23 Ağustos 2013 Cuma

KALAN - Leyla Erbil



 
Kendini bir yazara bu kadar yakın hissedip, kendini ondan bu kadar uzak tutmak kelimelerle ifade edilebilecek gibi değil.
Belki de hayatta bastıramadığım şekilde duyduğum çok az pişmanlıklarımdan biridir.

Siz buna görememek, farkında olamamak, hissedememek, göz ardı etmek deyin, ne derseniz deyin. Ben buna düpedüz salaklık diyorum. Düşüncede olgunlaşmamışlık…

Bizim okul mu bu konuda eksikti, toprağı bol olsun, edebiyat öğretmenlerimiz mi fazla lâkayıttı bilemiyorum, ama sanki bizler Türk edebiyatçılarımızı yeterince tanımadık. Türk Edebiyatı bize yeterince sevdirilmedi.  Ya da ben düşüncede olgunlaşmamışlığımla Türk Edebiyatını görmezden geldim.
Leyla Erbil’in yeğenleri ile sekiz sene aynı okulu, hatta biri ile aynı sırayı paylaştım. Bir buçuk sene kızı ile aynı ofis atmosferini soludum, kimi zaman sıkıntılı, kimi zaman neşeli toplantı odalarında karşılıklı oturdum. Bir kere de elime bir Leyla Erbil kitabı alıp da okuyayım, bakayım yakın arkadaşlarımın  teyzesi, patronumun annesi nasıl yazıyormuş diye merak etmedim. Belki de benim merak merkezim o yıllarda işlevini tam ifa edemiyordu.

Yazıyı okuyunca Leyla Erbil’i okumaya başlamak için Kalan’ı değil de bir başka kitabını -isim vererek- okusaydın diyebilirsiniz, ama Kalan benim için yanlış bir kitap değildi. Belki de yıllar öncesinden ona karşı duyduğum yakınlık hissine rağmen ondan bunca uzak kalmamın pişmanlığıdır bunun sebebi. Belki de Leyla Erbil’in alışılmışın dışında, noktalamaları kullanımıyla alâkalı veya belki de onun şiir tadındaki yazımından kaynaklı olabilir.
 
Irmak Zileli’nin Leyla Erbil ile yaptığı bir söyleşide imlâ kuralları ile ilgili şöyle söylüyor değerli yazarımız;

“imla kurallarını bozmamın düşünsel içeriğinde, ele aldığım sakatlanmış insanların normal (!) insanlar için konulmuş işaretlemelere sığmayan halleri yatıyor.”
Bir başkaldırı… sesini yükseltme… belli düzenleri, zorunluluklar yüzünden kendi hayatlarına adapte edemeyen insanların düzene karşı tavrı…

Kozmopolit İstanbul’un Rum, Ermeni, Müslüman ayrımı yapılmadan kardeşçe, sevgiyle yaşandığı semtlerinden birinde çocukluğunu, genç kızlığını coşkulu Farandola danslarıyla geçiriyor Lahzen. Ablası, annesi ve annesinin sevgilisiyle yaşıyor. Onu dostlarından ayıran 6-7 Eylül, Dersim, Ermeni Katliamı gibi yakın tarihimizin yüz kızartan olayları ile yaralı bir yetişkin haline gelen Lahzen’in hayatını süzgeçten geçirdiğini, çocukluğuna inip hayatını sorguladığını anlatıyor Erbil kitabında.
“…tıka basa şüpheyle doldurulmuş kuyudan çıkmak için, / çocukluğa / daha da dibe / toprağın altına inip binip göreceğim.”

Leyla Erbil’in kitabı kaleme aldığı 80’li yaşlarında beyninin çalışma hızını kitabının satırlarında bile takip etmekte zorlanırken hayranlık duymamak mümkün değil.
Beyin jimnastiği oldu bu okuma. Aynı hızla görmeye, düşünmeye başladığımı fark ettim. Bana heyecan verdi. Çünkü bir sürü şeyi peş peşe hızla görüp, gördüklerinle ilgili beyninde düşünceler fırıl fırıl dönerken, aslında hayatta görecek, düşünecek, söyleyecek ne çok şey olduğunun farkına varıyorsun.

 

''ve  bir gün çat diye kapı vurulsa,,,içeriye şişman, mavi gözlü, kocaman kalçalı bir kadın girse,,, ben rosa tanımadın mı beni lahzen diye kucaklasa beni,,, ağlaşsak,,, artık buraya döndüm dese,,, kahkahalar atarak kadeh kaldırsak,,, lahzen ne güzel gülüyorsun dese bana zeyyat,,, sonra rosa'ya hadi zeyyat'a farandola öğretelim, unutmadın değil mi desem,,, hiç unutur muyum dese o da,,, böylece sonuna kadar üçümüz bir arada onun gelmesini beklesek,,, kimin dese rosa,,, devrimin desem,,, devrim mi!? diye şaşsa,,, hala mı dese,,, evet hala desem,,, öyle ise bir şeyler yapmaya başlamalıyız dese rosa,,, olur yaparız değil mi zeyyat desem,,, elbette yaparız ölmedik ya dese...''
Babası sık sık gemiyle çıkan, annesinin, üç kız çocuğu üzerinde disiplin kurabilmek için sıkı kurallarla büyütmeye çalıştığı bir evde yetişen Leyla Erbil’in hayat üzerindeki ısrarcılığını, güçlü duruşunun temellerini oluşturmuş belli ki.

Ve belli ki o çok sevdiğim Hasretinden Prangalar Eskittim şiirini, Leylim diye seslendiği Leyla Erbil’e ithaf eden Ahmed Arif de bu güçlü kadına aşkını mektuplarında defalarca dile getirmiş.

15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim... Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu.
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki...”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri... Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum.
Yarı parçan
Leyla Erbil son romanı “Tuhaf Bir Erkek”i bitirdikten sonra, Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’ın da izniyle bu mektupları yayımlamaya karar vermiş. Kendisinin göremediği kitabı heyecanla bekliyorum.

Peyman

 

 

 

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails