27 Haziran 2010 Pazar

RADU LUPU İLE BİR İSTANBUL AKŞAMI

38. Uluslararası Müzik Festivali konser programında Radu Lupu’yu gördüğümde açıkçası önce inanamadım. Sonra “acaba başka bir Radu Lupu daha mı var?” diye tereddüte düştüm, sonunda ikna oldum ve her derde deva; Radu Lupu Schubert albümünü dinleyerek, konser gününün gelmesini bekledim. Ben piyanonun doğru parmaklarla çalındığında çıkardığı sesin sihirli olduğunu düşünürüm, büyülenirim, odaklanabilirim, arınırım… Dolayısı ile konsantre olmam gereken bir işle uğraşacaksam piyano dinlerim, sakinleşmek istediğimde de. Çok üzüldüğüm ya da çok heyecanlandığımda. Aslında caz ya da klasik müzik sürekli piyano dinlemeyi seviyorum sanırım...




Radu Lupu; 40 küsur yıldır dünyanın en önemli konser salonlarında, büyük orkestralar ile sahne alan, yaşayan en büyük yorumculardan biri kabul edilen bir piyanist. Ama onu bir gün İstanbul’da, Aya İrini’de izleyebileceğime dair küçücük bir umudum yoktu açıkçası. Böyle bir durumda beklenti içinde olmamak için haklı sebeplerim olduğunu düşünüyordum Bence, Radu Lupu klasik müzik dünyasının J.D.Salinger’ı. Röportaj vermiyor, çok az bestecinin eserlerini yorumluyor, halka karışmıyor, internetten konser kayıtlarına ulaşılamıyor, popüler olan hiçbir şeyle ilgilenmiyor. 20 yıldır stüdyoya girip yeni bir solo albüm çıkartmıyor. Açıkçası İKSV’nin Radu Lupu’yu getirmek için direnebileceğini hayal dâhi edememiştim.

Ve Beklenen An Geldi:


1945 yılında Romanya’da doğmuş efsanevi sanatçı, bir anda Aya İrini’de herkesin soluksuz kalmasını sağladı. Eleştirmenler "muazzam bir tekniği olduğu ama mekanikleşmeden, lirik bir anlatıma sahip olduğu" konusunda birleşiyor. Bu konuda yorum yapamam ama Radu Lupu’nun Aya İrini’de tekrar yarattığı müziğin bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Konser esnasında, kendimi geç saatte kapalı bir havuzun içinde yüzerken buldum. Fonda Radu Lupu’nun parmaklarından ölümsüz olanın müzik olduğu ortaya çıktı. O, her notaya bastığında daha küçüldüm/büyüdüm. Her tını kendimi her şey/hiçbir şey gibi hissetmemi sağladı, biraz daha kulaç atmayı denedim. Eve döner dönmez Kieslowski’nin Üç Renk Mavi filmini tekrar izlemeye karar verdim.




Arada arkadaşım Ebru ile Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesi’ni konuşmaya başladık. Benim üçleme arasında en sevdiğim Mavi. Onunsa Kırmızı imiş. O Kırmızı’dan en sevdiği sahneleri anlatırken, ben havuzun içinden çıkmayı/çıkmamayı denedim. Radu Lupu ile tarif edilemez bir yolculuğa çıktım.


İkinci Yarı: Mahler’in Makûs Talihi:

Radu Lupu bizimle hiç iletişime geçmemiş olsa bile İDSO ile muhteşem bir uyum yakaladı ve İDSO’nın her bir sanatçısı da o gece Radu Lupu ile beraber çağladı. Ancak, “solist/yıldız/star” ikinci bölüme kalmayınca izleyici de akın akın gidiyor. Hatta geçen yıl şahit olduğumuz bir türü; ikinci yarıya kalmamayı bir tür marifet sayıyor, kalanları da küçümsüyor. – Ben böyle durumlarda “tüm iyimserliğime rağmen” bunu söyleyen adına utanıyorum, başımı başka yere çevirmekten başka bir şey yapamıyorum, bunu söyleyen izleyici yerine; Klasik Müzik’ten hoşlanmıyorum diyenleri daha makul buluyorum-.

Dolayısı ile ikinci yarıyı her zaman olduğu gibi izleyici sayısı oldukça azalmış olarak izledik. Kalan şanslı izleyiciler olarak ferah ferah şef Rengin Gökmen yönetiminde, Radu Lupu’nun da vermiş olduğu yoğunlukla, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndan Gustav Mahler’in 1.Senfoni’sini dinledik. Mahler’in fırtınalar koparıp, haykıran 1. Senfonisi bittiğinde dışarıda yağmur nerede ise bitmişti.


Gün Sonu Notları:

İKSV gelecek senelerde Mahler çalan ünlü bir virtüöz bulamazsa; Mahler her seferinde İstanbul'da boşalmış koltuklarla dolu bir salonda hayat bulacak. Bunca insan Mahler sevmiyor olabilir mi?

Viyana’ya gideceğimiz zaman alınacaklar listesi yapmış ve Radu Lupu konser kayıtlarından oluşan, Decca’nın 06.04.2010 tarihinde çıkarttığı 10 CD’lik Radu Lupu - Complete Decca Solo Recordings’i almayı listenin ilk sırasına yerleştirmiştim. Tekrar Viyana’ya gidemediğimize üzüldüm.




Eve dönüp Mavi’yi izlerken filmi kaçıncı kez –çoğu Ka ile- izlediğimi sayamadım. Bir anda kahve ve şeker’in karıştığı o bölüm geldiğinde filmi dondurdum. Ka’nın yanına gidip sahneyi izlemesi için salona davet ettim. Ka yıllardır film festivalini bırakma sebebi olarak bu sahneyi anlatır, “bir kahve bir şekerle bu kadar mı geç kaynaşır?” der. Çok güzel bir konser sonrası, en sevdiğim filmlerden birini yine aynı itirazlarla –ve bazı itiraflarla- izlemek gibisi yoktu. Viyana’yı unuttum. Nasılsa Viyana Filarmoni de buraya gelecekti. Ayrıca Amazon’da var değil mi?



Ebru ile acilen Kırmızı’yı izlemeliyim.

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivalini; yıldız isimleri, Viyana Filarmoni’yi ağırlaması, protokolün yarattığı gerilime rağmen her saniyesini aklımıza kazıdığımız Adem’in Yakarışı, başlı başına Arvo Pärt ve bilet fiyatlarının pahalılığı, nerede ise her konser öncesi bizi sırılsıklam eden yağmuru ile uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir festival olarak hatırlayacağım. Ama asıl Radu Lupu’yu izleyebilmiş olmayı kendim için çok büyük bir mutluluk olarak görüyorum.



Ve Mozart sevmeyen arkadaşlara küçük bir tavsiye:





Gülda


RADU LUPU & İDSO

Aya İrini Müzesi
5 Haziran, Cumartesi 20.00

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası
Rengim Gökmen şef
Radu Lupu piyano

Robert Schumann
Piyano Konçertosu, La minör, Op. 54

Gustav Mahler
1. Senfoni, Re Majör "Titan"

Ara dahil 90' sürer.

Çağımızın efsane piyanistleri arasında sayılan Radu Lupu, doğumunun 200. yılında Schumann'ın piyano konçertosunu seslendirmek üzere ilk kez Türkiye'de! 1966'da Van Cliburn, 1967'de Enescu International ve 1969'da Leeds International'da birincilik ödülleri alan ve kusursuz yorumlarıyla tanınan ünlü piyanist Lupu, 1995'te "Yılın En İyi Enstrümantal Kaydı" dalında Grammy ve Edison ödülleriyle de kariyerini taçlandırdı. Salzburg ve Lucerne gibi seçkin festivallerin vazgeçilmez konuğu olan Radu Lupu bugüne kadar Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, Royal Concertgebouw gibi dünya çapında saygınlık kazanmış orkestralarla ve Karajan, Muti, Barenboim gibi olağanüstü şeflerle çalıştı. Yurtiçinde ve yurtdışındaki başarılarıyla kariyerinin doruğuna ulaşan şef Rengim Gökmen'in yönetimindeki İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde ilk kez Türk dinleyicileriyle buluşacak olan Radu Lupu ile tadı damağınızda kalacak bir konser gecesine hazır mısınız?
Biletler: 150, 120, 90 TL Öğrenci: 20 TL Balkon: 200 TL

24 Haziran 2010 Perşembe

2010 ORHAN KEMAL ROMAN ÖDÜL TÖRENİ



02 Haziran 2010 Çarşamba günü sabah şık bir biçimde giyinmiş olarak Gülda ile buluştum ve 2010 yılı 39.Orhan Kemal Roman Armağan Törenini izlemek için Orhan Kemal Kütüphanesi’ne doğru yola çıktık. Çok zorlanmadan bulduk ve tören başlamadan az önce Konferans Salonu’nda yerlerimizi aldık. Neden bu törenin ufacık bir konferans salonunda olduğunu, neden törende 50 kişi bile olmadığı konusunda söylendim durdum.



Mekan seçiminin nedeni adının Orhan Kemal Kütüphanesi olması idi herhalde diye karar verdim. Böyle önemli bir yazar olsun, bu yazarın aile üyeleri hala hayatta olsun, bir kültür merkezi kurmuş olsunlar ve bu tören ve bu kültür merkezi işi bu kadar kötü yönetilsin, olacak iş değil. Sabah Orhan Kemal Kütüphanesi’nin nerede olduğunu öğrenmek için Kültür Merkezi’ni aradığımızda karşımıza çıkan kişi adres bile veremedi!

Gülda’nın daha önce yazdığı gibi bu seneki 2010 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü Şeytan Minareleri adlı romanı ile Hidayet Karakuş aldı. Tören saat 10.30 sularında Mehmet Önder’in töreni başlatması ve Ayten Şan’ın hoş geldiniz konuşması ile devam etti. Ardından Işık Öğütçü davet edildi ve kısa bir giriş konuşması yaptı. Tören Kültür Bakanı ve diğer siyasi kimliklerin göndermiş olduğu telgrafların okunması ile devam etti ve Orhan Kemal’in Nazım Hikmet’e yazdığı bir şiir okundu.



Turhan Günay, Orhan Kemal ile yakın bir dostlukları olmadığını, kendisi ile sadece 1969 yılında bir gün boyunca beraber olduğunu anlattı. Söz konusu olan gün Tarabya’dan Karadeniz’e balığa çıktıklarını ve tüm gün balıkçıları izlediklerini, ardından Sarıyer’de bir lokantaya tuttukları balıklarla gidip rakı-balık keyfi yaptıklarını anlatan Günay Orhan Kemal’in hala orada küçük insanları, balıkçıları yazdığını söyledi. “Türkiye’de romanın gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu ifade ettiği Orhan Kemal’in eserlerinin incelenmeden ve temel alınmadan Türkiye’de sosyoloji ve ekonomi kitaplarının yazılamayacağını “ ifade ederek sözlerine son verdi.

Günay’ın ardından sözü alan Sadık Aslankara öncelikle tören esnasında yapacağı konuşmanın yadırganabileceğini ve yersiz bulunabileceğini ancak bu kabahatini de kabul edeceğini söyleyerek başladı konuşmasına. Aslankara, Zeynep Arıkan’ın “Bereketli Topraklar Üzerinde Kürtler” adlı yazını okuyarak alıntılar yaptı. Yaptığım kısa bir araştırma ile bu yazının ilk sayısını Mart’ta çıkarmış olan 2 aylık edebiyat dergisi olan SICAK NAL adlı dergide yayımlandığını öğrendim, merak edenlere duyurulur.



Söz konusu bu yazıda aktarıldığı itibari ile Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında Kürtler’in ötekileştirildiği, karakterlerinden öte fiziksel özelliklerinin vurgulanarak romanda var oldukları ve bireyselleştirilmekten uzaklaştırıldıkları, farklılıkları vurgulanarak özellikle şiddete yönelik yüzlerinin gösterildiği, acımasız ve adeta birer ölüm makinesi oldukları, öfkelerinin yansımasının çok daha keskin nitelikte olduğunun vurgulandığının yazıldığı belirtildi. Zeynep Arıkan ‘ın yazısında Orhan Kemal’in bile yeni bir kimlik yaratma çabasında olduğu hususunun ortaya çıktığının ifade edildiği eklendi.

Aslankara, bu nitelikte bir yaznın kabul edilemeyeceğini anti- emperyalist bir görüşe sahip olan Orhan Kemal için bu hususun doğru olmadığı, herkesi ve her şeyi yazdığını ve yazmadığı kimse kalmadığını belirtti. Ardından Orhan Kemal’in 1941 yılında yazdığı 2000’e Doğru adlı şiir okundu. Söz konusu şiirde Van Üniversitesi’nden bahsedilmesinin dikkat çekici olduğunu ifade etmeliyim. Bu şiiri ne yazık ki bulamadığım için buraya yazamıyorum.

Şiirin ardından söz sırası Osman Şahin’e geldi. Şahin konuşmasında daha çok Hidayet Karakuş’un eserini temel alarak konuştu. Romanda yer alan ve hikayeyi anlatan Bey Ana’nın varlığının yeniden bu romanda ortaya çıkarılmasının hoşluğundan bahsetti ve eskiden köylerde masal/hikaye anlatıcılarının olduğundan, özellikle Toroslar’da geçirdiği çocukluk yıllarında Dede Korkut Masallar’nın bu şekilde anlatılıp yayıldığından bahsetti. Şahin, romanında bu geleneği esas alarak romanını kaleme alan Karakuş’un tüm oyları alarak bu ödüle layık görüldüğünü ifade etti.



Şahin’in ardından Erol Ş. Erdinç “ Durumun kötü olduğundan ancak mutlaka aydınlanacağından “ bahsederek, Orhan Kemal’in Murtaza adlı eserinin Cervantes’in Don Kişot adlı romanı kadar önemli bir eser olduğunu ekleyerek sözlerini bitirdi.



Az, öz ve eleştirel bir konuşma yapan Enver Aysever özetle “ Oyunlu hale gelen edebiyat dünyasında post modernizm adı altında nelerin söylendiğinin, ifade edildiğinin pek anlaşılamadığından “ bahsetti ve “ Orhan Kemal’in bilge ve çelebi tarafının önemli olduğunu, Orhan Kemal’in Türkiye olduğunu ifade etti. Ayrıca televizyonun ve bu eksende dizilerin edebiyata yönelmesini – her ne kadar çarpıtılıp, uzaklaşsa da- çok olumlu bulmakla birlikte keşke böyle bir toplantı da yapımcıların, oyuncuların ve seyircilerin de bulunmasını da arzu ettiğini sözlerine ekledi.



Daha sonra Hidayet Karakuş’a ödülü takdim edildi . Romanın isminin nereden geldiği sorulan Karakuş, dünyadaki seslerin kaybolmadığına ve deniz minarelerinin bu sesleri sakladığına inandığını ifade etti. Sivas Olayları’nı anlattığı bu eserini olayın üzerinden epey zaman geçtikten sonra yazmasını ise Karakuş, olayın olmasının hemen ertesinde kalem alsaydı öfkesine ve kızgınlığına yenik düşme ihtimali olduğundan ve olayı sindirdikten sonra aktarmanın bu tehlikeyi ortadan kaldırdığı biçiminde açıkladı.



Orhan Kemal’den Nazım Hikmet’e…

Sen Prometenin çığlıklarını kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam
Sen benim mavi gözlü arkadaşım
Kabil değil unutmam seni
26 Eylül 1943 seni yapayalnız bırakıp hapishanede bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken koşacağım memlekete
Tren bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek
Gözü yaşlı bir genç kadına beş senenin ardından kocasını getirecek
O dem ki boş verip istasyon halkına Yanaklarından öperken sevgilimi Sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın içimden bana
O dem ki yürekten her şey atılacak
Ekmek, kin hasret, fakat Nazım Hikmet
Sen şu kadar kilometre uzakta kalmama rağmen
Aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını
Batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını
Günler geçecek ekmek derdi çökecek omuzlarıma
Fabrika, makineler tezgâhım
Sana şeker kamışı, portakal yollayacağım
Karım yün çorap örecek, her hafta mektup yazacağız
Askere almazlarsa eğer
Unutabilir miyim seni
Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini
Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz
Müthiş anların küfürünü
Radyonun yanındaki duvara kurşun kalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin
Unutabilir miyim seni hiç?
Hala beton malta boylarında duyuyorum
Takunyaların sesini!
Unutabilir miyim seni?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim


Törendeki Konuşkan İki Hanım

İsimlerini bilseydim, burada yazmaktan çekinmeyecektim çünkü çok sinirlendim. Aslında sonradan bu hanımların Orhan Kemal Kültür Merkezi ile ve Orhan Kemal’in oğulları ile bir akrabalık/dostluk ilişkisi içinde olduklarını da öğrenince sinirim iki katına çıktı. Bu iki hanım yanımda oturup tüm ödül töreni boyunca konuştular ve dedikodu yaptılar. Zaman zaman konuşmacıların konuşmalarını yakalayamadım; eğer yazımda herhangi bir yanlışlık var ise bu iki hanıma borçluyum. Başka konuşanları susturacakları yerde kendilerinin konuşmasını anlayabilmiş değilim. Dayandım, dayandım ve biraz ters ve yüksek sesle “Yeter artık susar mısınız lütfen?! Başından beri bir şey dinleyemedim“ dedim. Cevap ne oldu? Bıyık altından gülmek! Günlerdir zaten konserlerde ve benzeri yerlerde kıkırdayan, konuşan, fıkırdayan, fokurdayanlara karşı yüksele gelen öfkem bu iki hanım sayesinde iyice arttı. Daha başka bir tepki göstermemin nedeni o gün bana bir nur inmiş olmasındandı sanırım.



Orhan Kemal Ödül Töreni’nin layık olduğu bir biçimde yapılması dileği ile….

21 Haziran 2010 Pazartesi

SUMMERTIME

Yaz mevsimini çok severim; güneş beni mutlu eder, deniz çarşaf gibidir ve derinliklerine daldığımda kendimi gerçekten özgür hissederim. Giyinmesi kolaydır, sokakta yaşayanların en azından ısınma derdi ile uğraşmak zorunda kalmadıkları için bir an olsa da sevinirim.

Yaz mevsimi gelince parlarım, gün ışıması ile kendiliğimden uyanırım, her şeye ve herkese daha olumlu bakarım. Yumuşarım. Dolunay bir başka olur yaz gecelerinde… Ve ben yaz gelince çocuklaşırım… Ve ben yaz gelince şefkatli kollarda öğle üzeri uykunun kucağına doğru yollanırken kulağıma ninni söylendiğinin hayalini kurarım:


Louis Armstrong & Ella Fitzgerald - Summertime
Yükleyen kamatrikero. - Diğer müzik videolarına göz atın.

Summertime and the livin' is easy
Fish are jumpin' and the cotton is high
Yo' daddy's rich and yo' mama's good lookin'
So hush little baby, don't you cry

One of these mornin's you gonna rise up singin'
You gonna spread your little wings and you'll take to the sky
But 'till that mornin' there ain't nothin' gonna harm you
With yo’ mama and daddy standin' by

Now it's summertime and the livin' is easy
Them fish are jumpin' and the cotton's 'bout waist high
Yo' daddy's rich and, ya know yo' mama's good lookin'
Now hush little baby, don't you cry

Summertime
Ah, said it's summertime

Ben Summertime’ı ilk defa Louis Armstrong’un muhteşem girişi Ella Fitzgerald’dan dinlemiştim ve ilk defa dinlediğimde de üst üste on kereden fazla dinlediğimi hatırlıyorum. Dinlediğimde yazlıktaydım ve sıcak bir yaz günüydü. Her ne zaman yaz mevsimi geldiğinde güneş beni ısıtsa ve gevşetse aklıma her zaman ilk mısrası gelir ve bu şarkı bu yüzden de benim listemdedir.



Summertime George Gershwin tarafından Porgy and the Bess adlı opera için 1935 yılında bestelenmiştir ve sözlerini de Dubose Heyward yazmıştır. Summertime ilk defa New York’ta Alvin Theatre ‘da Abbie Mitchell tarafından Clara adlı sahnenin açılışından Clara’nın bebeğine ninni olarak söylenmiştir. Bu opera unutulmaz bir parça olan I loves you Porgy adlı parçayı da barındırmaktadır.



Diğer başka güzel eserleri bünyesinde barındırsa da Porgy and the Bess 124 gösterinin ardından pek de fazla kar getirmez ancak Amerika'da en çok tekrarlanarak sahneye konulan opera olur.. Summertime 1936 yılında Billie Holiday tarafından kaydedilir ve 12 numaraya kadar yükselir.

Summertime Rhapsody in Blue (1945, Anne Brown) ,



Janis (1974, Janis Joplin) ,The War (1994) ,Chocolat (2000, Sidney Bechet),



I’ll Be There (2003, Charlotte Church) ve Stuck on You (2003, Greg Kinnear) gibi çeşitli filmlerde de kulaklarımızın pasını alıp, şeneltir.



Aslında keşke yaz kış yaşamak gerçekten kolay olsa ve bebekler hiç ağlamasa…


Janis Joplin - Summertime
Yükleyen hushhush112. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Sevgiler
Billur

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Etkinlikten Diğerine ....

Koşarken açıkçası bunlarla ilgili duygu, düşünce ve izlenimlerimi yazmayı başaramadım bir türlü. Sanırım yine biraz durmaya ihtiyacım var. Okuduklarımı, gördüklerimi, seyrettiklerimi sindirmeye vakit olmuyor.

Nisan Ayı Sürprizler Ayı

Gülda, Ka, Ender ve ben aylar ve aylar öncesinden Gülda’nın planlarını ve organizasyonunu yaptığı hatta hangi lokantada ne yiyeceğimizi dahi seçtiğimiz Viyana yolculuğuna çıkamayınca öylece ortada kaldık. Zira Yanardağ patlayarak sürpriz yaptı. O kadar kötü oldu ki Gülda ile ne işe gidebildik ne de başka bir şey yapabildik olayın patlak verdiği gün ve devamında. Ancak bu olay başka bir sürprize neden oldu: Akram Khan’ı izlemek.



22 Nisan 2010 Perşembe gecesi “Ah Ah ! şu anda sacher torte yiyor olabilirdik” diyerek Harbiye Muhsin Ertuğrul’a Akram Khan’ın Gnosis adlı gösterisini izlemeye gittik ve yerlerimizi aldık. Nasılsa en önlerden bir yer bulmuştuk.

Akram Khan İngiltere’de Bangladeş’li bir ailenin çocuğu dünyaya gelmiş ve 7 yaşında dans hayatına başlamış ve dans serüveninin ilk durağı . Sri Pratap Pawar’dan Hint geleneksel dansının 8 formundan birini teşkil eden kathak dansını öğrenmek olmuş. Daha sonra 1990larda solo çalışmalara başlayan Khan’ın Polaroid Feet (2001), Ronin (2003) and Third Catalogue (2005). Adlı eserleri solo çalışmaları olarak öne çıkmış.



Akram Khan Perşembe akşamı sahnede yer aldığında 6 kişilik bir müzisyen ekibi de ona eşlik ediyordu. Ilk üç bölümde Khan geleneksel kathak dansını icra etti. Sadece şunu söyleyebilirim: Bayıldım. Ellerini kullanışına, net ve keskin yorumlarına ve onlarla ifade yeteneğine hayran kaldım. Gnosis’e geçmeden önce müzisyenlerle birlikte doğaçlamalar yaptığı doğaçlamada ayaklarının ustalıkla hareket edişine ve aslında bu ayakları yönlendiren tekniğin kontrol ve gücüne de bakakaldım ve zihnime yerleştirdim. Niye mi yerleştirdim? Ayna karşısında tekrarlamak için tabii ki!



Son bölümde bir Hindu epiği olan Mahabbarata’da Khan’ın karşılaştığı ve özellikle gözleri görmeyen bir kralın karısı olan Gandhari’nin , bu durumun kocasının hayatına olan yansımalarını takip etmek ve aynı duygu ve düşünleri paylaşmak için gözbağına kendi mahkum edişinden yola çıkan Gnosis de seyirciye –en azından-bana bu kadın ve erkeğin tüm hikayesini sanki okuyormuşçasına bir etki yaratarak ulaştı. Bu bölümde Khan Kodo’nun üyesi Yoshie Sunahata ile birlikte dans etti.

Gösteriden çıkışta hemen ertesinde sahnelenecek olan ve Akram Khan’ın Sylvie Guillem ile birlikte sahne alacağı “Sacred Monsters”a da bilet bulmak için çabaladık ama nafileydi çabamız.

O geceden beri zaman zaman ayna karşısında el hareketlerini çalışıyorum.Ve kafamda yıllardır oluşturduğum koreagrafilerimin üzerine ekliyorum.

Sidi Larbi Cherkaoui ve Sutra

Ben Sidi Larbi Cherkaoui’yi danzon sayesinde öğrendim. Onun Sidi Larbi Cherkaoui hakkında yazdığı 25 kaydı 1 yıla yakın bir süredir okuyarak ve devamındaki izleri takip ederek. O nedenle de burada bu konuda fazla bir şey yazmayacağım. Size de aynı yolu takip etmenizi salık veririm.



Çağdaş dansın usta bir ismi olarak anılan, ortaya çıkardığı eserleri çeşitli ödüllerle onurlandırılan Sidi Larbi İstanbul Tiyatro Festivali’ne Sutra adlı gösterisi ile konuk oldu. Koreografisini yaptığı ve dans ettiği bu gösteride Sidi Larbi’ye Shaolin Tapınağı’ndan gelen 17 rahip ve kutuları (dünyaları) eşlik etti.
Kutular ve rahipleri aracılığı ile dile getirilen dünya beni etkiledi.



Özellikle Szymon Brzóska’nın bu yapıt için bestelediği piyano, perküsyon ve yaylılardan meydana gelen müzik içimde bir yerlere dokundu. Prömiyerini 2008’de Avignon Festivali’nde yapmış Sutra 2009 yılında da Alman Dans Dergisi Ballet-Tanz tarafından yılın yapımı seçilmiş.

Son zamanlarda sahne üzerinde gördüğüm ve beni etkileyen gösterilerden biriydi. Bir gün yine denk gelirseniz gidin görün derim.



Sidi Larbi Cherkaoui ile bir fikir edinmek açısından aşağıdaki paragrafı okumakta fayda var; dansın ne anlama geldiği ve neden dans ettiğini şu şekilde ifade ediyor:

“I have fought hard all my life — you cannot imagine the stuff I’ve had to go through to be here today,”. “When I started doing art everything in my surroundings was against the idea. And the reason was the most empty one that you can imagine — it was about how I would never earn enough money. My parents, teachers, friends would say that dance is a hobby, that it could never be what my life was about.
“But it motivated me to prove that I can have a life as an artist and it doesn’t mean I’m dumb, because in my environment people believed that if you are intelligent you don’t move, and that if you dance you are stupid. I was a very good student, I was Mr A Grade in maths and languages, but my whole brain was telling me to move.
“I also had a lot of physical issues that were manifestations of psychological struggles within my family and in order to handle them I needed to dance. I focus a lot on my mother, what she’s been through, and on my dad, and why he was so horrible to me and my mum, why he was so misunderstood as an immigrant and blamed society instead of dealing with it. He didn’t have the creativity to handle it. I have some semblance of creativity as a choreographer and I’m trying to make something positive in this world.”

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali Açılışı

3 Haziran 2010 Perşembe günü Aya İrini’de gerçekleşen açılışa Gülda, Ender, ben ve Sayın Adnan Binyazar ile katıldık. Konser öncesi verilen kokteyldeki küçük ikramları biz bu sene Gülda ile epey doyurucu bulduk. Bunun nedenini iki hususa bağladık: ya erken gittiğimiz için küçük bir masada yer bulabilmiş ve bu küçük atışmalıklardan yiyebilmiştik ya da bu sene İKSV belini doğrultmuştu. Ki umarız nedeni bu ikincisidir.



Konser saati geldiğinde yeni bir müzik festivalinin daha açılışında olmaktan ötürü heyecanlıydım. Açılış konserinden önce Bülent Eczacıbaşı’nın konuşması, festivale katkıda bulunanlara plaketlerin verilmesinin ardından BIFO şef Gürer Aykal yönetiminde yerlerini aldı ve bu seneki onur ödülünün sahibi olan Yalçın Tura’nın bundan tam 55 yıl önce yazılmış ancak hiç çalınmamış olan “ Anadolu’dan “ adlı eserinin dünya prömiyerini seslendirdiler.



Müziğini “Kişisel bir ezgi çizgisi ve onun yapısının gerektirdiği rafine bir armoni; ele alınan materyalin çeşitli yönlerinin işlendiği karmaşık bir kontrpuan; canlı ritmik yapı ve renkli orkestrasyon” olarak tanımlayan Yalçın Tura’yı ben öncelikle eski Türk filmlerindeki müzikleri ile tanıdım. Pek çok filmin müziğine imza atmış olsa da benim aklıma gelenler ve unutamadıklarım Kızıl Vazo, Otobüs Yolcuları, Yılanların Öcü, Dönüş, Cemo, Açlık ve Umutsuzlar’dır. Tabii ki sahne müziği olarak Keşanlı Ali Destanı’nı ise herkesin bildiğine eminim.

Yalçın Tura Umutsuzlar | video.mynet.com



Açılış konserinden bu yana zaman zaman Yalçın Tura’yı dinliyorum ve Adnan Bey’in ifade ettiği gibi kendi ezgilerimizin getirdiği duygulanımların çok daha farklı olduğunu daha iyi hissediyorum.

Konser daha sonra 13 yaşında olağanüstü bir yetenek olarak kabul edilen keman virtüözü Elvin Hoxha Ganiyev’in seslendirdiği Wienawski’nin 2 numaralı Keman Konçertosu ile devam etti. Ganiyev’in ileride çok büyük çıkışlar yakalayacağına ve belki de Lang Lang gibi bir etki yaratacağına şüphem yok.



Küçük yaşına rağmen keman çalarkenki hâkimiyeti ve yorum getirebilme özelliğine sahip olduğu hemen anlaşılıyor. Ancak bu yeteneğinin kökeninde ise sanırım ailesinin de etkisi ve katkısı var. Zira Elvin Ganiyev’in ünlü Azerbaycan devlet sanatçısı olan Prof. Server Ganiyev, annesi piyanist ve babası da Bilkent Senfoni Orkestrası grup şefi. Elvin Londra’da annesi Nermina Ganiyeva, dedesi ve babası Hayreddin Hoca ile “Üç Kuşak” konserinde de aynı sahneyi paylaşmış. Büyük bir mutluluk olmalı bu.

Konser bittiğinde ben de bir müziğe doymamışlık vardı ancak Sayın Binyazar ile konser sonrası Ayasofya’nın yanındaki çay bahçelerinde yaptığımız kısa sohbet bu tadı damağında kalmışlığı biraz giderdi…

Sevgiler
Billur

15 Haziran 2010 Salı

Maraşlı Ayşe





Bu Pazar……
Elimde buz gibi gazoz,
Serilmişim göbek taşına,

Ailem, arkadaşlarım, evim, işim, kedim,
Kendimden bile uzak..…..

Yanlızca,
Soğuk gazozum ve su sesleri…..

Ahhhh keşke……
Bi' de fonda Yiruma olsa,

Bir ara açtım gözlerimi…..
Karşımda yaşlı mı yaşlı bir teyze,

Bana Maraşlı Ayşe derler, dedi…
Konuştu, konuştu, konuştu
Dinledim, dinledim, dinledim

Sonunda…….
Kızım bana da bir gazoz alsana, dedi

İkinci gazozları birlikte yudumlarken,
Konuştu, konuştu, konuştu
Dinledim, dinledim, dinledim

Ben yalnız kalmak için kaçarken,
O yalnızlıktan usanmıştı,

Çıkışta….
O tanıdık tuşları çevirdim,

Bir o kadar tanıdık ses,
Efendim!.. dedi
Ben de….
Kızın Ayşe,
İstanbul’a geldiğinde,
Gazoz borcum var sana!.....

14 Haziran 2010 Pazartesi

EKİN YAZIN DOSTLARI



Billur ve ben geçtiğimiz Pazar günü Sn. Adnan Binyazar’ın daveti ile Ekin Yazın Dostları ile tanıştık. Adnan Bey Masalını Yitiren Dev ve Ölümün Gölgesi Yok üzerinde konuşma yapacaktı ve her iki roman da bizi çok ilgilendiriyordu.

Ben her zamanki merakım ile gitmeden önce Ekin Yazın Dostları ile ilgili araştırma yapıp, şaşkınlık ve hevesle öğrendiklerimi Billur’a anlattım. Hafif solmuş yüzlerimizle bir an birbirimize kalakaldık. Kıskançlıkla değil, hayranlıkla anlattım:

“Geçen yıl Kitap Fuarına katılmışlar, toplantılarına yazarları ya da çevirmenleri davet etmişler, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da kitap tartışma grupları oluşturmuşlar. Gruba girmek, okumaları takip etmek ile ilgili bir sürü kural koymuşlar, sistemli ve son derece tutarlılar.” Dolayısı ile Adnan Binyazar’ın konuşmasını dinlemenin yanı sıra merak ettiğimiz bir topluluğu da görecek olmanın heyecanı ile Caferağa Medresesi’ne gittik.

Girer girmez Sn. Adnan Binyazar’ın nezaketi ile gruba tanıştırıldık. Sn. Aydın Ergil, kendilerini daha yakından tanıyabilmemiz için; Kitap Fuarı için bastırdıkları broşürü verdi. Elimize verilen broşürü incelemeye başladık:

“Ekin Yazın Dostları, ekine (kültüre) ve yazına (edebiyata) ilgi duyanları bir araya getirerek, görüşlerini yazarlarla ve sanatçılarla değerlendirebilecekleri toplulukları oluşturmak için 2006 yılına İstanbul’da kurulmuştur. Ekin Yazın Dostları, ilk aşamada Kitap ve Tiyatro alanlarında etkinlik göstermeye başlamıştır.

Ekin Yazın Dostları’nın İstanbul, Ankara ve İzmir’de tartışma grupları bulunmaktadır. Her grup her ay toplanarak önceden belirlenen kitabı tartışmaktadır. Tartışmalara kitabın yazarı ya da çevirmeni de çağrılmaktadır.

Okunan kitaplarla ilgili haberler, yorumlar ve bilgiler internet sitesinde, Facebook’ta ve aylık e-kitap bülteninde yayımlanmaktadır.

Ekin Yazın Dostları, 2009’da ikinci kez katıldığı Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlediği iki söyleşi ve imza günleri ile daha fazla kitap okuruna erişmeyi hedeflemektedir.

Grubun amacı tüm illerde, ilçelerde ve köylerde okuma grupları oluşturarak Türkiye’de okuma alışkanlığının arttırılmasında öncülük etmektir.

Öte yandan tiyatro izleyicileri de Ekin Yazın gruplarında buluşmaya başlamışlardır. Tiyatro sezonuyla birlikte oyun tartışma toplantıları başlayacaktır.”




Yavaş yavaş yazın dostları gelirken Sn. Aydın Ergil ile kısa bir sohbet ettik. Aydın Bey ve eşinin tiyatroya çok önem veren kişiler olduğunu öğrendik. Aydın Bey Tiyatro Grupları bölümünü daha etkili bir hale getirebilmek, sitelerinde daha fazla oyun yorumuna yer verebilmek istediklerini anlattı. Bana tiyatroya gidip gitmediğimi sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim:

“Aslında ben tiyatroya ilgimi yitirmiştim ama bir süredir en azından her ay bir oyuna gitmeye çalışıyorum” dedim.

Evet, ben tiyatroya gitmeyi on yıl kadar önce bıraktım. Bir oyundan diğerine koşarken, bir şekilde tiyatrodan sıkıldığımı fark ettim. Aslında Tiyatro’dan değil, Türk Tiyatrosu’ndan sıkıldım. Haldun Dormen’i perukası ile görmekten, Vişne Bahçesi’nden, Yıldız Kenter’in –ki kendisine hayranlık duyarım- abartılı tiratlarından, onun taklitlerinden, hafif ve seyirciyi sıkmayacak oyunlar olsun diye, müsamere kıvamında gösteriler izlemekten... Ama geçtiğimiz senelerde; bir arkadaşımızın önerisine uyarak ayda bir oyuna gitme kararı verdik. Dot, İlyas Odman sağ olsun, değişik kalıpları yıkan oyunlar/gösteriler de izlemeye başladık. Tabi arada yine diğerleri de eksik kalmadı ama tiyatroya tekrar ilgi duymaya başladım.”

Aydın Bey ise geçen sezon tam 90 oyun izlediklerini söyledi. Devlet ve Şehir Tiyatrosu'nda oynanan tüm oyunları izlemişler, kalanları da özel tiyatrolardan seçmişler. Bazı günler, günde 2 oyuna gitmişler. Tiyatroya bu kadar düşkün ve yetkin bu kişiler karşısında benim; "Dot’tan, Kumbaracı’dan başka kuş tanımam" tavrımın çok yersiz/cahilce olacağına karar verip, derin düşünceler içinde kaldım.

Ekin Yazın Dostları her ay bir kitap okuyup tartışıyorlar. Bu ay okumalarına Sn. Adnan Binyazar’da katılacağı için Adnan Bey’in Masalını Yitiren Dev ve Ölümün Gölgesi Yok adlı kitapları seçmişler. Sunum, kitabın yöneticisi tarafından açıldı. Herkes kitap ile ilgili fikirlerini beyan ederken, yazara da sorular yönelttiler. Gerek yönettikleri sorular, gerekse de kitaplar hakkındaki fikirleri, buldukları özenli detaylar, kendi yaşamlarından da kesitlerin eklenmesi ile bir yandan çok şaşırtıcı, bir yandan da çok doyurucu bir toplantı oldu. Adnan Binyazar’ın bir sözü ise sanırım kulaklarımdan hiç çıkmayacak:

Bir üye; “babanızı nasıl affettiniz?” diye sordu.

Adnan Binyazar cevabının sonunda “bir de ben saldırganlığımı çocukluğumda bıraktım” dedi. İtiraf ediyorum aslında; Adnan Binyazar’ın her cümlesini not almak, kaydetmek istiyorum.

Sn. Adnan Binyazar bilgi birikimi, duyarlı kişiliği hem de iyi bir konuşmacı olmasının da etkisi ile gerek anıları, gerek nasıl bir ruh hali ile kitapları yazdığı ile ilgili ve hayata dair çok güzel bilgiler, ipuçları verdi. Saat 15:00 de başlayan toplantıda ilk önce Masalını Yitiren Dev konuşuldu. Saat 18:00 olduğunda ara verildi, ancak akşam konsere gideceğimiz için Ölümün Gölgesi Yok kısmına kalamadık. Aydın Bey diğer kısmın da bir o kadar süreceğini söyledi. Bu aynı zamanda çok özveri ve büyük bir bağlılık gerektiren bir husus.

Ben toplantıdan çıktığımda açıkça söylemem gerekirse biraz yorulmuştum. Bu keyifli yorgunluk, ruhumu da doyurdu. Kitap gruplarının ne kadar önemli olduğu konusu ise yol boyunca tekrar Billur ile konuşmaya devam ettik.

Hem ben hem de Billur kitap okumaya oldukça fazla zaman ayırırdık ve yıllardır okuduğumuz kitaplarla ilgili genelde birbirimizle konuşurduk. Ne zaman ki Ayşe’nin muhteşem önerisi ile Ayşe’nin Kitap Kulübü'nün bir parçası olduk, kitaplar ile ilgili bakış açımız da değişti. Bir kitabı okumak çok gerekli ama bir kitabı okumuş olan 12 kişi ile paylaşmak, onların kitap ile iletişiminden birçok farklı şey öğrenmek kişiyi daha zenginleştiren bir yöntem. Biz, burada benim hayat boyu okumayı seçmeyeceğim kitapları da okuduk ve o kitaplardan daha çoğunu, o kitaba bakan 12 diğer kişiden aldığımı söyleyebilirim.

Biz bu blogda kendimizi tanıtırken “Birbirinden farklı 13 kişilik” olduğumuzu söyledik. Biz birbirimize hiç benzemezken aslında birbirimize çok benzer özelliklere de sahibiz. Öncelikle, kesişim kümeleri ile –bunun detayını anlatmak çok karışık- birbirimizin en yakın arkadaşını tanıyoruz, aynı yaş grubundayız. Hepimiz “Jude Law ve Colin Firth’ü” seviyoruz ya da bu grup sayesinde daha da sevdik. Hepimizin grupta bir yedeği de var. Sadece kulüp toplantılarında birbirimizi görmüyoruz, birbirimizi sürekli görmek için bahaneler de yaratıyoruz. Dolayısı ile bu bizim birbirimizden kopmadan ve güçlenerek devam etmemizi de sağlıyor.



Ekin Yazın Dostları grubundaki kişiler arasında çok genç, daha yaşlı, üniversite öğrencisi, öğretim görevlisi, emekli, belki ev hanımı olan birbirinden çok farklı görünen üyeler vardı. Yazın Grubu ile bir araya gelmiş olduklarını ve beraberliklerinin de bununla sınırlı kaldığını tahmin ediyorum. Her biri diğeri ile çok mesafeli ve ciddi idi. Bu derece benzemezliğe rağmen 2006 yılından beri devam etmelerini, büyümelerini ve hedeflerini hayranlıkla karşıladığımı belirtmeliyim. Bu ciddiyetleri sayesinde de çok önemli ve daha da güçlü bir topluluk olacaklarına ve Türkiye’de okuma alışkanlığının artırılmasında çok önemli görevler alacaklarına eminim. Yazarlarımızın ve çevirmenlerin de onlara verdiği önemden de bu anlaşılıyor. Her birini ayrı ayrı tebrik ediyorum. Kitap okumayı hayati bir ihtiyaç olarak görenlerin bir kitap kulübüne üye olmalarını özellikle öneririm. Biz dengemizi böyle sağlayabildiğimiz için şimdilik dışarıdan üye almıyoruz. Ancak gerçekten böyle bir özveri ve sebat ederek bir okuma grubuna/tiyatro grubuna ihtiyaç duyanların; Ekin Yazın Dostları ile irtibata geçmesini ve kendilerini kabul ettirmelerini tavsiye ederim.

Saldırganlıklarımızı bir noktada bırakmamız dileği ile

Gülda

İletişim Kitap:
http://eydost-kitap.azbuz.ekolay.net/
e-posta: eydostkitap@gmail.com
Tiyatro:
http://eydost-tiyatro.azbuz.ekolay.net/index.jsp
e-posta: eydosttiyatro@gmail.com

HAZİRAN İÇİN SONE - CIV




104. Sone (CIV)


Senin gibi güzel dost sanki yaşlanır mıymış?
İlk kez göz göze geldik eşsiz güzeldin hani
İşte bugün de öylesin.
Üç karakış, Ormanlardan silkti de üç yazın kibrini,
Enfes üç bahar soluk bir güz gibi kıvrandı;
Nice mevsimler göçtü, gördüm, zaman boyunca:
Burcu burcu üç Nisan, üç Haziranda yandı;
Ama sen, ilk gördüğüm gibi körpe bir yonca…
Ah güzellik sürmez ki; sanki bir saat kolu:
Hırsızlama yürürken gidişini görmek zor.
Belki sendeki renk de çoktan tuttu da yolu
Benim gözüm yerinde sanarak aldanıyor.

Doğum bekleyen çağ, bak korkum değil nafile;
Güzelliğin yazı, sen doğmadan ölmüş bile.(*)



To me, fair friend, you never can be old,
For as you were when first your eye I ey'd,
Such seems your beauty still. Three winters cold,
Have from the forests shook three summers' pride,
Three beauteous springs to yellow autumn turn'd,
In process of the seasons have I seen,
Three April perfumes in three hot Junes burn'd,
Since first I saw you fresh, which yet are green.
Ah! yet doth beauty like a dial-hand,
Steal from his figure, and no pace perceiv'd;
So your sweet hue, which methinks still doth stand,
Hath motion, and mine eye may be deceiv'd:

For fear of which, hear this thou age unbred:
Ere you were born was beauty's summer dead


"Güzelliğin yazı, sen doğmadan ölmüş bile" satırı açıkçası beni çok sarsıyor. Tavsiye ederim her akşam yatmadan önce en az bir sone okuyun.

Israrla Haiku denemem:

Kaç yaz süren?
Ben, senden sonra doğan
İlk önce yiten

Not: Resimde gördüğünüz Ortanca; enfes iki bahar ve iki karakış boyunca, güzelliği balkonumda yeşeren çiçeğim.

(*) William Shakespeare Soneler – Türkiye İş Bankası Yayınları – Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi – Çeviren: Tâlat Sait Halman

13 Haziran 2010 Pazar

İstanbul İçin Caz Vakti

17. Uluslarası İstanbul Caz Festivali



1-20 Temmuz 2010 tarihleri arasında sıcağa, sıkıntıya, tahminen tamamı kazılmış yolların sefaletine rağmen İstanbul’da olmak çok güzel olacak.

Bu sene yine program çok güzel. İşte seçtiklerim:

01.07.2010 Açılış Konseri:

Şakir Eczacıbaşı’nın İKSV için, sanat için, toplumumuz için çok ama çok önemli işler yapmış olduğu tartışmasız bir gerçek. Ama benim için Şakir Eczacıbaşı her şeyden önce Caz demek. Bana Al Di Meola’yı, Jan Garbarek’i, Miles Davis’i, Stanley Clarke’i, … sayamayacağım kadar önemli müzisyeni, nerede ise hiçbir şey yapmama gerek kalmadan veren kişi. Onsuz geçireceğimiz ilk Caz Festivali’nde ise; onun o piyanonun kenarında oturup bizi izlediğini ümit edeceğim.




06.07.2010 Martha Wainwright:


Ben tüm yıl Rufus Wainwright izlemek istiyorum dedim ve bu sene bir yerde Rufus’u izlemeye kararlıyım. Öyle bir tur programı yapmış ki; İstanbul hariç her yer var diyebilirim. Bir kısmında kardeşi Martha da kendisine eşlik ediyor. Ne yapalım?



Rufus İstanbul’da Judy olmayacak ama Martha, Edith Piaf şarkıları söyleyecek. Neyse ben aslında anne, baba, teyze de dâhil olmak üzere tüm aileyi seviyorum, Edith Piaf seviyorum. Buna da gidemezsem çok hayal kırıklığı yaşayacağım.



İçinde Rufus ve Leonard Cohen geçmeyen bir müzik yazısı yazamadığım için:



07.07.2010 Chick Corea Freedom Band



En sevdiğin üç Caz piyanistini say deseler 2. sırada Chick Corea derim. Açık Hava’da saksofonda Kenny Garrett, basta Christian McBride ve davulda Roy Haynes ile Chick Corea Freedom Band’ı kaçırmayın derim. Kendisi oldukça sık Türkiye’ye geliyor, her yıl gelsin, her yıl Açıkhava’yı sarsacağına eminim.



08.07.2010 Stanley Clarke



Nefes aldım bekliyorum. Geçen yıl yine muhteşemdi. Stanley Clarke, Marcus Miller ve Victor Wooten'la hiç unutmayacağım bir konser yaşattı. Bu sene de bir benzer müzik şöleni yaşayacağımıza inanıyorum. Hiromi’ye dinlemek içinse sabırsızlanıyorum.



Müzik zevkine hayranlık duyduğumuz ve bu sebeple Stanley Clarke sevmemesine bir anlam veremediğimiz sevgili arkadaşımıza tüm yıl “SMV konseri ne kadar güzeldi, neler kaçırdın” diye anlattıktan, üzerinde iki koldan baskı kurduktan, konsere gelmezse tüm gece telefonla arayıp rahatsız edeceğimizi bildirdikten sonra; bu yıl konsere gelmesini sağladığımız içinse ayrıca mutluyuz. Umarım son dakika gelişmesi olmaz. Olursa kendi deyimi ile “Her yıl da bir tanesi mutlaka geliyor, hiç kaçacak yerim kalmadı” seneye tekrar deneyeceğiz.



Yine küçük bir ara: Hem Chick Corea hem de Victor Vooten’den bahsedince; Vooten’in Corea için yaptığı A Chick From Corea şarkısını da anmadan geçemeyeceğim.



09.07.2010 Enrico Rava Stefano Bollani



Daha önce hiç canlı performansını izlemediğim trompetçi Enrico Rava’yı Aya İrini’de görmek ve bunca yıl neden gelmediğini sormak isterim. Sahi siz İstanbul’da hiç Enrico Rava izlediniz mi, yoksa ben mi kaçırdım? Öğrencisi Stefano Bollani ile de belki hayatımıza yeni bir piyanist girer.



13.07.2010 Lisa Ekdahl



Kendi güzel, sesi güzel, mekân zaten güzel. Sahne performansının da çok iyi olduğu söyleniyor. Eğer o tarihte İstanbul’da iseniz, caz seviyorsanız tavsiye ederim.

Billur’u ikna etmek için de Lisa Ekdahl’ın yorumu ile It Had to Be You



15.07.2010 Tony Bennett



Tony Bennett demem yeterli sanırım. Şakir Eczacıbaşı anısına çok doğru bir seçim.



16.07.2010 Grace Jones



“Pop mu, caz mı?” tartışması yapmayacağım. Ama festivalin en şaşırtan, en heveslendiren ismi. Bu konsere gidecekseniz mümkünse önlerden bilet almayı deneyin. Dünyanın en seksi kedisini yakından izlemek 90,00 TL.



19.07.2010 Seal



Sadece Crazy’i söylese bile giderim ben bu konsere.




20.07.2010 Concha Buika



Ben de çok sigara içiyorum, ama sesime hiç faydası olmuyor. Buika ise her albümünde daha da güzel bir sese sahip oluyor.

İKSV’yi bir kere daha tebrik ediyorum. Caz, flâmenko kısaca Buika.



Artık her akşam konsere gitmek bizi biraz yoruyor. Bu yüzden Imogen Heap’ı – gelecek senelerde de izleyeceğimizi tahmin ediyorum- feda ediyorum. Hafta sonu partilerini de boş hafta sonumuz kalmadığı için es geçiyorum. Bir de mekân Salon olunca durup bir kere daha düşünüyorum.




Bunun dışında eğer hiç tecrübe etmedi iseniz Caz Vapuru’nu tavsiye ederim. Arkadaşlarınız ile Caz dinleye dinleye Kavağa ulaşmak, balık yiyip geri dönmek kesinlikle keyifli.

İyi Seyirler,

Gülda

5 Haziran 2010 Cumartesi

ÖZGÜRLEŞME EYLEMİ KÖY ENSTİTÜLERİ




Yazari: Mehmet Başaran
Mekan: Kumbaracı
Tarih: 05.06.2010
Sunucu: Aycan
Katılımcılar: Aysun, Ayşe, Ayşen, Billur, Belkis, Bilgen, Gülda,Gülden, Özlem, Peyman, Yonca









Her şeyi düşünmüştüm aslında !... Evet, evet Osman Şahin’i davet etmemiş olsaydım ve bir sunum yapmam gerekseydi, aynen şöyle başlayacaktım sunuma. Candan Erçetin’in son albümünden - sözlerini Aylin Atalay ve Candan Erçetin’in ortak yazdıkları bir anonim olan - ‘Ninni’ şarkısını yüksek sesle dinletecek Köy Enstitüleri konusunu neden seçtiğimi anlamanızı sağlayacaktım.

Ninni

Uyusun da büyüsün ninni
Tıpış Tıpış yürüsün ninni
Dertlerini sürüsün ninni
Oğlum kızım uyusun ninni

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde
Çok da uzun olmayan belli bir zaman önce
Çok da uzak olmayan çok güzel diyarın birinde
Bereketi dillerden düşmeyen bir köy varmış.

Denizi de bilirmiş dağı da bilirmiş bu güzel köyün insanı
Yağmurda yürür karda kayar ama güneş günleri severmiş
Meze yaparmış bu köylüler iki kadehe tüm acılarını
Böylece birden unutuvermiş geçmiş dargınlıklarını

Aslına bakacak olursan çok zenginmiş tarlaları
Ama nedeni bilinmez bu köylüler her daim fakir
Yokmuş galiba köydeki kargaların bunda bir etkisi
Böyle gelmiş böyle gidermiş ne de olsa alınyazısı

Dayanamamış biri sonunda kargalara baş kaldırmış
Hakkımızı yiyorlar deyip büyük köyü ayaklandırmış
Sonunda başa çıkmış köyü istila eden kargalarla
Ama kendisi de göçüp gitmiş tabii eninde sonunda

Uyusun da büyüsün ninni
Tıpış Tıpış yürüsün ninni
Dertlerini sürüsün ninni
Oğlum kızım uyusun ninni

Ardından ağlamış köydeki herkes çok uzun yıllarca
Ağlarken ağlarken köy unutmuş kargaları tamamıyla
Üzülüp dövünüp dururken birden övünmeye başlamış
Ancak övünüp durduğu sadece hatıraymış

Günün birinde köyün üstüne kapkara bulutlar yerleşmiş
Kimse bu bulutları kargaların getirdiğini fark etmemiş
Köydekiler yaz yağmurudur gelir geçer zannetmişler
Ama bu kara bulutlar kopacak fırtınanın habercisiymiş

Kargaların çalacağı emekten medet uman bazı kurnazlar
Köylüye ninniler söyleyip apaçık hedef şaşırtmışlar
Soytarısıyla yalancısı bu köyün bir gün gelmiş el ele vermiş
O bildik beyaz camın içine girip siyah yalanlar söylemiş

Onların baktığı yerden bütün köy çok aptalmış
Çünkü aptal olmasalar böyle aldanmazlarmış
Değil mi ki bütün köy olana bitene ses çıkarmadan bakmış
O zaman başlarına gelenlere müstahaklarmış

Ah ne güzel ninniymiş bu CEHALET
Herkes dalıp uyumuş nihayet
Top atsan uyanmazmış ne rehavet
E benim köyüme e e

Aslında köyün akıllısı çokmuş alimi dedesi filozofu çokmuş
Var diye bas bas bağırıyorlar ama hiçbirinin söz hakkı yokmuş
Çünkü bilene düşünene yazana kargaların itirazı çokmuş
Ve onlardan öğrendikleriyle kurnazlar herkesi uyutmuş

Güzel köyüm ne zaman uyanırsın
Bu duruma ne kadar dayanırsın
Sanma ki uyurken kazanırsın
Hadi köyüm ne zaman uyanırsın


Aile, arkadaş çevremde tembelliğimizi, uyuşukluğumuzu, geri kalmışlığımızı, kabalığımızı, cahilliğimizi konuşurken, sorunun ‘eğitimsizlikten’ kaynaklandığını savundum hep. Peki eğitimde müthiş ilerleme kaydetmemizi sağlayan Cumhuriyet’le gelen reformlara rağmen biz ne zaman duraklama devrine girmiştik? TV yardımı ile evlenip, yemek pişirip, birbirimizi gözetleyip, kavga edip dolayısıyla duraklama dönemini şiddetle hissederken bu sorunun cevaplarından birinin KÖY ENSTİTÜLERİ’nin olabileceğini söyledi arkadaşlarımdan biri ve Mehmet BAŞARAN’ın kitabı ÖZGÜRLEŞME EYLEMİ : KÖY ENSTİTÜLERİ’ni okumamı tavsiye etti. Daha kitabı okumaya fırsat bulamadan iki gün sonra Ekim ayında iş sebebi ile katıldığım Perakende Günleri’nde kapanış günü Köy Enstitü çıkışlı bir öğretmen, aydın, halk insanı, yazar olan Osman ŞAHİN’i dinledim. Sunum yapmak için aradığım kitabı/daha çok konuyu bulmam böyle oldu.



OSMAN ŞAHİN'İN KONUŞMASI

Aşırtmazlarda, ıssız, kuru kaya diplerinde bazen ufacık yaban elmaları biter...

O denli bakımsızdırlar ki, koca yılda birkaç santim ya büyür, ya büyümezler. Koskoca gökyüzü boşluğunda birkaç santimlik yer kapabilmek için yaşarlar sanki. Dalları kısa küt'tür ama sağlamdir. Sabır ve diken yüküdürler. Öyle ki, bazen yaprağından çok dikeni olur. Dikenler gövdeden çıkar çıkmaz ağaçlaşır, sivri çelikten birer iğneye dönüşürler. Kışın buzlu karların beteri üstlerinden geçmesine karşın, ne eğilir, ne de fırtınada boranda sallanırlar. Sesleri çıkmaz, öylesine kıpırtısız dururlar ki kimi köylülerin çalışmayan, kıpırtısızca duran birini, "Karaçalı nöbetine durmuş gibi" diye benzetmeleri işte buradan gelir.

Köylüler bahçelerine, suyu gübresi bolca verilmiş, yılda birbuçuk, iki metre sürgün veren gösterişli meyva fidanlarından çok o yaban elmalarını dağlardan söküp getirerek dikerler. Bir yıla kalmaz aşılarlar. Yaban elmaları Hititlerden bu yana o toprakların iklimini, huyunu, suyunu almışlardır çünkü. Kalıtımsal bir dirençleri vardır. Kuraklığı, rüzgarı, kışı bilirler. Suyu, gübresi gecikse bile toprağa küsmezler. Fidanlık ve seralarda yetişen gösterişli fidanlara benzemezler hiç. Baharda dalları çiçek yükünden görünmez olur. Ağacın altı üstü meyva kokar...

İşte Köy Enstitülerine alınan yoksul, sahipsiz köy çocuklarında, anlatmaya çalıştığım bu yaban elmalarının şaşmaz, köklü, sabır ve direnci yatar. Daldan eğme değil, kökten sürme, köşk yada sera çocukları değil, bozkır çocuklarıdırlar...

17 Nisan, işte bu bin yıllık toplumsal "ihmal"in üstüne yüreklice gidişin, sorunu kökünden kavrayışın, büyük bir bozkır uyanışının adıdır. İnsan onurunun ayağa kalkışının, kendine olan güvenin, yurtseverliğin ve bozkırın derinliklerine vurulan binlerce artezyenin adıdır...

Her dersin ayrı bir yeri, ayrı bir dersliği vardı: Müzik derslerimizi "müzikhane"de; sayısız nota sehpaları, piyano, elli kadar mandolin, sekiz keman, bir o kadar akerdeon, gramafon ve taş plaklarla dolu bir sınıfta yapardık. Müzikhane duvarlarını, Türk Beşlileriyle, batının büyük bestekarlarının resimleri süslerdi. Resim derslerini baştan aşağı boya ve renk kokan, ayaklı resim sehpaları, tuvaller, önlüklerle dolu başka bir sınıfta "resimhane"de yapardık.

Sınıflarımız birer kitaplıktı. Herkes istediği kitabı alır okurdu. Okuma salonunda aylık edebiyat dergileri ve günlük gazeteler bulunurdu. Varlık dergisini ilk orada tanıdığımı söylemeliyim. Ay sonları, o ayın en çok kitap okuyan öğrencileri bayrak töreninden önce herkese tanıtılır, armağanlar verilirdi. Kitap yakma, kitap korkusu ve düşmanlığı yoktu. Oturduğumuz tabureleri, duvar panolarını, karatahtaları, okul parkındaki palmiyeden futbol sahasındaki kale direklerine kadar bizler yapardık. Ödev için yaptığımız çerçeveler, resim derslerinde başarılı görülen resimlere yıl sonu sergilerinde çerçevelik ederdi. O tabloları yöremizdeki uygulama okullarına armağan ederdik.

Tarım derslerimizde her sınıfın ayrı bir ağaçlığı, koruluğu vardı. Her öğrenci kendi çukurunu kazar, fidanları diker, okulu bitirinceye kadarda o fidanlardan sorumlu olurdu. (günümüz çevrecilerinin kulakları çınlaşın) Tabiat Bilgisi öğretmenlerimiz bizleri sürekli çevre araştırmasına yöneltirlerdi. Yöremizde ne kadar ağac, bitki, çiçek, ot türü varsa, örnekler alır, defter sayfalarımız arasında kurutur, sonra da altlarına açıklayıcı bilgiler yazardık.

Defterlerimiz küçücük birer botanik bahçesine dönerdi. Yemekhane binası, aynı zamanda toplantı, sinema, tiyatro ve eğlence salonuydu da. Hafta sonları her sınıfın zorunlu olarak hazırladığı piyesleri, halk oyunlarını, koroları izlerdik. Böylece her öğrencinin yeteneği ortaya çıkardı. Ayrıca her sabah, bütün öğrenci ve öğretmenlerimizin katılımıyla top sahasında, davul, zurna, mandolin ve akordeon eşliğinde coşkuyla halk oyunlarımızı oynardık.

'68 lerde Amerika üniversitelerinde başlayarak Avrupa'nın başkentlerine yayılan öğrenci hareketlerinin temel istemi "okul yönetimine katılmak"tı. Bu istek yıllar önce bizim Köy Enstitülerinde vardı. Büyük sınıflardan başlayarak, her hafta bir sınıf derslere girmez, okul yönetimine katılırlar herşeyden sorumlu olurlardı. Hafta sonları yemekhane de yönetime katılan sınıfların özeleştirisi yapılır, herkes düşüncelerini çekinmeden söyler, sorular sorar, böylece öğrencilerin demokrasi ve tartışma yetenekleri geliştirilirdi.

Şimdi kısaca özetlediğim bu bilgilerden sonra, günümüzün üretemeyen, yalnızca tüketen, devletten durmadan ödenek isteyen, bir eli velilerin cebinden hiç çıkmayan, Mehmet Başaran ağabeyimin çok yerinde bir benzetmesiyle "dört-duvar-kara-tahta" okulların haline bir bakalım:


Sofralarında yedikleri meyveyi ancak manavlarda görebilen, ama ağacını görse tanımayan; spor dersinde kum havuzunun kumunu eline küreği alıp da karıştıramayan, üretim aracı olan küreği küçük düşürücü bir nesne sanan, kibirli, asalak okul gençliğini düşünün... Kitaptan, doğadan, topraktan kopmuş, kendi öz yurduna yabancı, duyarsız, toplumuyla özümsemesi durmuş, bireyci değil bencil, "bananeci", "köşe dönücü" bir toplum... Öğretmenlik mesleği, okul kapısından içeri girince başlar, okul kapısının dışında sona ererse, hepsi de birer maaş memuru olursa, onun yetiştireceği öğrenci de böyle olur. Otu çek de köküne bak...

Yaban elmalarına benzettiğim özverili, sabırlı, çalışkan yoksul köy çocuklarının yanısıra şimdi bu rahat ortamların, milli gelirden en yüksek payı alanların, bunu da ülkemizdeki korkunç fırsat eşitsizliğine borçlu olan burjuva çocuklarının okuduğu özel okullara bakalım: Kışın Anadolu köylüsünün bir yol sorunu olduğunu bilmiyorlar.

Gazete okumuyorlar. Ara sıra televizyonda Anadolu köylülerinin sorunlarını işleyen Türk filmlerini izlemiyorlar. İzleyenler de, bunları, "uyduruk masallar" olarak görüyorlar. Ama aynı çocuklar, batının ucuz, seks ve gangster kültürü dediğimiz yoz kültürüne alabildiğine açıklar. Adı sanı bilinmeyen en küçük pop müzik topluluklarının adlarını, şarkılarını, topluluk bireylerinin sevgililerini, hangi kaset ya da plağın o hafta liste başı olduğunu biliyorlar. Kendi bestecilerimiz "Türk Beşlileri"ni bilmiyorlar. Anadoludan sözeden, halk oyunları oynayan çocuklara ise "kıro" gözüyle bakıyorlar. Sırtlarına giydikleri pahalı markalarla, sırtlarının ucuz birer reklam panosu olarak kullanıldıklarının bile ayırdında değiller...!

Herşey açık seçik değil mi? Şimdiden bir ayakları batıda, İngiltere ve ABD'de, bir ayakları ise Ankara-İstanbul'da olan bu çocukların bir çoğunun yarın "çift pasaportlu" birer Bülent Şemiler örneği "prens" olacakları kesindir.(*)

Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra, köy çocuklarına İmam Hatip okullarıyla kuran kursları ardına kadar açılmıştır. Orta öğrenimde okuyan her 10 öğrenciden birinin İmam Hatipli olduğu, yalnızca İstanbul'da ortaokul sayısından çok kuran kursu açıldığını yineleyelim.

Oyun bu denli açıktır. İlerde ülkenin üst düzeyine geleceklerin ipleri ABD'ye dönük olacak, yönetecekleri kitlelerin bakış açıları ve alt kültür yapıları ise Suudi ve humeyni kültürüne dönük olacaktir. Yani bir yanda ağa babaları Vaşington, bir yanda Mekke-Medine-Tahran...

İşte Köy Enstitülerini kapatanlar hala bu başarılarının faizini yiyor, onunla devlet yönetiyor, geçiniyorlar. Daha da yiyeceklerinden başka...!

Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşının getirdiği ağır koşullara karsın, her türlü kültürel baskıdan, gerilikten kurtulabilmemiz için, başvurulacak asıl yolun, yabancılara avuç açmaktan değil, kendi halkımızın öz kaynaklarına, gücüne güvenmekten geçişinin adıdir;

Halkımızda öteden beri varolan yaratıcılığın, çalışkanlığın, imece ve dayanışmaya olan yatkınlığının kanıtıdır;

Eğitim ve öğretim girişimini köy düzeyine indirerek, yoksul köy çocuklarına tanınan ilk fırsat eşitliğinin, yerel koylu önderlerinin yetiştirilmesinin; köy, orman, su, toprak, tarim, tarih gibi çevre araştırmasının, zengin folklor değerlerimize el atılışının adıdir;

Öğretmeni ve öğrenciyi, "dörtduvar karatahta gevezeliği"nden çıkararak, gerçek yaşama geçiren, çevreyi okul ve sınıf yapan, meyveyi, çiçeği ağacında tanıyan, elişi kağıtlarıyla cansız, kokusuz çiçek yapan değil, çiçeği bahçede yetiştiren, yoksul köy çocuklarına kişilik verme, ülke gerçekleri karşısında uyanma, soru sorma, yüreklice sesini çıkarabilme savaşının adıdır Köy Enstitüleri...

Osman Şahin
Dicle Köy Enstitüsü mezunu

(*) Köy enstitülerinin kuruluşunun 50. yılı olan 17 nisan 1990 günü; Şükran Kurdakul / Ayla Akbal ve Osman Şahin'in de katıldıkları panelde, yazarın, Bursa Tayyare sinemasında yaptığı konuşmadan.




ANADOLU AYDINLANMASI KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitülerine ihtiyaç duyulmasının tarihsel nedenlerini anlayabilmemiz için öncelikle Osmanlı Devleti’ndeki eğitim sistemini incelememizin doğru olacağını düşünüyorum.

Osmanlı Döneminde Eğitim

Ortaçağ boyunca ilahi düzenin eğitimi yapılmış …ancak aydınlanma döneminden sonra ‘Sen insansın, aklını kullan; dünyayı kendine göre düzenle’ eğitimine yönelebilmiştir. Bilimlerin, sanatların, teknolojinin gelişmesi laik okulla olmuştur. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.21)

Tanzimat’a kadar Osmanlı Devleti sınırları içinde devlete bağlı öğretmen yetiştiren ‘bağımsız bir eğitim kurumuna rastlanmıyor. Bu dönemin ilköğretim kurumları daha çok varlıklı halk tarafından yaptırılan sıbyan (ya da Darul Talim; Mektep, mahalle mektebi) diye adlandırılan okullardı. İlköğrenim tahsili verilen bu okullarda 5-6 yaşlarındaki çocuklara Kur’an okuma ve namaz başlıkları, okuma yazma ve dört işlemden ibaret olan matematik dersi verilirdi. Sıbyan mektepleri konusunda en önemli atılım 1869 tarihinde Osmanlı Milli Eğitim Bakanlığı’nda Maarif Nizamnamesi ile yapılan değişikliktir.

Buna göre, sıbyan mekteplerine devam mecburiyeti erkek çocuklar için 6-10 kız çocuklar için 7-11 yaşları olarak belirlenmiştir. Bir mahalle veya köyde iki sıbyan mektebi varsa bunlardan birisi kızlara ayrılacaktır. Yoksa yeni bir mektep açılıncaya kadar kızlar da erkeklerin gittiği sıbyan mektebine gidecek, fakat erkek çocuklarından ayrı bir sırada oturacaklardır.

Medreseler ise, imparatorluk içersinde en yaygın orta ve yüksek öğretim kurumları, parasız yatılı okullardır. Bu okullarda eğitimin özü ‘Arapça’ ve ‘dini’dir. Araştırmalar şunu göstermiştir ki ; medreselerin doğuşunda en büyük etken suni-şii çatışmasıdır. Dolayısıyla medresenin kuruluşunda dini gerekler büyük rol oynadığından ağırlık tamamen dini çalışmalara verilmiştir. Denilebilir ki medreselerin kuruluşlarında ve çok uzun müddet ayakta kalmalarında bu belirgin siyasi ve dini taraftarlık ön ayak olmuştur. 16. yüzyıldan sonra, 17.yüzyıl başlarında medreseler artık, birer şeriat savunucusu rolünü üstlenirken 17.yüzyıldan sonra, toplumsal yapıda en gerici tutumu temsil etmekte olan sıbyan mektepleri ve medreseler yetersiz kişilerin hocalık yapmaları ve ceza sistemi olarak falakayı (sopayı) kullanmalarından ötürü korku, baskı ezber düzeninde birer cehalet yuvası olmaya başladılar.

Görülen o ki ; medreseler ve sıbyan mekteplerine öğretmen bulmak ve üstelik bunların mesleki formasyona sahip olmalarına ulaşabilmeleri gerçekte sorun olmaktaydı. Mevcut müderrislerin (öğretmenlerin) yeterli bilgilere ve çağdaş anlayışa sahip oldukları kesinkes söylenemezdi. Bu dönemde serbestçe tartışmaya yönelik, düşünce özgürlüğüne, gözleme, deneye yönelen her ders ve öğretmen bu sistemin dışına atılmıştır. Örnek : Dönemin ileri görüşlü muallimlerinden Davut bey kara tahtayı sınıfına sokmak isteyince mollalar tarafından neredeyse linç edilmek istenir, kaçıp canını zor kurtarır. Çok sonraları kara tahta Arap alfabesi üzerine yazılmamak koşulu ile mollalar ve halk tarafından kabul edilir.

Bunun gibi harita okullara sokulmaz, resimler öğretim teknikleri arasında yer alamaz. [Örnekte anlattıklarım Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği Bir Aydınlanma Projesi Köy Enstitüleri panelinde Köy Enstitü çıkışlı bir öğretmen olan Sayın Mehmet Sazak’tan dinlediklerimdir.]

Osmanlı hanedanına mensup kişilerin çocukları ve hanedana yakın üst tabakaya mensup ailelerin çocukları bu okullara gitmez, saray içinde askeri ve mülki mevkiler için yönetici kadrolar yetiştirmeye yönelik eğitim uygulayan Enderun Mektebi’ne devam ederler ve özel öğretmenler tarafından eğitilirlerdi. Tanzimat öncesinde medreseler öğretmen kadrolarını kendi içlerinden hazırlarlardı. Medrese öğretmenine müderris denirdi: Müderrislerin toplum içersindeki yerleri oldukça önemliydi.

Denilebilir ki eğitime hizmet etmesi için yetiştirilen müderrisler iktidarla olan ilişkileri kuvvetlendikçe bir nevi İmparatorluğun çıkarları yönünde –ki, bu halkı uyandırmamak anlamına geliyor - hizmet eden memurlara dönüştüler, görülüyor ki Osmanlı Devleti’nin yöneticileri ( bugünün yöneticileri de) geleneksel bir düzenin yürümesine hizmet edecek, sistemin çarklarını döndürmeye devam edecek, başkaldırmayacak, tepkisiz eğitim gören ve eğitim veren kitleler hedeflemekteydiler.

İşin komik tarafı bu kitlenin eğitim almasını sağlayan ve eğitim veren kişilerin maaşlarını ödeyenler de Osmanlı köylüsü idi. Köylünün aydınlanmaması için verilen savaş o zamandan süregelen bir sistemin parçası mıdır? Müderrislerin arasında da olumlu bilim adamları muhakkak yetişmişti ama genel görünüm bu şekilde idi. Bu çıkar ilişkileri nedeniyle 17.yüzyıldan sonra müderrisin taşıması gereken niteliklere ve değerlere bakılmaksızın bir rütbe halini almıştır. Sıbyan Mektepleri (mahalle okulları) öğretmenleri de medresede eğitim görmüş kişilerdi.

Genelde bulundukları semtin cami ya da mescidinin imamı olduklarından halk/köylü tarafından sözü dinlenen kimselerdi, onlardan beklenen dini esaslar içersinde, göreneğe ve geleneğe uyarak ders okutmak devlete bağlı öğrenci yetiştirmekti. Ama bu kişiler öğretmenlik mesleği için yetiştirilmedikleri, asıl vazifeleri camilerde imamlık ya da hatiplik olduğu için öğretmenliği ikinci planda bir iş olarak görüyorlardı. [İsmail Hakkı Tonguç; Canlandırılacak Köy, 1947] Bazı durumlarda ve koşullarda okuma yazması dahi olmayan fakat Kur’anı ve namaz dualarını ezbere okuyabilen kimseler sıbyan mekteplerinde öğretmenlik yapmışlardır. Tanzimat öncesinde ve sonrasında Osmanlı Devleti’nde öğretmen yetiştirme politikasında en önemli unsur dini bilgi seviyesi olmuştur. Batının çoktan önemini anlayıp uygulamaya başladığı bilime, akıla dayalı çağdaş eğitim sisteminin çok gerisindeydik.

Dip Not : Batıda da , erkek bakış açısı ile, kızlara eğitim gerekli görülmemiş, ya da en çok, kadınlık durumlarına uygun bir eğitimle yetinmeleri istenmiştir. Kızların eğitimi erkek çocuklarınkine göre çok yavaş bir gelişme göstermekle beraber yine de Osmanlılara göre bu alandaki gelişmeler çok daha önce 18 yy’da başlamıştır

19 yy’nın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınlanma (Sever Tanilli) diye tanımlanabilecek yenileşme dönemine girer. Osmanlı’nın 19.yy’ın sonları ve 20.yy başlarına kadar sürdürdüğü yenileşme hareketlerinde temel amaç toplum ve devlet sisteminin Batılaşma doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıdır. Eğitim ve eğitim reformları bu yenileşme ve yeniden yapılandırma sürecinin merkezinde tanımlanır.

* 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilir. [Müfredatımızda Tanzimat Dönemi 1876'da II. Abdülhamit'in tahta çıkması ve Meşrutiyet'in ilanıyla sona ermiş kabul edilir. Ancak genel anlamda Osmanlı Reformunun 1922'de Osmanlı Devletinin sona ermesine dek sürdüğü de söylenebilir.]

* 1848’de ilk öğretmen okulu (Darülmuallimin) açılır.

* 1868’de eğitimde yenilenme kararı alınır. Fransızca eğitim ve batılı anlamda ilk eğitim verecek olan lise ile üniversite arasında bir kurum olan Galatasaray Sultanisi açılır.

* 1869’da Fransız eğitim sistemini örnek alan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yürürlüğe girer. Eğitimde önemli reformların yapılması açısından çok önem taşır.

* 1870’de bayan eğitimciler yetiştirilmek üzere Darülmuallimat adında kız öğretmen okulları açılır. (Dini sakıncalara rağmen (!) bu atılıma destek veren Osmanlı Padişahı Abdülaziz - dönem 1861-1876 - idi.)
• İlk kez yurt dışına öğrenci gönderildi.
• Devlet memuru yetiştirmek amacıyla,Mekteb-i Maarif-i Adliye kuruldu.(II. Mahmut)
* 1872’de lise seviyesinde İdadiler kuruldu.

* 1891’de orta ve lise dengi okullar için öğretmen yetiştirme okulları açılır.

Eğitim sisteminde yapılan bu reformlara rağmen geleneksel yapının korunma isteğindeki direnç daha baskın çıkarak açılmasına karşın medreselerin varlığı eğitimde ikili bir yapı oluşturmuş ve bu reformların başarısız olmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde nüfusun eğitim düzeyinin oldukça düşük olduğu görülmektedir.

1897 yılı istatistiklerine göre Okuma yazma bilenlerin oranı % 10’un altındadır. [Kaynak: DİE, Osmanlı Devletinin İlk İstatistik Yıllığı 1897, (Ankara 1997)]

30 YIL SONRA …

1927 de yapılan nüfus sayımında Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) ancak % 10,5’i okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Erkeklerin % 17,4’ü ve kadınlarda % 4,6’sı okuma yazma bilmektedir.

ORTAÇAĞ’DAN > YENİDEN DOĞUŞ RÖNESANS DÖNEMİNE

Aynı dönemde Batı, ortaçağ karanlığından çıkmanın mücadelesini başlatmıştı. Rönesans ve Reform hareketleri başarıyla sürdürülmektedir. Din karşısında, bilimin bağımsızlığını sağlayarak, inancın bilinçle çatışmasını önleyecek toplumsal kurumları oluşturmanın çabası içindedir. Eğitim yaygınlaşmış, okuyanların, düşünenlerin sayısı hızla artmaya başlamış, hümanizmanın cömert hoş görülü havası içinde tüm sanat dallarında ve bilimdeki hızlı gelişmeler, insanları kendi bilincine ve özgür istencine göre hareket etme olanaklarına kavuşturmuştu. Rönesans tarih yönünden 1450 yıllarında başlamış ve 1600lere kadar sürmüştür. Sadece sanat ve düşünü alanında değil, toplumun bütününde temelden bir yenilenme,bir "uyanış" baş gösterdi. İtalya'daki Rönesans hareketi,tez zamanda oradan Fransa'ya, Almanya'ya geçti. Alabildiğine yaygınlaştı.

Rönesans’ın sonuçları

1. Skolastik görüş ( Kilisenin dar görüşü ) yıkılmıştır.
2. Yerine pozitif ( Bilimsel ) düşünce hakim olmuştur.
3. Reform hareketlerini hazırlamıştır.
4. Bilim ve teknikteki gelişmeler hızlanmıştır.
5. Avrupa’da sanattan zevk alan aydın ( Mesen ) sınıf ve halk sınıfı oluşmuştur.
6. Din adamlarının ve kilisenin halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır.
7. Avrupa’nın her yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir.

RÖNESANS DÖNEMİNDEN > AYDINLANMA ÇAĞI FRANSIZ DEVRİMİNE
- Sosyal Durum ve Eğitim


Fransız Devrimi öncesi Fransa’da mutlak kral hakimdi. Kral, tüm kuvvetini ve kudretini tanrıdan almaktaydı. 16. Louis’nin dediği gibi, “Devlet benim!” zihniyeti, kralın her türlü güce sahip olduğunu ifade ediyordu. Fransa’da kral, devlet ve toplum hayatına tam hakimdi. Medeni ve siyasi hürriyetin sözü edilmemekte, bozuk bir yönetim tarzı, felçli bir adalet mekanizması, zalim bir yönetimin özelliklerini göstermekte idi. Ayrıca sınıflar arasındaki ayrıcalıklar, papazların ve asilzadelerin devlet hayatında egemen oluşu, adil olmayan vergi dağıtımı, toplumda büyük huzursuzluklar yaratıyordu. Eğitim ve öğretim ihmal edilmişti ve din adamlarının tekelinde bulunuyordu. Ayrıca basın da sansüre uğramaktaydı. Ülkenin ekonomik durumu da iyi değildi. Fransız milleti eşitsizlik üzerine kurulmuş sosyal bir yapıya sahipti. Halk birbirlerine eşit olmayan ve başka hak ve imtiyazlara sahip bulunan ; Soylular - Rahipler - Burjuvalar- Köylüler olarak dört ayrı sınıfa bölünmüştü.

Soylular: Büyük toprak ve Malikane sahibi idiler. Devlet memurluğu ve askerlikle uğraşırlar devlete vergi vermezlerdi. Topraklarında köylüleri çalıştırırlardı.

Rahipler: Arazi ve mal sahibi idiler. Din bakımından Papa'ya bağlıydılar. Devlet ve Halk üzerinde dinsel otoriteye sahiptiler. Devlete vergi vermezlerdi.

Burjuvalar: Şehir ve kasabalarda oturan iş ve ticaret'le uğraşan kesimdi. Aydınlar bu sınıf içinde idi. ( Doktor Mühendis Avukat Tüccar Sanatçı ) . Siyasal hakları yoktu. Devlete vergi verirlerdi. Dini eğitim alırlardı.

Köylüler: Halkın çoğunluğunu oluşturmakta idiler. Vergi verirler askerlik yaparlar soylu kişilerin ve rahiplerin tarlalarında çalışırlar gerektiğinde onların angaryalarını görürlerdi. Hiçbir siyasal hakları yoktu. Okuma - Yazma bilmezlerdi. Ekonominin bütün yükü vergileri bu sınıf karşılıyordu.

Fransız ihtilâli, bir bakıma 18. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa'da gelişen aydınlanma hareketinin (düşünce sisteminde aklı ön plana çıkarma) bir sonucudur. 17. yüzyılın sonlarına kadar adeta devletin hakimi durumunda bulunan kilise tarafından dondurulmuş devlet ve evren anlayışı karşısında aydınlanma çağının önemli isimleri arasında yer alan Montesqieu (1689-1755) (İran Mektupları ve Kanunların Ruhu Üzerine), Voltaire (1694-1778) Jean-Jacques Rousseau (1712-1755) (Sosyal Mukavele), Diderot (1713-1784) gibi aydınlar yazdıkları eserlerde Fransa'nın rejimini eleştirdiler, bilimi ve aklı her konunun çözümünü sağlayacak bir anahtar olarak ortaya attılar, bu düşünceler toplum hayatının birçok alanında reformen görüşlerin gelişmesine yol açtı. Aydınlar arasında akılcılığın hızla yayılması, toplumu dar kalıplı, kilise tarafından sınırlandırılmış düşünce biçimlerinden belli bir süreç içinde çıkarmayı başardı. Toplum, aydınların öncülüğünde kiliseyi ve devleti sorgulamaya başladı.

Hürriyet fikri dalga dalga yayıldı. Bu duruma Fransa'nın içinde bulunduğu iktisadî bunalım da eklenince Kral XVI. Louis bunalıma bir çare bulabilmek ümidi ile istemeye istemeye 1614 yılından beri toplanmayan Etats Generaux'u (Soylular, papazlar ve halk temsilcilerinden meydana gelen ve hükümet tarafından belirlenen zamanlarda toplanan ancak herhangi bir yasama ve yürütme yetkisi olmayan meclis) toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Ancak bu meclisin çalışmalarından bir sonuç çıkmadı.

Bunun üzerine 17 Haziran 1789 tarihinde halk temsilcileri, kendilerinin toplumun %96'ını temsil ettiklerini söyleyerek, kendilerinden meydana gelen meclisi “Millî Meclis” olarak ilan ettiler. 20 Haziran günkü toplantıda da bir anayasa yapılıncaya kadar dağılmamaya and içtiler.

Milli Meclis'in Fransa krallığı için bir anayasa yapmak üzere harekete geçmesi, yüzyıllardan beri süre gelen monarşi yönetimini değiştirmeyi hedef alan bir hareketti. Bu bakımdan krala ve kiliseye karşı gelmekti. İşte bu girişimle ihtilâl başlamış oluyordu. 14 Temmuz'da halk, Paris'te yönetime el koyarak Derebeylik sisteminin kaldırıldığını ilan etti. 28 Ağustos 1789'da ise "İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi" yayınlandı.

Sonuç olarak Fransız İhtilâli, görünüşte sosyo-ekonomik ve hiyerarşik sebeplerle başlamakla beraber, kısa zamanda 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma hareketinin beraberinde getirdiği hürriyet, eşitlik, millî irade, özgürlük, laiklik, cumhuriyet gibi fikir akımlarının etkisi altına girdi. Aydınlanmanın yarattığı yeni düşünsel yaşamın da etkisi ile eğitim sistemi ulusal ve bilimsel bir temele oturmaya başlarken; okur yazarlık ve kitap okuma alışkanlığı çarpıcı bir biçimde gelişti. Aydınların bu çalışmaları, Fransa’da halkın krallık rejimine karşı kışkırtılmasını ve ihtilalin hazırlanmasını sağlamıştır.

Fransız ihtilâli, milletlerarası siyasi hayata ise; milletlerin hakları, milletlerin kendi geleceklerine kendilerinin hakim olması, milletlerin eşitliği, plebisit, doğal sınırlar, tarafsızlar hukuku gibi sonraki yıllarda önce Avrupa'nın sonra da dünyanın sosyal, siyasî ve ekonomik hayatının şekillenmesinde önemli roller oynayacak prensipleri getirdi.

Böylece 1789 Fransız ihtilâli, ortaya koymuş olduğu düşünce akımları, siyasî, sosyal, ekonomik, eğitim, askeri alanlarda getirdikleri ve bunların etkileri ile, günümüze kadar dünya ölçüsünde büyük değişikliklerin ve gelişmelerin meydana gelmesine yol açmıştır.

Bu ulusal akımlar ve reformlar maalesef bize çok sonraları ulaşmış, işte bu gecikme ve aşağıda belirteceğim batıl anlayış üzerine eğitim sisteminin inşa edilmesi, Türk Toplumunun Batı’nın çağdaş toplumlarından 300 – 350 yıl geri kalmasına neden olmuştur, Osmanlı döneminden alınan sistem yanlışları ve devralınan modelle eğitim sorununun çözümlenmesi Cumhuriyet Öncesi dönemde de yapılan tüm yeniliklere rağmen mümkün olmamış ancak Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra eğitim sorunlarına gerçek anlamda çözümler aranmıştır.

Çünkü Osmanlı dönemi eğitim sistemi :

. Ümmet döneminin ve siyasetinin bir aracı olmuştu.
. Medrese eğitimi, Türk toplumunun bağımsızlık ve ilerleme yollarını açamamıştı.
. Toplumda bilgisizlik yaygındı. Okuma yazma oranı hep %10’ların altında kalmıştı.
. Uygulanan öğretim yöntemleri çağın gereklerine uygun değildi ve yetersizdi. Yaratıcılığı engelleyici, baskıcı ve ezberci nitelikte idi. Ayrıca öğretim birliği yoktu.
. Çocuklar ailenin ve öğretmenin aşırı baskısından dolayı korku ile büyüyor, kendini hayatı bilmeyen, sorgulayamayan, olan biteni kaderine bağlayan insanlar yetiştiriliyordu. Geleneksel olarak uygulanan eğitim bu dünyaya değil, öbür dünyaya yönelikti. Bu dönemde, tüm düşünürlerin ve hocaların devletin resmi öğretisi olan kutsal kitap dışında bir şeyler öğretmesine izin verilmemiştir. Bilim ‘şeriatın izin verdiği ölçüde, suya-sabuna dokunmaz konularda, âlimlerce araştırılmış ve öğretilmiştir. Onlara göre çağdaş dünyada insan aklının geliştirdiği tüm yapıtlar kitapta vardır. Kitap dışındaki arayışlar günahtı, arayışa girenler de kâfirdi.

CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM (1919 – 1923)

• Kurtuluş Savaşı sürerken, 9 Mayıs 1920 tarihinde Milli Hükümet programında eğitim politikasının amaçları açıklanır.
• 15 Temmuz 1921 Maarif Kongresi’ne kadın ve erkek öğretmenler birlikte katılarak eğitimin amaç ve politikaları tartışılır. Yalnız bu kongreye kadınların katılımı yobaz kesim tarafından şiddetle eleştirilmiş.
• 08 Mart 1923 Maarif Misakı (Eğitim Andı) Maarif Vekili İsmail Safa (Özler) imzasıyla yayınlandı. Eğitimin ulusal bilinci yaratması ve serbest akımlarla düşünsel gelişmeye olanak vermesi gerektiği belirtilmiştir.
• Heyet-i İlmiyeler > 1.Heyeti İlmiye 15 Temmuz 1923 ; 2. Heyeti İlmiye (1924) ; 3.Heyet-i İlmiye (1926) Heyet-i İlmiyeler Milli Eğitim işlerini bütün yönleri ile alıp sorunlarını tanınmışi eğitimcilerin düşünce ve tecrübelerinden yararlanarak planlamak ve bir programa bağlamak amacı ile toplanmıştır.

CUMHURİYET DÖNEMİ ve KÖY ENSTİTÜLERİ


Bizim zengin ve ahenkli dilimiz, artık Yeni Türk harfleriyle kendini gösterebilecektir. Beyinlerimizi yüzyıllardır demir bir mengene içine sıkıştıran bu anlamsız işaretlerden kurtulmalıyız. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.22)

Batı ileriye doğru giderken geç kalmakta olduğumuzu gören Atatürk’ün eğitim reformunu başlatabilmesi için gerekli olan adımları atmaya başladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kafasındaki eğitimde yenileşme konusu, 17 Şubat 1923’ye toplanan İzmir İktisat Kongresinde, ‘Maarif Vergisi’ (Eğitim ve Öğretim Vergisi) tartışılırken gündeme gelmiş, ileriki yıllarda nasıl bir köy öğretmeni yetiştirilmek gerektiği bir karara bağlanmıştı. İzmir İktisat Kongresine katılan çiftçi temsilcilerinin gündeme getirdiği Maarif Vergisi, köylüler için gerçekten bir sorun oluşturuyordu, köyünde okulu olmayıp Maarif Vergisi vermeye zorlanan köylüler bu konuda çok dertliydiler. O yüzden kongrenin bir oturumunda ülkemizin eğitim konusu, Mustafa Kemal’in direktifleriyle tartışmaya açılmış, köylerde açılacak okullar için şöyle bir karar alınmıştı :

‘Köylerdeki ilkokulların koşulsuz olarak beş dönümlük bir bahçesi ve iki ineklik ahırı ve kümesi, modern bir arılığı ve öğretmenler için iki odalı bir evi olması ve arazinin bir bölümünün çiçek ve bir bölümünün de fidanlığa ayrılması öngörülüyordu. Harcanacak giderlerin de elde edilen ürünün de köyün öğretmenine ait olması ve bu yöntemle çocuklara uygulamalı olarak çifçiliğin öğretilmesi ve uygar köylerde yetiştirilmesinin özendirilmesi gerektiğidir.’
İzmir İktisat Kongresi’nde öneri olarak ortaya atılmış ve karar altına alınmış olan köy okullarının nitelikleri sanki Köy Enstitüleri eğitim programlarının sinyalini veriyormuş gibiydi. İşleri hızlandırmak için Atatürk İzmir İktisat Kongresi’nden 1 yıl sonra 3 Mart 1924’de ‘Tevhidi Tedrisat’ (Öğretim Birliği) yasasını değiştirmekle işe başladı. Ayrıca Şer-iye ve Vakıflar Vekaleti kaldırıldı, böylece bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış oldu.

1 Kasım 1928’de ise Türkçe’nin yapısına en uygun Latin alfabesine geçişi sağlayacak Türk Harfleri Kanunu yürürlüğe kondu. Millet mektepleri, Halkevleri açıldı. Ama bunlar hala köklü çözümler değildi.


Ulusal Ant’la yaşayanların güçlerini devindirmek, halk yönetimini tabandan fışkırtabilmek, bize özgü bir eğitim ve ekin kirizmasıyla* olanaklıydı. Dil, din, mezhep, köken ayırmayan, tüm insanlarımızı kucaklayan böyle bir ulusçuluk anlayışından doğdu Köy Enstitüleri. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.35) *[kirizma > toprağı bol işlemek, en bolluklu verimlere hazırlamak]

Aslında Osmanlı Dönemi’nde Köy Enstitüleri projesine yakın bir öneriyi ilk ortaya koyan dönemin Kastamonu Milletvekili İsmail Mahir Efendi idi.

MİLLETVEKİLİ İSMAİL MAHİR EFENDİ :

1869 yılında Araç’ın Boyalı bucağında doğdu. Medresede okudu. Daha sonra Kastamonu Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Kastamonu’da Öğretmen Okulu ve Erkek Sanat Okulları’nda öğretmenlik yaptı. İstanbul’a giderek İttihat ve Terakki Partisi’ne girdi. II. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra, İstanbul Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne getirildi. Yeniden oluşturulan Osmanlı Meclisi seçimlerine katıldı. 03 Kasım 1908’de 121 oyla Kastamonu Milletvekili seçildi. 28 Ocak 1911’de devlet memurlarının çalışma saatleriyle ilgili bir kanun teklifi verdi. Mecliste sık sık takrir (soru önergesi) vermesinden dolayı kendisine “Ebüd Takrir” dendi.Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşı’nda yetim kalan çocuklar için “Darü’l Eytam (Yetimler Yurdu)” kurulması için çalıştı ve dönemini tamamlayamadan 1916 yılında öldü.

Osmanlı meclisi tutanaklarından öğrenildiğine göre (Takvim-i Vekayi üçüncü Devre Intihabiye birinci sene, 33-içtima 1 Temmuz, 14 Ağustos 1914) Kastamonu Milletvekili İsmail Mahir Efendi mali bütçe konusu konuşulurken bir konuşma yapıyor, konuşmasında diğer bakanlıklar gibi Milli Eğitim Bakanlığı’nın da geri kaldığını, eğitime gereken önemin verilmesi gerektiğini söylüyor. Çözüm olarakta : ‘ Osmanlı’da 70 sancak var, kamu arazisi bulunan yerlerde hem ilkokul eğitimi vererek hem öğretmen yetiştirecek 8 yıllık ilkokullar açılsın. O sancakta ne kadar köy varsa o köylerden 1 kız 1 erkek öğrenci alalım, bu çocuklara meslek eğitimi vererek uzmanlaştıralım, 8.yılda uygulama eğitimi verelim. Aynı köyden gelen kız ve erkek öğrenciyi evlendirelim, 2’sine 4 TL aylık ve deneme arazisinden elde edilecek geliri de onlara verelim ve köylerine geri gönderelim ’ diye öneriyor. Böyle yaparsak 10 yıl içersinde Osmanlı mülkiyetinde öğretmensiz köy kalmaz diye de ekliyor. Bu öneri birçok milletvekili tarafından beğenilmez hatta küçümsenir ve o yıllar savaş yılları olduğu için konunun üzerine düşülmez. Aslında İsmail Mahir Efendi’ye ait olan ‘’Çiftçi Öğretmen’’ ‘’Öğretmen Çifçi’’ düşüncesi 26 yıl sonra açılacak Köy Enstitülerinin tasarı biçimidir.


Eğitimde arayış sürdürülürken Atatürk 20 Aralık 1925’de İzmir Milletvekili Mustafa Necati’yi Milli Eğitim’in başına getirdi.

Bütün bellediklerim yanlışmış. Meğer insanların kendilerindeki frenleri işler bir halde tutmaktan, buna bağlanmaktan başka doğru yol yokmuş. Meğer iyi kullanılmak koşuluyla özgürlük ve güven, en mükemmel eğitici imiş. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.35 alıntı A.E Yalman, Yarınki Türkiye’ye Seyahat, s.19)


MUSTAFA NECATİ (1925 – 1929)

Hem öğretmen, hem hukuk kökenli olan Mustafa Necati görevine dört elle sarılır. Mustafa Necati 1 Ocak 1929’da öldüğü güne kadar geçen, üç yıl süre içinde çok şeyi değiştirdi, onun döneminde ‘Köy Öğretmen Okulları’ denemesi başlatıldı, 1926 Kayseri yakınındaki ‘Zencidere’ köyünde ilk olarak ‘Köy Öğretmen Okulu’ açılır. Daha sonra Denizli’de bulunan bir ilköğretim okulu ‘Köy Öğrtemen Okulu’ halinde dönüştürülür. Yapılan planlamaya göre, ilkokulu bitiren çocuklar 3 yıl sürecek olan Köy Öğretmen Okulları’na alınırlar, eğitimi başarıyla bitirenler köylere öğretmen olarak atanacaktır. Uygulama sırasında beklenen sonuç alınamaz. Bunun nedeni de bu okullar, köylerden uzak kentlerde kurulduğu için köy yaşamından habersizlerdir ve adapte olamazlar. Ayrıca hesaplanandan çok daha yüksek maliyetli olmasından dolayı da Köy Öğretmen Okulları’nın kapatılmasına karar verilir. Mustafa Necati’nin ölümü Atatürk’ü derinden etkiler ve ‘Şimdi ölünecek zaman mıydı be çocuk?’ diyerek gözyaşlarını tutamaz.


Mustafa Necati Döneminden başlamak üzere Atatürk’ün direktifleri ile yabancı kökenli eğitimciler ülkemize çağrılır, eğitim alanında yapılan çalışmalara, çeşitli tarihlerde görev alan bu yabancı uzmanların çalışmalarının ve verdikleri raporların önemli katkıları olmuştur.



Çağrılan Yabancı Uzmanlar (1924-1932)
Çağrıldığı Yıl Adı Ülkesi Çalışma Alanı
1924 John DEWEY ABD Genel Eğitim Sistemi
1925 Kuhne Almanya Genel Eğitim ve Teknik Öğretim
1927 Omer BUYSE Belçika Teknik Öğretim
1932 Albert MALCHE İsviçre Üniversiteler





John DEWEY

1924 yılında ülkemize çağrılan John DEWEY, pragmatizmin önde gelen temsilcilerinden biri olup dönemin ve yüzyılımızın parlak eğitimcisidir. Dewey’in iki kere geldiği Türkiye’de hazırladığı ilk rapor milli eğitim bütçesi ve bütçenin nerelere harcanması gerektiği üzerinedir. İkinci rapor ise daha ayrıntılı ve eğitim sisteminin nasıl kurulacağı üzerinde yaptığı gözlem ve incelemelere dayalı bir çalışmadır.
John DEWEY, ikinci raporunda Milli Eğitim Bakanlığının eğitimde liderlik rolünü üstlenmesi gerektiğini belirtir. Milli Eğitim Bakanlığının rutin idari işlevlerden kurtularak entelektüel ve moral liderlik rolünü üstlenmesi gerektiğinin altını çizer. Bu amaçla:

. Bölgesel eğitim yönetimi örgütlerinin kurulmasını,
. Eğitim yöneticiliğinin yetenekli öğretmenler için çekici hale getirilmesini,
. Konuların tarım, tekstil, üretim gibi meslekler veya problem, olay ve projeler etrafında
geliştirilmesini
. Öğrencilerin uygulama yapmalarını, uygulamaları sırasında analiz, sentez, sayısallaştırma ve
ileriye dönük tahminde bulunma gibi becerileri kazanacaklarını,
. Eğitim ortamının sınıf ve okul ile sınırlı olmayıp, laboratuar, iş hayatı, ve çevreyi de içerecek
biçimde düzenlenmesinin gerekliliğini belirtmiştir.

DEWEY’ in öğretmenlerin ekonomik sorunlarını da Türk Eğitim Sisteminin Merkezî Sorunu olarak belirtmesi ilginçtir.

A. KUHNE

1925 yılında Türkiye’ye gelen Alman uzman eğitimin geliştirilmesi yönünde çalışmalar yapmıştır. Dewey ile ortak olarak köy ve köye göre eğitim üzerindeki düşünceleri köye öğretmen yetiştirilmesi çalışmalarında etkili olmuştur. İlköğretimin sonuna doğru öğrencilere meslekleri tanıtıcı bilgi ve beceriler verilmesini önermiştir. Yeni harflerin kabulünü sağlamak konusunda da öneri sunmuştur.

Omar BUYSE

1926 yılında yurdumuza çağrılan Belçikalı uzman, çeşitli illerde incelemeler yaparak bir rapor hazırlamış ve teknik eğitimin yapılandırılmasına ilişkin kapsamlı bir plan önermiştir. Raporunda;

. Halk tabakalarına ve özellikle fakir halka iş ve yükselerek giden bir yaşam standardı
sağlamak üzere kurslar açmak ve sanatkarlar arasında kooperatifler ve parasal destek
sağlayacak kurumlar kurmak
. Becerili işçiler yetiştirmek için okullar açmak
. Teknisyen, mühendis yetiştirecek okullar açmak.

Buyse, raporunda Mesleki ve Teknik Eğitimin yönetiminde yerel sanayi ve ticaret odalarının temsilcilerinin de yer almalarını önermiştir. Okulların bölgelerin ekonomik ve endüstriyel koşullarına uygun olması, programların bu esaslara göre düzenlenmesini rapor etmiştir.

Albert MALCHE

1931 yılında Türkiye’ye davet edilen İsviçreli uzman 1932 yılında İstanbul Darülfünunu hakkında sunduğu raporda, fakülteler arasında bilimsel işbirliğinin olmadığını, öğretim görevlilerinin yetersiz olduklarını, aralarında çekişme yaşadıklarını belirtmiştir.

Dr. REŞİT GALİP (1932 – 1933)

Mustafa Kemal Atatürk Dr. Reşit Galip göreve gelinceye kadar 6 kez Milli Eğitim Bakanı değitirir sonunda 20 Eylül 1932’de Dr. Reşit Galip Milli Eğitim Bakanı olarqak göreve başlar. Onun döneminde Köy İşleri Komisyonu kurulur ve bir rapor hazırlanır. Bu rapora göre yeni açılacak öğretmen okullarına ‘Bölge Okulları’ adı verilir. Kent dışında kurulacak bu okullar, öğrencilerini köylerden toplayacaktı. Günün yarısı dersahanede diğer yarısı iş ve uygulama geçecekti. Galip üniversite reformuna da önem verir, Darülfünun olan yüksek okulların adı Üniversite olarak değiştirilir. Ne yazı ki, Dr. Reşit Galip sağlık sorunları yüzünden görevinden istifa eder ve 05 Mart 1934’de de Ankara’dan vefat haberi gelir.

1931 Ağustos’unda Atatürk’ün düzenlettiği bir yemek davetinde aralarındaki çıkan bir tartışma sonucu Atatürk’e : ‘Burası sizin değil milletin sofrasıdır, sizin ne kadar oturmak hakkınız varsa benim de o kadar hakkım var’ diyen de Dr. Reşit Galip’dir. Bu olaydan sonra bazı kişiler Galip’in cezalandırılacağını düşünürken Atatürk birkaç gün sonra Galip’i Çanka’ya Köşkü’ne çağırır, ona Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunu verir.



SAFFET ARIKAN (1935 – 1938)

Galip’in ardından Atatürk 4 kez Milli Eğitim bakanı değistirir, 11 Haziran 1935’de yakından tanıdığı silah arkadaşı Saffet Arıkan’a görevi verir. Saffet Arıkan göreve gelir gelmez kendisiyle çalışacak köylünün ve köyün sorunlarını bilen bir İlköğretim Genel Müdürü arayışına girer. O günlerde CHP’de siyaset yapan eğitimci ‘Nafi Atıf Kansu’ ile Erzurum Kongresi’nde delegeliğinden çekilerek Atatürk’e yerini veren Erzurum’un en iyi eğitimcisi ‘Cevat Dursunoğlu’ İsmail Hakkı Tonguç’u bu görev için tavsiye ederler.

İSMAİL HAKKI TONGUÇ (1935 – 1946)

Ülkemizin yetiştirdiği ender eğitimcilerin başında gelen bir köylü çocuğu olan Tonguç’un hikayesi Bulgaristan sınırları içersinde bulunan ama Osmanlı döneminde Türkler’in bir kenti sayılan Silistre’nin Tataratmaca köyünde başlar, ilkokulu köyünde ortaokulu Silistre’de okur. Kastamonu ve İstanbul Öğretmen Okullarında eğitim alır. Başarılarından dolayı birkaç arkadaşı ile Almanya’ya gider, 1. Dünya savaşı nedeniyle dönmek zorunda kalır. Birçok öğretmenlik görevlerinden sonra İlköğretim Genel Müdür Vekiliği makamına oturan Tonguç çok kapsamlı, köylerde yapılacak eğitim-öğretim yöntemleri üzerine bir rapor hazırlar. Rapordan elde edilen verilere göre ülke düzeyinde 4 bütün kent ve köylerde görev alacak en az (26) bin (850) öğretmene gereksinim duyulduğu ortaya çıkar acil bir eğitim seferliği başlatılır, başlıca iki problemin çok hızlı çözülmesi gerekmektedir.

1. Yeterli sayıda okul binasının yapılması
2. Köylere gidecek orada sürekli yılmadan usanmadan çalışacak öğretmenin yetiştirilmesi sorunudur.

Birincisi için ; bütçe sorundu okul yapımı giderleri ‘Özel İdareler’ bütçesinden karşılanmaktadır, okul bina yapımı için büyük paralar gerekmekteydi. Bu durumda herkesi okur yazar yapabilmek için uzun yıllar beklemek zorunda kalınacaktı.
İkincisi için ise köylere hemen gidecek öğretmen bulunamamaktaydı.

İkinci sorun için Atatürk Saffet Arıkan’a ordudan yararlanmasını söyler böylece Köy Enstitüsünün öncüsü olan Köy Eğitmenleri ortaya çıkar. Askerliğini yapmış 800 eğitmen toplanır köylerden, bu adaylar 8 aylık kursa katılırlar. Kursu bitiren eğitmenler öncelikli kendi köylerine, köyünde başka bir eğitmen varsa kendi köyüne yakın bir köye atanırlar ve gidip göreve başlarlar. Küçük köyler için düşünülen deneme amaçlı eğitmen uygulaması çok başarılı olmuştur. Fakat uzun vadede köy eğitmenliği yeterli olmayacağı kesindi. 1937’de Eskişehir’e bağlı Mahmudiye köyünde ve İzmir’e bağlı Kızıçullu’da ‘Köy Öğretmen Okulu’ açılmıştır. Bu sırada Tonguç 28 Ağustos 1938’de Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya ve Almanya’ya 2 aylık bir geziye çıktı, gittiği ülkelerde özellikle köy eğitimi konularını ön plana alarak uygulanan yöntemleri köy eğitimine yönelik yenilikleri saptadı.
Tonguç’un genel olarak Pestalozzi (1748 – 1827), Kerschensteiner, Dewey’den esinlendiği bir gerçektir. Bunların aradında en çok Pestalozzi’den etkilendiğini söylemek mümkün, 1956 yılında Holland, Almanya, Avusturya, İsviçre ve İtalya’yı kapsayan bir Avrup turunda İsviçre’de Trojen Köyünde kurulmuş Pestalozzi Köyü’ne uğramamayı ihmal etmemiştir. Bu köy ; ikinic dünya savaşı sonrası öksüz, yersiz, yurtsuz ve sahipsiz kalmış çocukları barındırmak ve yetiştirip topluma kazandırmak için kurulmuş bir köydür. Pestalozzi’nin eğitim anlayışını insanın kendi eğitim ve zihinsel durumundan sorumlu olduğu ve topluma karşı ödevinin kendisine karşı ödevinin uyumlu bir uzantısı olduğu görüşüne dayanır. Pestalozzi yaşam boyu eğitim anlayışını ilk önerenlerden biridir.

10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatından sonra 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçiliyor. Saffet Arıkan Atatürk’ün vefatına duyduğu üzüntü yüzünden daha fazla görevine devam edemeyeceğini söyleyerek istifa ediyor. Atatürk’ten sonra eğitim projesini sürdürme görevini ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü devralır, kabineyi kurma görevini Celal Bayar’a verir.


HASAN ALİ YÜCEL (1938 – 1946)


Saffet Arıkan’dan boşalan koltuğa, Dr Reşit Galip ve Saffet Arıkan’la da çalışmış olan İzmir Milletvekili Hasan Ali Yücel oturtuldu. Göreve gelir gelmez İ.H.Tonguç’un vekillik ünvanını kaldırmış onu İlköğretim Genel Müdürlüğüne asil olarak atamıştır. Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak ‘Köy Enstitüleri Kurtuluş Yasası’ tasarını hazırlatmış ve meclise sunmuştur. 3803 Sayı ile 17 Nisan 1940 tarihinde meclisten geçerek yasalaştı. (Oylamada red oyu çıkmadı, ama 38 kişi oylamaya katılmadı. Bu yasaya karşı bir muhalefetin varlığını gösteriyordu. O gün oylamaya katılmayanların arasında ileride Demokrat Parti’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de vardı.)
‘Köy okulları’ yerine isimleri ‘Köy enstitüleri’ oldu çünkü bu eğitim yuvalarında bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu.

Köy Enstitülerin Kurulduğu İller

Adana : Düziçi
Adapazarı : Arifiye
Ankara : Hasanoğlan
Antalya : Aksu
Aydın : Ortaklar
Balıkesir : Savaştepe
Diyarbakır : Dicle
Eskişehier : Çifteler
Erzurum : Pulur
İzmir : Kızılçullu
Isparta : Gönen
Konya : İvrız
Kırklareli : Kepirtepe
Kars : Cılavuz
Ksatamonu : Gölköy
Kayseri : Pazarören
Malatya : Akçadağ
Samsun : Ladik
Sivas: Pamukpınar
Trabzom : Beşidüzü
Van : Ernis

Köy Enstitüleri son sürat kurulmaya ve sayılarını artırmaya devam ederken, Mustafa Kemal’in sağlığında Saffet Arıkan’ın Mustafa Kemal’e bahsettiği sorun ‘Paşam param var, her şey hazır ama köylere gidecek öğretmen bulamıyorum ’ tekrar baş göstermişti. Bu sorunu ortadan kaldırmak için 1942 yılında Ankara’ya otuz kilometre kadar uzaklıkta Hasanoğlan köyüne Yüksek Köy Enstitüsü açıldı.





Hasanoğlan Köy Enstitüleri arasında en önemli ve coğrafi konumu nedeniyle hem siyasiler hem de yabancı misafirlerin uğrak noktasıydı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü 6 ay gibi kısa sürede 20 binanın yapımının tamamlanması ile ortaya çıktı. Bu eğitim ve bilim yuvasından yayılacak ışık Türkiye’nin umudu olmuştu. Bu umudu taşıyanlardan biri de ‘Köy Enstitülerini Cumhuriyet’in eserleri içinde en kıymetlisi ve en sevgilisi saydığını’ söyleyen İsmet İnönü idi.

KÖY ENSTİTÜLERİNDE EĞİTİM

Köy Enstütülerinde karma eğitim, kız erkek bir arada eğitim uygulanıyordu. Bahçeye fidan dikerken öğrenciler metreyi, santimetreyi … patates soğan erkerken tarlada nadas yaparken toprak çeşitlerini, arıcılık yaparken çiçek çeşitlerini ve başka bir çok şeyi uygulayarak öğreniyorlardı. Yörenin durumuna göre ‘eğitsel kollar’ oluşturuluyordu. Bağcılık kolu, Şarapçılık kolu, Müzik kolu, Balıkçılık kolu, Dili-Nakış Kolu gibi … Köy Enstitülerinde ders planı Milli Eğitim Bakanlığı’nda yapılır, enstitülerde uygulanırdı. Yıllık ders planının %50’si kültür, %25 sanat ve %25’i sanat derslerine ayrılıyordu.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KÖYLÜLER, AYDINLAR, POLİTİK ÇEVRELER TARAFINDAN ELEŞTİRİLME VE SEVİLMEME SEBEPLERi

‘… Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde öğretmen olan Tahir Alangu bir bozuluşu yaşamıştı. Öğrencilerle olumsuz ilişkileri yüzünden de¸Müdür Halit Ağanoğlu’nun baskısıyla bir sabah bavulunu alıp oradan uzaklaşmak zorunda kalmıştı:işte böyle edindiği Enstitü izlenimlerini, gözlemlerini Kemal Tahir’e aktarmış, o da Bozkırdaki Çekirdek romanını yazmıştı. …Romanın arka kapağında şöyle deniyordu : ‘Bizdeki toplumsal ve siyasal şartlar içinde Köy Enstitüleri köt çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç vermedi. Nitekim bu deneme, son hesaplaşmada biz Türk aydınlarının halk düşmanlığımızı değilse bile, halka hiç acımadığımızı ispatlamıştır. Bozkırdaki çekirdek, işte bu çapraşık dramın romanıdır. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.136)

Tüm bu olumlu, yapıcı gelişmelere rağmen birçok kesim Köy Enstitüleri’ni sevmedi. Okuduğum kaynaklardan çıkardığım nedenler ;

• Köylüler, imece usulü okul yapımına muhtar, kaymakam vs. gibi politik güçler tarafından zorlanmaktan hoşnut değildirler, erkekler kadınlar evde, tarlada çalışırken kahvede vakit öldürmeye alışmışlardı bu yeni düzen onlara ağır geliyordu.
• Kızların tahsil görmeleri karşısında başlık parasından feragat etmek zorunda kalmaları veya ertelemeleri haneye maddi zarar getirmişti
• Kız ve erkek öğrencilerin bir arada eğitim görmeleri namus kavramlarına ters düşüyordu. (Okulların yatılı olması sorunu iki katına çıkarıyordu)
• Feodal yapının yıkılacağından endişe eden toprak ağaların zulümlerine, baskılarına maruz kalıyorlardı.
• Toprak ağaları köylünün aydınlanmasını istemedi, bilinçlendiğinde hakkını aramasından korktu.
• Coğrafi açıdan Türkiye’yi üs gibi kullanmak isteyen dış güçler Türkiyenin aydınlanmasında baş rol oynayacak bu projenin hayata geçmesini istemediler.
• Köylünün bilinçlenmesi ile din sömürüsü ile siyaset yapamayacağını anlayan dinci ve tutucu kesimin söylemleri, hurafeleri yüzünden köylü korkarak tekrar kaderine razı gelmeye başladı.
• Aydınlar’ın bir kısmı çocukların bir işçi gibi – Nazi kamplarındaki gibi – çalıştırılmalarının ve okullardan mezun olduktan sonra 20 yıl köylerde zorunlu hizmetle görevlendirilmelerinin bir nevi kölelik sistemi olduğu savunuldu ve ciddi eleştirildi. [Kemal Tahir > Bozkırda’ki Çekirdek kölelik sistemini eleştirmek için yazılmıştır]
• Hatta Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguç’un başarılarını çekemeyen eğitimciler, politikacıların öne geçemedikleri kıskançlıklarını bile sayabiliriz.

Ne var ki bu olumsuz eleştiriler toplum katında pek fazla etki yapmadı, yapamadı. Ta ki tek partili dönemden çok partili döneme geçinceye kadar …

TEK PARTİLİ DÖNEMDEN > ÇOK PARTİLİ DÖNEME

CHP’den istifa eden Celal Bayar’ın 7 Ocak 1946’da kurduğu Demokrat partinin ‘Köy Enstitüleri komünist yetiştiriyor’ söylemleri büyük yankı yarattı. Burada bir parantez açarak şunu sormak doğru olur mu acaba ? Türkiye çok partili döneme hazır mıydı? Belki de bunu cevabı çok daha önceki dönemde verilmişti. … Aslında Demokrat Parti’nin kuruluşu, düşünce açısından, Atatürk’ün direktifleriyle ‘8 Ağustos 1930’ yılında kurulan ‘Serbest Fırka’ denemesinde olduğu gibi birtakım benzerlikler içeriyordu. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti kurduktan sonra, bazılarının söylediği gibi, Türk toplumunu demokrasiye geçirmek için belki de bir deneme ölçütü olarak, arkadaşı A.Fethi Okyar’ın genel başkanlığını yaptığı Serbest Fırka’yı kurdurmuştu. Tamamen iyi niyet ile kurulan Serbest Fırka’nın kısa bir süre içinde, Cumhuriyet’in getirdiği devrimlere karşı tutucu ve halkı kışkırtan bir partiye dönüşmüştü. … Beklenmeyen bu tehlike ortaya çıkınca, Serbest Fırka Genel Başkanı A.Fethi Okyar tarafından 17 Kasım 1930’da kapatılmıştı … (Kaynak : Neden Köy Enstitüleri – İbrahim Şimşek s.97-98)

Türkiye böyle sarsıntılı bir dönemden geçiyordu, başka bir dedikodu da Köy Estitüleri’nde çocukların yetiştirilme sebepleri CHP adına çalışmaları içindi. Aynı dönem Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan üzerinde hak iddia ederek İnönü’ye baskı yaptığı İnönü’nün ABD’den yardım istediği zamandı. Söylentilere göre ABD Köy Enstitülerin kapatılmasına karşılık yardım sözü verdi. Seçimlere 3 ay kala İnönü belki de hayatının en zor kararını vermek zorundaydı ve sonunda göz bebeği enstitülerden vazgeçmek zorunda kaldı. Önce Hasanoğlu Müdürü Rauf İnan’ı Bakanlık Müfettişliği’ne atadı. Ve gerisi iplik söküğü gibi geldi CHP büyük oy kaybına uğrayarak 1950 seçimlerini kaybetti. Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alındılar Bir dönemin sonu olarak tarih sayfalarına geçen bu görevden alımlarla ve 1953’de Köy Enstitüler’in kapatılması ile Türkiye’de eğitimde duraklama dönemine girmiş oldu.


…. Ama ben bunları anlatmadım çünkü daha farklı bir sunum vardı kafamda daha doğrusu sohbet vardı kafamda … ‘hoş sohbet’ vardı … Bunları yaşamış birinin ağzından dinlemek geçiyordu gönlümden ve o an aklıma Sayın Osman Şahin geldi. Perakande konferansında dinleme şansına sahip olduğum 350 kişinin ayakta saatlerce alkışladığı usta öykücü, romancı, aydın, eğitimci … ama ona nasıl ulaşacaktım? Araştırmalarım sonucu e-posta adresine ulaştım, kendisine niyetimi anlattım, bana hemen sevgili kızı aracılığı ile memnuniyetle böyle bir toplantıya katılacağını yazdı.

Olumlu cevabı aldığımda nasıl heyecanlandığımı, ne kadar mutlu olduğumu anlatmam mümkün değil. Ve sonunda kararlaştırdığımız gibi 5.Haziran.2010 Cumartesi günü Kumbara’da* buluştuk. Bize anlattıkları eşsiz birer hazine değerinde … hepimiz ilgiyle, sonsuz saygıyla dinledik kendisini … 10 yaşında bir oğlak çobanı olarak gittiği Köy Enstitüleri’nden nasıl genç bir aydın olarak çıktığını, yaşadığı zorlukları, güzellikleri etnik gruplaşma olmadan nasıl arkadaşlık yaptıklarını, tarihini anlattı, anılarını paylaştı bizlerle, bizde soluksuz dinledik. Sanırım ne kendisi doyabildi ne de biz. Ama beni en çok etkileyen ‘Ümidiniz var mı?’ diye sorduğumuzda canlı tez sesi ile ‘Tabi var, ümidim var’ demesi oldu görmüş geçirmiş, tecrübe etmiş bir büyüğün, bir ustanın ağzından bunu duymak o kadar güzel ve teşvik edici ki … o günden beri benimde yüreğime ümit tohumları yeniden atıldı.
Teşekkürler Osman Hocam !...

… Etkinliklerden biri de ‘Önemli kitapları tanıtma-tartışma toplantıları, bir ozanı bir yazarı tanıtma toplantıları, şiir, öykü okuma toplantıları’dır. (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.56)

Kitap Kulübümüzde bizimde yaptığımız bu değil mi ? İstedim ki bizim gibi okumaya gönül versin herkes en çokta yeni nesil, okumanın bilinçlenmek, aydınlanmak için ne kadar önemli olduğunu anlasınlar istedim. Hatta bizim gibi kitap kulübü kurmaya özensinler istedim. Ama nasıl?
Ne diyor ozanımız (Cahit Külebi) :

Bir nazlı kuşa benzer
Çocuk dediğin
Ev ister ekmek ister
Öpülmek, okşanmak ister (Mehmet Başaran – Özgürleşme Eylemi : Köy Enstitüleri s.205)

İşte bu noktada, Ankara Mamak Ali Kuşçu İlköğretim okulu 1.sınıf öğretmeni Sevgili Şükran Uzun ve güzel öğrencileri yardıma koştu, kendi elleriyle her birimizin adına yazdıkları notlar aracılığıyla istedikleri kitapları bana ilettiler. Bende iki sunumdur gelenekselleşen ‘dilek ağacımıza’ astım onların dileklerini … 13 kitap kulübü üyesinin heyecanla kendi adına yazılmış notu bulup okumaya çalışması görülmeye değerdi. Şimdilerde herkes küçük okuma arkadaşına kitabını hazırlamakla meşgul, inşallah okullar kapanmadan karne hediyesi olacak bu kitaplar onlara …

Ve

Can Dündar’ın Köy Enstitüleri kitabının son kapak sayfasında yazdığı gibi ‘Köy Enstitüleri’ yarım kalmış bir mucizenin, bir büyük hayal kırıklığın hikayesi’ olabilir ama Osman Şahin’in dediği gibi hala ümit var. Nereden, nasıl mı biliyorum ? Minik ellerle yazılmış cıvıl cıvıl rengarenk notlardan ve diktiğimiz fidanların rüzgara karşı büyürken fırtınaya, yağmura, kışa karşı vereceği amansız mücadeleden …

Aycan

Not : Sunum sonrası kulüp arkadaşlarıma bir fidan hediye etmemin sebebi de: Köy Enstitüleri’nde o dönem öğretilen en önemli derslerden biri ‘fidan dikmek’miş. Bizde birer fidan dikersek dedim ; Köy Enstitüleri can bulur, canlanır belki yeniden, hayaller gerçeğe dönerken bizimde bir katkımız olur geleceğe …

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails