18 Temmuz 2012 Çarşamba

TONY BENNETT



Bütün yıla dağılan her türden müzik etkinliğini, sınırları içinde yaşadığım bu şehrin enerjisine, canlılığına, kozmopolit yapısına çok yakıştırıyorum.

Caz dinlemek ise bir başka güzel oluyor bu şehirde.

Belki de şehrin dünya üzerindeki yegâne coğrafi özelliğini hatırlattığı, böylelikle özel ve aslında çok güzel bir şehirde yaşadığımız bilincini uyandırdığı, belki zaman zaman ondan uzaklaşmamıza yol açan keşmekeşini, düzensizliğini, farklı kültürlerin bir arada olmasının verdiği serkeşliği bembeyaz bir karın toprak anayı örtmesi gibi tüm olumsuzlukları örtüp unutturduğu için…

Bu şehrin yıldızlı akşamlarına çok yakıştığı için…

Mistik atmosferini bir yağdanlıktan taşan rayihalar eşliğinde bize taşıdığı için…

Caz üstatlarından Tony Bennett’ı bu yıldızlı akşamlardan birinde dünya gözüyle izlemek ise duyguların en şâşalısıydı.

Sicilyalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında New York City’de dünyaya gelmiş bu güler yüzlü sanatçının parçaları “gülümseme”nin evrensel nimetinden faydalanmayı kendine ilke edindiğini anlatırcasına yorumlaması kendine has bir hava katmıştı.

Asıl adı Anthony Dominick Benedetto olan sanatçıya Tony Bennett adının Bob Hope tarafından verildiğini açıklayan sanatçının seyirci ile sıcak bir iletişim kurması, onun 86 yaşındaki ihtiyar sevimli delikanlı tavrını gözler önüne seriyordu.

Birbirinden güzel şarkılarla bizi bambaşka bir dünyaya savurdu.

Tony Bennett’ı seyrederken caza gönlünü vermiş erkeklerin tavırlarında bir asalet, nezaket, centilmenlik saklı olduğunu düşündüm. Sanki şarkıların o güzel sözlerindeki naiflik, onları icra eden sanatçılarla bir bütün olmuş, rolünü çok iyi taşıyan, canlandırdığı karakterle bütünleşen bir aktör edası hissettim.



Koyu renk pantalonu, mavi gömleği ve ekru ceketi içinde bir İtalyan şıklığı ve zarifliğindeydi. Aslında bu sadece giyim tarzıyla üzerine yerleşmiş bir zarafet değildi. 10 yaşındayken kaybettiği babasının sanatla, edebiyatla dopdolu yetiştirdiği küçük Anthony Dominick Benedetto’nun edindiği yaşam tarzıydı.

Müzikle büyüyen çocukların genetik zenginlikleri kendinde barındırmasına bir örnek olarak tanıdığımız genç sanatçı Antonia Bennett’ın ise asla gün içinde dinlemeyi tercih edeceğim yeni nesil caz sanatçılarından olamayacağına karar verdim. Sesi ve yorumu beni hiç etkilemedi. Bir dinleyici olarak şarkı söylerken benim odak noktam olamadı. Tek sempatik bulduğum, babası ile yaptıkları düette dans etmeleriydi. Mini gösteriyi seyredilir kılan da bence Tony Bennett’ın babacan tavırlarıydı.

Orkestradan da söz etmeden geçemeyeceğim. Hepsi birbirinden başarılı, tahminimce 60 yaşın üzerindeki piyanist, gitarist, baterist ve kontrbasçının yaşlarına rağmen sergiledikleri performans büyük alkış aldı. Hissederek, aşkla, tutkuyla çaldılar bütün gece.

Hiç bitmesin istedik. Sahneden ayrıldığında alkış tuttuk. Lütfen bir daha diye tezahürat yaptık.

Hatta istedim ki Tony Bennett sabaha kadar şarkı söylesin, beni aya, yıldızlara uçursun, bir zamanlar yaşadığım aşkları yeniden hatırlatsın, kalbimi bıraktığım diyarları getirsin gözümün önüne...o güzel şarkı sözleriyle kalbime dokunsun.



Peyman

13 Temmuz 2012 Cuma

Antony& the Johnsons ve Filarmonia İstanbul Konseri



ÜÇ/DÜŞ(ÜŞ)

"Bir kuşum. Uçuyorum. Boşlukta süzülmekten duyduğum mutluluktan soluğum tıkanacak gibi.”

Antony Hegarty ile Leonard Cohen’in I’m Your Man belgeselinde izlediğim “If It Be Your Will” yorumuyla tanıştım. Cohen ile karşılaştırmak istemem ama ben bu şarkıyı en çok Antony’den dinlemeyi seviyorum. Sanki o söylesin diye yazılmış sözleri. Antony and the Johnsons ile o gündür çok güçlü bir bağım var. Caz Festivali kapsamında 2007 yılında İstanbul’a geldiklerinde, o zaman için bile son derece manasız bir sebeple gidememiştim konsere. Hâlâ içlenirim. Arkadaşlarım anlatır bazan Şan Tiyatrosu’nda yaşananları. Sadece onların bildiği ve bir daha kimsenin hissedemeyeceği bir bilgelikle suskunlaşır sohbetin sonu. Ben de Antony’i dinlerim. Onun ses verdiği dinginliğe ulaşmayı denerim. Kendimi kapatırım dış seslere.



“Soluğum tutunana değin yükseliyorum. Sonra yeniden bir pike. Pike… kendini bırakmak demek. Kanat çırpmadan. Havadan ağır olan bedenin, yeryüzüne doğru süzülüşü.”

Filarmonia İstanbul üyeleri beyaz giysileriyle çıktılar sahneye. Hızla yerlerine oturdular. Sonra Antony geldi. Kuzgundan daha da karaydı kostümü. Bir kuştu... Sahneye değen çıplak ayakları uçmasını zor zapt ediyor gibiydi. Üzerine giydiği uçuşan pelerin kanatları olmuştu. “Vurulduk ey halkım, unutma bizi,” diye konsere başladı. Onun kanatlarına tutunmak istedim.



“Bu süzülüşte, göl kıyısındaki kamışların ardında bir avcı görüyorum. İki kanat çırpışı… yeniden havalanıyorum. Ama o ne, bir patlama ve göğsümde bir acı. Dengemi yitiriyorum. Güçsüz kanatlarım çırptıkça dayanılmaz bir acı veriyor. Yükselme çabalarım boşuna. Boşlukta yalpalayarak düşüyorum.”

Bu sene Caz Festivali’nde izleyeceğim konserler ile ilgili yazı yazmadım. Yazamadım. Biletlerini erkenden almama rağmen, geçtiğimiz yıllarda hissettiğim heyecanını duyamıyorum artık. Çoktan bir korku oturmuş yüreğime. Geçen sene, Javier Limon’un Mujeres de Agua (Suyun Kadınları) konserini unut(tur)mam mümkün değil. O konserde Aynur’a şişe, minder attı seyirci. Aynur, türlü hakaretlere maruz kaldı ve ayrılmak zorunda kaldı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi göbek attı seyirci. Şenlenirici bir klarnet eşlik etti her birine. İçimden bir şey koptu geçen sene! Zaten çok güç dizginlediğim bir şeydi. On sekizinde bıraktım ben festivali. Artık izlediğim her konser, “Bakalım şimdi ne olacak?” tedirginliğiyle geçiyor. Bu düşüncemden utanıyorum ama, “Keşke Açıkhava/mekân dolmasa,” diyorum artık.



Daha ne kadar kötü olabilir ki aslında! Olmuyor mu? Gün geçtikçe daha da yüzeye çıkan anlayışsız, ötekileştiren, fütursuz, üsten bakan, kendine bezemeyen kimseyi kabul etmeyen, son derece kaba bir topluluğa dönüşüyor Caz Festivali izleyicisi de. Bilhassa kendi kuşağım. Bu festival başladığında yirmili yaşlarında olanları. Beraberce Joan Baez, Miles Davis, Paco de Lucia, Mercedes Sosa ve nicesini izlediklerim. Hani Mcdonalds’ın pahalı, konser biletlerinin nispeten ucuz olduğu dönemde genç olanlar! Şimdi, çoğu birer avcı.

“Yerden birkaç metre yükseklikte, ağaç gövdeleriyle çalılar arasında, bocalıyorum. Düşme, diyorum kendime. Düşersen bitiktir sonun. Bir köpek gelir ve çıkmamış canını çıkarır. Düşmemek için çabalıyorum. Havalanmak, yükselmek için acıyla kanat çırptığımda, çok az, çok çok az yükselebiliyorum. Bu arada, içimden bir ses, bana olağanüstü bir kuş olduğumu, canımı verdiğimde (kime vereceğim canımı, köpeğe mi, insana mı?) küllerimden yeni bir kuşun doğacağını söylüyor. Küllerimden… Yeni bir kuş…”

Yine de oradayım. Bir koltuğa sabitlenmişim. Antony’nin süzülüşünü dinliyorum. Onun hüzünlü, pürüzlü, kırılgan ve tüy ağırlığındaki sesiyle yenilenmeyi diliyorum. Sağdan, soldan, arkadan flashlar patlıyor. Biraz ötede birileri bağırıyor. Seslerin bazıları güzel değil, alaycı. Her, “Yeah,” müstehzi gülüşmelere dönüşüyor. Siniyorum. “Düşmeyeceğim,” diyorum kendime.

“İkinci düşümde bir avcıyım.

Havada bir kuş. O güne değin görmediğim büyüklükte ve güzellikte. Tavus mu desem, Anka mı? Bilmiyorum. Ne avladım böylesini, ne de avlanmışını gördüm.

Çiftenin namlusu yere çevrili, bir süre uzun bir süre seyrediyorum bu kuşun havada süzülüşünü. Tek başına. Sanki uçuşun tadını çıkarıyor. Sonunda avcılık ağır basıyor. Çiftenin namlusunu, yavaş yavaş, yerden havaya kaldırıyorum. Elimde olmadan (sanki) nişan alıyorum. Ve çekiyorum tetiği.”


Antony şarkıları söylemeye devam etti. Arada beş yılda nelerin değiştiğini merak etti. Hükümetten memnun değildik, ülkedeki kadınların durumu vahimdi, eşcinsellerin de. Sordu, içimizi döktük. Kimse sormuyordu bunları bize. Ritmi acıyla kaplı bir müziğe dönüştü konuşmalar. Cut The World başlığı taşıyan konserde Marina Abramovich’in sanatı için çektiği acıları dile getirdi. Yaşadığım en güzel serüvenlerden birini yaşarken, seyircilerden biri nişan aldı “Müzik” diye bağırdı.

“Üçüncü düşümde bir köpek olarak görüyorum kendimi. Bir av köpeği. Sıska, uzun düşünceli, dikkatli, burnu yerde bir av köpeği olarak.
...
Yere, avcının ayakları dibine (eğitim gereği) çöküyorum. Çöker çökmez de bir patlama sesiyle kendime gelip koşmaya başlıyorum. Boşlukta kanat çırpan çaresiz kuşun düşeceğini kestirdiğim yere doğru. Kuş, düşmemek için tüm gücünü kullanıyor. Ama kanat çırpışları güçsüz. Kötü bir avcıya eşlik ettiğimi anlıyorum. Üst üste iki atış ve kuş ölmemiş. Ölecek, ama havada değil. Belli ki ağır yaralı.”


Antony “Konuşmak da müziktir, bunu biliyor muydunuz?” diye cevap verdi. O sırada kalbim tekrar tekrar kırıldı.

“Uyanıyorum.

Bir avcı

bir kuş

bir köpek olarak

ve—“


Eve döndüğümde Ferit Edgü’nün Üç/Düş(üş) öyküsünü tekrar okuyup, rüyaya dalmayı bekledim. Bir kabusa uyanacağımı bilerek.

Gülda

11 Temmuz 2012 Çarşamba

19. İSTANBUL CAZ FESTİVALİ’NDEN İZLENİMLER I

05 Temmuz 2012 Marcus Miller & Friends İstanbul Project Konseri

Bu konser benim için - eminim bu konsere gitmiş olanlar için de- hiçbir şekilde S.M.V konserinin yerini tutacak ve onunla kıyaslanmayacak bir konserdi ancak Marcus Miller eline oyuncak gitar alıp çıksa her konserine gideceğim için tahmin edeceğiniz üzere 5 Temmuz gecesi de Açık Hava’daydım. Öncelikle Marcus Miller için sonra da Burhan Öcal’ı, Okay Temiz’i ve İmer Demirer’i aynı sahnede izleyip dinleyebilmek için.



Sahnenin her manada en renkli siması kuşkusuz Okay Temiz idi; sarı fosforlu işçi tulumu , çizgili tişörtü ve mavi gözlüğünün yanı sıra konserin ilk yarısında çaldığı bimbau ve ikinci yarısında ne olduğuna karar veremediğim ama kendisinin üretimi olduğundan emin olduğum değişik bir trampetten bozma küçük davula yakın aletle yaptığı doğaçlamalar ve Marcus Miller’in basıyla yaptığı atışmalar en eğlenceli anlardandı.



Konser boyunca hayranlık duyduğum ve geç dinlemeye başlamış olduğum için hayıflandığım bir müzisyen ,bir trompet ustası İmer Demirer oldu. Sahnede solo performanslarından birini Emin Fındıkoğlu’nun Love Song ile yapan Demirer özellikle, “ben de elime alsam üflerim işte” biçiminde dinleyenlere ve izleyenlerin boş hayallere kapılmasını sağlayan saksofoncu Alex Hanve ile zaman zaman yaptıkları sololar ruhumu temizledi.




Konserde kendisinin yabancı uyruklu bir gitarist olduğunu düşündüğüm ancak Marcus Miller ile karşılıklı veya tek başına solo yaptığı anlarda gitarının tınısında kulağa çok tanıdık sesler ve adeta “bizim memleketin” havalarını yakaladığım tonlar çıkaran gitaristin konser sonunda Bilal Karaman isimli bir şahsiyet olduğunu öğrendim. Konserden eve döndüğümde biraz internette gezinince "Bahane" adlı bir albümü olduğunu keşfettim ki tavsiye ediyorum.



Konserin herkes için ilgi çekici olduğunu düşündüğüm ve merakla beklenen ismi ise Hüsnü Şenlendirici idi. İkinci defa bir konserde dinlediğim Şenlendirici’nin klarnete hâkim oluşunu ve yorumunu beğenmediğimi söyleyemeyeceğim ki Marcus Miller da kendisini bu projeye dâhil etmezdi aksi bir durum olsa. Ancak sahnedeki bir iki tavrı ve Marcus Miller solosunu atarken ellerini Hülya Avşar vari bir biçimde hareket ettirmesi kendisinin müzisyenliğini savunmama rağmen benim de sonunda kendisini itici bulmama neden oldu! Ama bunu Gülda’ya itiraf etmedim.




Konserin en can alıcı noktası Marcus Miller’ın bas klarneti eline alıp When I Fall in Love ile giriş yapmasının ardından Şenlendirici’nin sahneye giriş yapıp şarkının sonunda İstanbul İstanbul Olalı adlı Sezen Aksu bestesine girmesi oldu. Şenlendirici’nin neredeyse Miller ile duygusal bir yakınlık içine girmesine yol açan bu düet’in ardından Blast ve Come Together ile sona eren konserin bitiminde “Marcus Miller ile ne yapsam da tanışsam?” sorusu kafamda kendisinin adının ilk duyduğum TUTU albümü aklımda mekânı terk ettim.

*** Yukarıdaki fotoğraflar Cazkolik.com adlı siteden alınmış olup,fotoğraflar Leyla Diana Gücük'e aittir.


09 Temmuz 2012 Antony & the Johnsons- Filarmonia İstanbul Konseri

Antony Hegarty bundan tam beş yıl önce İstanbul’a konsere geldiğinde Gülda ile gidememiştik ve gidenlerin ballandıra ballandıra anlatması ile bu konser Pişmanlık Listemizin baş sıralarında yer almıştı. Herkes müziğinin, dinleyici ile olan iletişiminin sıcaklığından, kendisinin duyarlı ve kırılgan kişiliğinden bahsetmişti.

[****]

Tüm bunların ardından Antony & the Johnsons ben de büyük bir merak uyandırmıştı. 2005 yılında Lou Reed, Rufus Wainwright ve Boy George’un kendisine eşlik ettiği I am a Bird Now adlı albümünü evirip çevirip dinlemiştim ancak daha sonra kendisine gereken ilgiyi gösteremedim.

09 Temmuz 2012 gecesinde Açık Hava’da gerçekleşen konserine de hem beş yıl önceki konserin herkes de bıraktığı izlenimi ve duyguyu yaşamak için hem de Cut the World” konserinde bugüne kadar yayımlanmış dört albümünden seçme şarkılarının Nico Muhly, Rob Moose ve Maxim Moston tarafından yapılan senfonik aranjmanlarını merak ettiğim içim gittim. Orkestranın beyaz kendisinin kat kat siyah bir kostüm içinde çıktığı konsere Selda Bağcan’dan “Vurulduk Ey Halkım” ile başlayan Antony Hegarty söylediği dört beş şarkıdan sonra dinleyici ile konuşmaya başladı ve erkek egemen toplumlarda yaşamanın içerdiği şiddeti ve gücün kötüye kullanımını düşündüren sözlerine başladı ve her erkeğin bir kadın tarafından dünyaya getirilip sarılıp sarmalandığından ve kadınlık içeren bir dünyanın en iyi dünya olduğundan ve umudumuzu yitirmemek gerektiğinden ve geleceğin dünyasının kadınlar tarafından şekillendireceğinden bahsederek bizlerin gönlünü fethetti.




Beş yıl önceye göre bizde işlerin nasıl gittiği sorusuna –hükümet, eşcinseller vb- ise karamsar cevaplar alan Antony hiçbir yerde işlerin iyiye gitmediğini söyledi. Kendilerinin Amerika'da Obama ve Romney arasında seçim yapmak zorunda olduğundan ama Obama'nın ikinci turundan umutlu olduğundan bahsetti.

Ben de açıkçası tam bu konuşmadan önce Marina Abromovic için bestelediği Cut the World ile havaya girmiş ve bu konuşmalar ile Antony ile düşünsel ve duygusal bağ kurmuşken – çeşitli nedenler arasında; arkamda sürekli konuşan çift, sıcak hava, sağdan soldan çıkan cep telefonları sayılabilir- arkalardan bir şahsiyet “Mussssiiic” diye bağırıverdi. Antony “Speaking is Music” dese de sözlerine devam edemedi ve şarkıları ile konuşmasını için için sürdürdü. Another World ile devam eden ve Hope There is Someone ile konseri sonlandıran Antony’nin Twilight adlı şarkısının düzenlemesini ve yorumunu da çok beğendim. Orkestrayı yere eğilerek alkışlayan Antony’i bir daha kimsenin “traşı kes, şarkını söyle” demeyeceği kişilerin geldiği ve kendisi ile mesafenin az olduğu bir konserde dinlemek istiyorum.

10 Temmuz 2012 Caro Emerald Konseri

Back It Up şarkısını radyolarda pek çokça duyduğumuz, sevimli, sesi çok güzel Caro Emerald’ı dinlemek için pek sevdiğimiz Santral İstanbul’a evvelki erkenden gittik. Ne de olsa geçen senelerden tecrübelenmiş olduğumuzdan Tamirane’de bir gün önceden yemek rezervasyonunu yaptırmış, kalabalık olmadan yemeğimizi bitirmiştik.

Caro Emerald kıpkırmızı bir elbise ile sahneyi ateşe boğduğunda oturmalı bölümde 15-20 dakika geçmiş olmasına rağmen elinde içkisi adeta bir kokteyl havasında yerlerine oturmaya çalışan, gerekirse insanları yerlerinden kaldıran şahane bir dinleyici kitlesi ile karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmedik. Ancak Emerald’ın güleryüzü, coşkusu bu olumsuzluğu yok etmeye yetti ama dinleyiciler konserin sonuna kadar –ben de dâhil- bir türlü havaya giremedik. Bir neden insanın kolunu kaldırıp iki ritim tutunca sırılsıklam eden sıcak olabilir, sadece bir veya iki şarkısını bilerek gelen bir kitlenin dinleyici olmasından olabilir. Bilemiyorum, benim için bu nedenlerin dışında bir iki neden daha vardı ki onlardan biri sürekli geçen seneki Jamie Cullum Konseri’ni düşünmem, bir diğeri de bunları konserde aynı ton ve tınıyı içeren bazı şarkıları arka arkaya dinlemek oldu.



Konser boyunca Caro Emerald da bu ruhsuzluğun farkında olduğundan zaman zaman dans etti ve dansa davet etti, çığlıklar attı, laf attı ve konserin sonunda hareketlenen bizlere “Bu son şarkı ve daha yeni başlıyormuşuz “ diye hayretini ifade etti. Ancak Allah’tan bu kadar naz aşık usandırmadı ve ardı ardına A Night Like This,The Other Woman ve biste çalınan Stuck herkesi coşturdu.



Caro Emerald’a eşlik eden orkestra ise takdire şayandı. Her ne kadar Amy Winehouse, Billie Holiday ile kıyaslansa da Emerald’ın tarzının biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Müziğinde retro bir traz olsa da gene de pop caza daha yakın bir ifade olduğu kanısındayım. Ancak güçlü bir sesi ve yorumu olduğu tartışmasız. Neşelenmek, hafifçe Glenn Miller’lı, swing dönemi orkestralarının tadını hatırlatan zamanlara dönüp evde kıpırdanmak istediğinizde Deleted Scenes From the Cutting Room Floor albümü bulunmalı derim.


Müzikle Kalın
Sevgiler
Billur


**** Bu fotoğraf Eray Yıldız'a aittir.

5 Temmuz 2012 Perşembe

The Glee Project (Sezon 2)

The Glee Project izleyeniniz var mı bilemiyorum ama tavsiye ederim. Bu yıl Türk bir kızımız da yarışıyor.

Çok gururlandım!...


İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails