız olduğunu kanıtlamak için yazılmış bir kitap gibi de okunabilir: “Düşününce, bu âlemdeki kararların çoğu anlamsızdır.” (sy.200) zaten...
Woody Allen:
Evet biliyorum alfabemizde bu harf yok. Ancak Woody Allen’ı da anmadan edemedim. Her ne kadar Haruki Murakami’nin tarzının sinemadaki karşılığının David Lynch olduğu söylense -buna katılmamak mümkün değildir- ben Murakami ile Woody Allen arasındaki benzer tadı her kitabında daha da hissediyorum. Her ikisi de caz sever, giriş kapıları yardımı ile diğer dünya ile bu dünya arasındaki sınır açar, Yunan Tragedyalarını sıklıkla kullanır... Çok rahatlıkla Woody Allen filmlerinde Sahilde Kafka’nın Albay Sanders’i yer alabilir.
Whatever Works’de yaşça ve entelektüel düzeyde olgunluğa erişmiş bir dahi ile genç çok saf ve cahil bir kız bir takım tesadüfler sonucu -kaderin cilvesi- birlikte yaşamaya başlar. Dahi adam, genç kıza bir şeyler öğretmeye çalışır ve müzik setine Beethoven’in 5. Senfonisi’ni yerleştirir. Kıza, Beethoven’in 5.Senfonisi’nin tıpkı kaderin kapıyı çalması olduğunu anlatmayı dener ve banyoya gider. Senfoni ilerlerken birden kapı çalar.
İroni, metafor, kara delikler, Cassandra...
Yalnızlık / Özgürlük:
Romanın nerede ise her karakteri bir noktada yalnızlık, özgürlük hissini anlatmayı dener:
Setsuko Okamoçi: “Büyük bir yalnızlık hissi yaşadım. Hiçbir şeyle karşılaştırılması mümkün olmayan bir yalnızlıktı hissettiğim. Hiçbir şey düşünmeksizin, başka bir boyuta karışıp yok olup gitmeyi isteyecek halde idim.” (sy.27)
Kafka Tamura: “Oysa özgür olmanın ne anlam ifade ettiğini, henüz tam olarak anlayabilmiş değildim. Anlayabildiğim tek şey, artık yalnız olduğumdu. Yalnız ve bilmediğim bir yerde. Pusulasını ve haritasını kaybetmiş bir gezgin gibi. Özgür olmanın anlamı bu muydu acaba?” (sy.62) Fiziksel gelişimini tamamlamak için yaptığı spor “dünyanın en yalnız beden hareketleri” dir.
Saeki Hanım: “ Bir anlamda, evet. Yalnızdım. Tek başına değildim, ama müthiş yalnızdım. Neden dersen, o an olduğumdan daha mutlu olabilmemin mümkün olmadığını anladığım için. Bunu çok açık olarak biliyordum. O yüzden, o andaki halimle zamanın akışının olmadığı bir yere gitmek isterdim.” (sy.348)
Oşima: “Yalnızlığın bir çok farklı türleri olduğunu” söyler. Kafya Tamura’ya “Özgürlük sembolü olabilecek bir şeye sahip olmak, özgürlüğün kendisine sahip olmaktan daha önemli olabilir” (sy.438) der. Bu arada Oşima ciddi ciddi Amerika Birleşik Devletleri politikasını anlatmaya devam eder: “Bak Kafka, belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur. Arzuladıklarını sanıyorlardır sadece. Her şey bir ütopya. Eğer ellerine özgürlük geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. Bunu aklında tut. İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar... Nihayetinde bu dünyada, yüksek ve sağlam çitler inşa edebilen insanlar ayakta kalır.” (sy.439)
Zorbalık:
Her ne kadar kahramanlarımızın karşısına sürekli iyi kişiler çıksa, görevlerini başarmaları için her biri ayrı ayrı yardım etse –ki ben işte tam da bu kısmı gerçek üstü buldum- bile Murakami Zorbalık konusunda dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. Ayrıca bu güne kadar yapılmış zorbalıklara da gönderme yapar.
“Bay Nakata, zorbalığın hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu zorbalıktan kimse kaçamaz. Bunu lütfen unutmayınız. Ne kadar dikkatli olursanız olun yeterli olmayabilir. Bu insanlar için de kediler için de geçerlidir.” (sy.115)
Lütfen siz de dikkatli olun.
Sahilde Kafka Üzerine Haruki Murakami’ye Sorular(*)
S:Oedipus efsanesini yeniden anlatmak istemenize neden olan neydi? Sahilde Kafka’ya başlarken bunu planlamış mıydınız, yoksa yazarken mi ortaya çıktı?
S: “Postmodernizm” anlamını yitirmiş bir sözcük olmadan önce, Franz Kafka post nükleer, yeni binyıl dünyasıyla birlikte gelen bu özel soyutlanma durumunu araştırmıştı. Kahramanınıza onun ismini vermenizin nedeni, onu bu temalarda konuşturmak mıydı ya da başka nedenler var mıydı?
Vartan Paçacı (iletişim için: vartan@ornekelektrik.com)
1966 İstanbul Doğumlu
1989 M.Ü.G.S.F. Grafik Bölümünden mezuniyet
1991-1993 yılları arasında Macintosh Dünyası dergisi sanat yönetmenliği
1994 Naregatsi alternatif fantastik sanatlar galerisinin kurucularından (2007 yılına kadar proje koordinatörlüğü ve sanat yönetmenliği)
1995 II. Dünya savaşı konulu dokümanter sergi
1997 - 2005 yılları arasında yayıncılık sektöründe bağımsız tasarımcı, kaligraf ve illüstratör
2005 - 2007 Sarkis Paçacı karikatür albümlerinin proje koordinatörlüğü
2007 yılından itibaren yazı, kaligrafi ve tipografi dallarında öğretim görevliliği yapmaktadır.
Sevgili Gülda;
YanıtlaSilEh buraya da bir yorum yapayım dedim.
Kitaptan bir de Tolstoy'un "Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür" sözünü çok sevdim.
Sevgiler
Sevgili Gülda,
YanıtlaSilBenim için gri olan sonbahar rengini baharın canlı renklerine çevirdin.
Sunum, mekan, yemekler hepsi mükemmeldi.
Murakami'yi senin sayende tanıdım. Kitabı sürükleyici, dili çok akıcı buldum. Zaman zaman metaforların içinde kayboldum, bazı paragrafları dönüp tekrar okudum. Ama genel anlamda kitabı sevdim.
Keşke kitabı Haziran'da değil de, sunuma daha yakın bir zamanda okusaymışım. Şimdi vakit buldukça senin hazırladığın Sahilde Kafka ikinci kitabı okuyor, aklımdan uçanları yerine koyuyorum :)
Her şey için çok teşekkürler.
Sevgili Gülda,
YanıtlaSilYine en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir sunuma daha başarıyla imza attın.
Kehanette bulunurken ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini ve gölgelerimizin ya da gölgesizliğimizin neler ifade edebileceğini öğrendim, aşkın binbir hali, çeşidi olduğunu hatırladım bir kez daha (ama aşk hep var hep var -hep olsun daima olsun zaten) ve kedi avcılarının asla olmalarını diledim.
Umurbey'in yeni rose şarabı eşliğinde,dünyanın en uysal ve iyi huylu kedisi kucağımda mırıldanırken seni dinlemek ve öğrenmek çok büyük keyifti.
Eline sağlık!.
Aycan
Asıl ben çok teşekkür ederim. Sayenizde çok güzel bir akşam daha geçirdik.
YanıtlaSilKitabımın ilk baskısında bazı hatalar var, ikinci baskıda tümü düzeltilecektir, aceleye geldi:)
Bu arada benim en sevdiğim karakter Nakata oldu.
Sevgiler,
Gülda
Sevgili Gulda ,
YanıtlaSilbende 2-3 aydır dengeler zaman mekan karıştı biraz ama sunum gecenden yaklaşık bir hafta sonra-(çünkü bir daha kitap sunumlarının arasına 3 ay koymamak lazım :) aceleye!!! getirilmiş kitabını ancak bir haftada tamamlayabildim ve tamamlamadan yorum yazmak istememiştim ve de büyük keyif aldım ,2.baskıyı da bir gün yazmanı beklediğim kitab(lar)ını da aynı büyük keyifle okuyacağıma eminim)- bloga yorum bırakmış ve çok sıkılarak söylüyorum ki o gün bugündür bloga tek kelime yazmamıştım ancak geçen günlerin birinde kaçırdığım süreç için blogumuzu gözden geçirirken nasıl olduysa yorumumu da ekleyemediğimi gördüm :(
Tekrar yazıyorum ,çünkü yazmalıyım ;Her anlamda çok doyurucu ,bir akşamdı .Mekan seçimin ,atmosfer ,yemekler ,kıyafetin ,sunumun , tüm o ince detaylar...
;gözüm doydu ,karnım doydu ,ruhum doydu ama ben seni dinlemeye doyamadım .Hiç doymak ta istemiyorum :)
Magnetim buzdolabından bana bakarken, kupamdan içtiğim her çay ayrı bir tatlı geliyor,teşekkürler ...
pc.bu arada düşünüyorum da sanırım ben de en çok Nakata yı sevdim...
kitabı okadar çok severek aldım ki hala okuyamıyorum...
YanıtlaSilnasıl oldugunu bilmiyorum ama her gun kıtaplığımdan alıp bir kaç sayfa karıştırıyorum sonra yerine geri koyuyorum.
ya beklediğim kadar guzel değilse..ya okurken sıkılırsam diyemi mi artık düşünyürum ...bilmiyorum ama sizin yorumlarınızı bile tam okuyamadım :)
Başlayınız Dalp ve eğer severseniz
YanıtlaSilİmkansızın Şarkısı daha da güzel bir roman benim için.
İyi Okumalar,
Gülda
Beethoven ile iligili karakter yorumlarına boşuna yer verilmemiş. Koiçi'nin muazzam yeteneği ve bu yeteneğine hayret edilecek kadar ters düşen bozuk, kötücül, sevgiden uzak karakteri, ünlü bestecinin yüzyıllar sonraki yansıması...
YanıtlaSilVe rüyalar, o kadar çok rüyalara yer verilmiş ki, gerçek ile rüyanın hangi noktada birbirine yakınlaştığını, birbirinden uzaklaştığını kestirmek bir süre sonra zorlaşıyor, birinin rüyası başka yerde gerçekte olup biten başka birinin hayatına müdahale edebiliyor, zaten söylenmiş, giriş taşını açmak bir çok dengesizliklere neden oldu diye ..
Yazarın yapbozu rüyalarla ilgili açıklanamaz bölümlerde ya da "araf" dediğimiz bölgeye rüyalarımız aracılığı ile mi ulaşabiliyoruz sorusunu sordurmasında. Diğer yandan rüylar gerçekleştirmeyi özlediğimiz, istediğimiz hayallere yakınlaştırılıyor, şu bizlerin iradeli davranarak kendi gücümüzle gerçekleştirebileceğimiz hayallere..
Mistisizmi çok iyi özümsemek lazımmış meğerse ..
Yeri geldiğinde reenkarnasyonun varlığını da kabullenebilmek yapılacak en doğru şeymiş.
Yazar bariz kurallar koyuyor, eğer anlayabilmek istiyorsan varsayımlara bağlı kalıp aynı şeyi bir çok açıdan benzeterek yerine oturtmak zorundasın... Labirent deyince aklına sürekli bağırsakların gelecek gibisinden..
Doyurucu, harika bir incelemeydi. Çok teşekkürler.
YanıtlaSil