6 Haziran 2012 Çarşamba

FESTİVALLER...FESTİVALLER...

2011 yılının özellikle ikinci yarısından çok yorgun çıktık ruhen ve bedenen Gülda ile. Özellikle sağlık konuları başımızda tedirginlik yaratan bir bulut kümesi olarak dolandı durdu. 2011’in ilk yarısında gösterdiğimiz performansı 2012’de maalesef çok gösteremedik ama gene de festivallerden nasibimizi almak için didindik durduk. Film Festivali zamanı açıklandığında daha önceden planladığımız uzak bir diyara olan yolculuk nedeni ile ilk haftaya yoğunluk verdik ama benim katılamayacağım anlaşılınca da gidememenin yarattığı mutsuzlukla sonraki tarihler için konsantre olamadım bir türlü. Toparlandıktan sonra ise biletlerimi kaybettim!


31. İstanbul Film Festivali

Festivalin başlangıcında aynı gün üç filme arka arkaya gittik. İlki bir İran Filmi olan2011 Pusan Yeni Akımlar Ödülü, FIPRESCI Ödülü’nü kazanmış Morteza Farshbaf’ın YAS adlı filmiydi. Başrolleri paylaşan ve Kamran ve Şerare adlı kahramanları canlandıran Kiomars Gity, Sharareh Pasha’nın profesyonel olmamalarına rağmen oyunculukları başarılıydı.





Himayeleri altındaki yeğenlerini arabayla anne ve babasının cenazesine götürme süreçleri boyunca iletişimsizliğin yıllarını birlikte geçiren bir çift üzerinden ironik bir biçimde anlatan bir yol filmi olan Yas ilk uzun metrajlı bir film için gerçekten güzeldi. Ancak filmi ön sıralarda izleyen Ender çıkarken “beni araba tuttu, bu kadar önden izleyince dedi.


Bu filmden çıktıktan sonra soluğu Atlas Sineması’nda Alexander Sokurov ‘un yorumuyla FAUST’u izlemek için koşturduk. Filmin açılış sahnesi can alıcı “ruh nerede?” sorusuyla başladı ve diyalogların niteliği, görüntülerin eşsizliği ile devam etti. Bir nevi rüya gibiydi. Ancak aralıksız bir şekilde bu iki filmi izlemek bana biraz fazla geldi. Zira birini sindirmeden, düşünmeden hala kafamın bir yerinde önceki filmin görüntüleri dönenirken Faust gibi bir filme odaklanmak beni çok yordu.





Bu nedenle de filmi bir kere de sakin ve tek başına izlemek istediğime karar verdim. İtiraf ediyorum ki film sona erdiğinde Gülda’ya eğilip “ Benim bir Steven Segal filmine ihtiyacım var “dedim.


Bu çağrıma Endonezya’lı yönetmen Gareth Evans BASKIN adlı filmi ile cevap verdi.2011 yılında Toronto’da Halkın Seçimi ile Geceyarısı Çılgınlığı Ödülü’nü alan film bence yılın en iyisi midir ona karar veremedim ama en kanlı, en hareketli, en kalifiye tekniklerin uygulandığı bir dövüş filmi olduğu kesindi ve o an ruhuma çok iyi geldi.




Başrollerdeki Iko Uwais ve Endonezya judo şampiyonu Joe Taslim’in iyi olabilir ama filmin dövüş koreografı olan Yayan Ruhian’ın alkışı ayrıca hak ettiğini düşünüyorum. Filmin sonlarına doğru iki kardeşi oynayan Taslim ve Uwais’in Ruhian ile yaptığı dövüşün sonunda Ruhian’ın yere yığılması ile salonda alkışlar yükseldi. Gülda dehşetle aldığım zevk nedeni ile beni seyrederken ben çok eğlendim.




Bu üçlemenin ardından Marlon Rivera’nın çektiği bir Filipin filmi olan ve hırslı, yetenekli ve eğitimli üç genç sinemacının ellerinde bulunan ve çok güvendikleri hikayeyi geliştirmeleri ve film yapma maceralarını mizahi bir dilde anlatan BOK ÇUKURUNDAKİ KADIN beni güldüren bir film oldu. Filmde başrollerden birini üstlenen ve bir nevi kendini oynayan Eugene Domingo’nun oyunculuğu da abartılmış bir karakterin nasıl abartılmadan canlandırılabileceğine güzel bir örnek teşkil ediyordu.




Bu fimlerin ardından tek başıma izlediğim Nefes, Cinnet ve Kopma diğer filmler oldu. Yönetmen Karl Markovics tarafından yönetilen ve Avusturya’nın bu yılki Oscar adayı olan NEFES Islahevinden yeni çıkmış ve iş arayan Roman’ın morgda çalışmaya karar vermesi ile kendisi ile, yaşamak ve hayatta kalmak ile yüzleşmesini anlatan Nefes bir ilk film için gerçekten çok başarılıydı. Oyuncu Thomas Schubert,’in oyunculuğu, abartısız canlandırması, diyalogların neredeyse hiç olmadığı sahnelerde dış dünya ile bağ kurmak konusundaki tedirginliği yansıtması etkileyiciydi.




Avusturyalı ünlü yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in çektiği ve Nabokov’un eserinden yol çıkılarak yapılan CİNNET filmi hala eski etkileyiciliğini koruması açısından takdire şayan bir film olarak not ettikten sonra yukarıdaki listemde beni en çok etkileyen filme gelirsek o da KOPMA oldu.




Yönetmen Tony Kaye tarafından filme alınan ve başrollerinde Adrien Brody, Marcia Gay Hayden ve James Caan’ın yer aldığı Kopma vekil öğretmen olarak kötü durumdaki bir devlet okuluna atanan öğretmen Henry Barthes’in gözünden anlatılan ama klasik bir biçimde kahraman öğretmen gelir ve her şeyi yoluna koyar izleğinden başarıyla sıyrılmış ve Adrien Brody ‘nin oyunculuğu ile şahlanan bir film.




Seyrettiğim filmler arasında en son sırada ARIRANG vardı. Güney Koreli ünlü yönetmen: Kim Ki-Duk tarafından çekilen ve Kim Ki Duk’un kendisi ile, sanatı ile yüzleşmesini, hesaplaşmasını, hayata bakışını yeniden gözden geçirişini anlatan ARIRANG; fikir olarak, içindeki söylemler, sanata ironik yüklü bir bakış açısı ile değerlendiren öğeler barındırması açısından çok başarılı bulduğum, ironisi yerinde ve iyi kotarılmış yanları olan bir film. Ancak film biraz daha kısa olabilirdi ve -film içinde anlamı olsa da- Ki-Duk’un kötü sayılabilecek bir sesle ve bağırarak Kore halk şarkısı olan Arirang’ı sürekli söylemesi belki biz seyicilerin kulaklarını zaman zaman tıkamasına engel olabilirdi.



Biletlerimi kaybettiğimi sandığım ancak iki hafta sonra kitaplarımı toparlarken bulduğum filmler ise çok gitmek istediğim SEZAR ÖLMELİ ve GEORGE HARRISON idi. Sezar Ölmeli’nin iyi olduğunu duydum, mutlaka izleyin derim.

18. İstanbul Tiyatro Festivali

Tiyatro Festivali programı açıklandığı ve program elime geçtiğinde ilk başta ne seçeceğime karar verememiştim. Gülda’ya ilk gönderdiğim listede ise seçtiğim oyunların hepsi yerel oyunlardı. Sonra bir daha , bir daha baktım seçecek bir tek KAFKA’nın MAYMUNU ile HAMLET’i işaretleyip Gülda’dan yardım istedim. Mutlaka seyretmek istediğim ELİN ELİMDE' ye Cüneyt Türel’e bir şey olmadan son kez seyredeyim düşüncesi ile bilet aldım ve bilet acı bir hatıra olarak elimde kaldı. Bu listeye Gülda ORFEO ve GERGEDAN’ı ekledi ve bu festivalin ardından Müzik Festivali geldiği için bu kadarla kesmeye karar verdim.

Hamlet , Thomas Ostermeir’in rejisinde sahneye konulan bildiğimiz(en azından benim bilebildiğim) sahneye konulmuş Hamlet’lerden epey farklı, kışkırtıcı bir yoruma sahip bir oyundu. Açıkçası biraz daha kısa olması sona doğru dağılmamı engelleyebilirdi diye düşündüm oyun bitince.



Geniş bir alanı kaplayan toprak ve arka zeminde uzun bir ziyafet masası ve önünde tül bir perde ile tasarlanmış olan sahnede ilk olarak Kral’ın defin sahnesi ile karşılaşıyorsunuz oyunun başında. Traji komik bir şekilde bir türlü çukura girmeyen tabut ve ardından Kraliçe’nin ve diğer erkanın düşüp çamura bulanmaları çok simgesel anlamlar içermesi açısından çok etkileyici bulduğum anlardan birisi oldu.




Asıl oyundaki yirmi karakterin altı oyuncu tarafından oynanması, sahnede zaman zaman tekno müzik eşliğinde prens Hamlet’in “olmak ya da olmamak” tiradını yinelemesi, elinde bir video kamera ile sanki hayata, kişilere dair kaçırdıklarını, yüzlerin, sözlerin arkasında gizlenen anlamları bulmak istercesine sürekli kaydetmesi, kamerayı yakınlaştırıp uzaklaştırması, boşroldeki oyuncau Lars Eidinger ve hem Kraliçe’yi hem de Ophelia’yı oynayan Judith Rosmeir’in oyunculuğu, Rosmeir’in Ophelia’ya dönüşümünün adeta Exorcist filmindeki dönüşümü hatırlatması beni etkileyen hususların başlıcaları oldu.





Kafka’nın Maymunu Kafka’nın Bir Akademi İçin Bir Rapor adlı kısa öyküsünden uyarlanmış ve Walter Meierjohann tarafından rejisi yapılmış bir oyun. Bir saat boyunca Kathryn Hunter tarafından oynanan oyunda Hunter’ın oyunculuğuna, vücudunun esnekliğine ve bedeninin maymun diline şapka çıkarttık.Hayatta kalabilmek ve anlamı kendisi için biraz çarpıtılmış olsa da özgür kalabilmek/olabilmek için insana dönüşmeyi/benzemeyi hedef edinen ama gene de özü ile dönüştüğü “şey” arasında yalnızlığa itilmiş maymun insan Kırmızı Peter’ın öyküsü yoğun ama etkileyici idi.




Orfeo’ya gelince; oyundan çıktığımda yaratıcı ve hoş anlar yakalamış olsam da belden aşağısı felçli dansçı Lucas Patuelli’ye hayranlık duysam da açıkçası gitmeseymişim bir şey kaybetmeyeceğim nitelikte bir oyun olduğunu söyleyebilirim.Théâtre National de Chaillot tarafından sahnelenen oyunda ben gerçekten Yunan mitolojisinden bildiğimiz Orfeo hikayesinin bir yorumu ile karşılaşacağımı zannederken opera, bale ve akrobatların sahne aldığı, Monteverdi, Philipp Glass gibi bestecilerin eserlerinin çalındığı ve çok güzel sesli sopranoların yer aldığı ve arka planda Bruegel, Rubens ve Picasso gibi ressamlardan esinlenen video projeksiyonunun da –bazen dansçılara odaklanmamı engelledi- olduğu karma bir çalışmaydı ve ben esas hikayenin izlerini kimler ve neler temsil ediyor, nereyi kaçırdım diye dikkat kesilmekten sıkıldım ve arada bir anlatıcının Fransızca sözlerinin de çevrilmemesinin getirdiği şaşkınlıkla oyunun sonunu zor getirdim.




40. İstanbul Müzik Festivali


Açılışına katılamadığımız Müzik Festivali’ni Gülda ile geçtiğimiz Cuma akşamı VİYANA-BERLİN ODA ORKESTRASI & ANNE-SOPHIE MUTTER konseri ile yaptık. Laf aramızda kızımın yıl sonu gösterisine gitmedim Mutter’i dinleyeceğim diye. Yıllar sonra kızımın da bana hak vereceğine eminim.




Programında Mozart’ın eserlerine yer veren Mutter,ayrıca Wolfgang Rihm adlı bestecinin Lichtes Spiel adlı eserini de yorumladı ki; tüm duygu iniş ve çıkışlarını veren, zaman zaman tedirginlik yaratan bir eserdi. Naçizane bulunuz, dinleyiniz ve dinlettiriniz derim. Bu arada bazı İKSV üye seyircilerinin Mutter’i hiç beğenmediğini öğrenmemiz Gülda ve beni epey şaşırttı.

Haberler ve izlenimler devam edecek…
Sevgiler
Billur

3 yorum:

danzon dedi ki...

merhaba billur hanım,
gerek sizin gerek gülda hanımın yazılarınızı özlemiştim. seyrekleşmişlerdi. merak da etmiştim. geçmiş olsun. umarım her şey yoluna girmiştir..
gelenekselleşme yolunda giden caz festivali öneri yazınızı bekliyorum :)
sevgiler..

Bilgen dedi ki...

Billurcum,
Vallahi tebrik ve gıpta ediyorum demek istiyorum. Ne kadar güzel organize oluyor ve ne kadar güzel seyler izliyorsunuz...ben de yazdiklarinizi okumaktan büyük keyif alıyorum...paylaşımlar için teşekkürler
Sevgiler
Bilgen

Ayşe'nin Kitap Kulübü dedi ki...

Sevgili Danzon;

Çok teşekkür ederiz. Şimdilik her şey yolunda...
sevgiler
billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails