30 Nisan 2010 Cuma

TATLI MELEĞİM

İşte sizlere klasik şimdilerin deyimi ile romantik/komedi türünde bir konu: Çirkin ördek yavrusunun aslında kuğu olduğunu fark etmesi. 1970 yapımı Yönetmenliğini Mehmet Dinler’in, yapımcılığını Şahan Haki’nin (Melek Film) üstlendiği , senaryosunu Erdoğan Tünaş’ın kaleme aldığı, başrollerini ise Türkan Şoray, Ediz Hun, Münir Özkul, Suzan Avcı, Süleyman Turan ve Zafer Önen’in paylaştıkları Tatlı Meleğim.



Bu filmin ilk versiyonuna yıllar sonra denk geldim: Cici Kâtibem. 1960 yılı yapımı olan filmde yönetmen bu sefer Arşavir Alyanaktır ve başrollerini Orhan Günşiray, Fatma Girik, Serpil Gül ve Suphi Kaner paylaşmaktadır ve film siyah beyazdır.



Cici Katibem de denk gelindiğinde mutlaka seyredilmesi gereken nostaljik fimlerdendir, benden hatırlatması.

KOCA BİR TABAK MAKARNA

Leyla (Türkan Şoray) büyük bir kayık tabakta okkalı miktarda bir salçalı makarnanın üzerine bir tatlı tabağı peyniri boca ettikten sonra yemeğe başlar.[ Bu filmin başını ofiste sebze ve salata yerken seyretmeye başladım. Sonuç: Bir tabak da pilav yedim] 3 çatal darbesiyle bitirince de Leyla bununla yetinmez, ekmeğe uzanır ve tabağı sıyırır annesinin gözleri faltaşı gibi açılır ve kendisini de yemesinden korkan bir ifadeyle:

-Çok yiyorsun. Şimdiki kızların endamları dal gibi. Yakışıyor hani incelik.
-Şimdiki kızların mideleri sırtına yapışmıştır sıskalıktan
...

diye cevap verir ve akşamki böreği sormaya başlar.



Bu esnada hayata tembellik yapmak üzere gelmiş ve Leyla’nın sırtından geçinmekte olan kuzeni Fikret (Süleyman Turan) hala uyumakta ve son sevgilisi Necla’nın ismini sayıklamaktadır. Leyla Fikret’in iş bulamamasından ötürü bıkkındır ve seslenmesine rağmen uyanmayınca kaba etine çatalı batırıverir. [Görüldüğü üzere Leyla çatalı hem yemek yerken hem de döverken ustaca kullanmaktadır.] Fikret ile bu çalışma mevzuundan ötürü itişseler de Leyla dayanamaz ve yine cebine harçlığını koyar. Zira o gün patronundan zam isteyecektir.



İşe gitmeden önce bakkala uğrayan Leyla bakkala 3 kg yufka, 5 paket makarna, 2 kutu salça siparişi verir. Leyla’yı mahallede gören diğer esnaf ise dakikliğinden ötürü “Saatleri ayarlayın çocuklar, saat 8.32, Antika Leyla göründü” diye tiye alırlar.

Leyla işe vardığında patronunun onu işten çıkarttığını öğrenir, hâlbuki günlerini sadece tırnak törpüleyerek geçiren mesai arkadaşları durmaktadır ve sırf şişman ve çirkin olduğu için işten çıkarıldığını anlayınca patronuna:

-Seni patlamış mısır suratlı herif seni! diyerek bir tokat aşkeder. Eve dönen Leyla hırsını börekten çıkarmakta ve sanki patronunun etini dişler gibi hissetmekte ve etrafta fındıkçıların çokluğundan ve çapkın patronların varlığından şikâyet etmektedir …



BU SIRADA BAŞKA BİR İŞYERİNDE

Yaklaşık 10 adet sekreter etrafta ceylanlar gibi sekmekte ve yakışıklı patronları Murat (Ediz Hun) gelmek üzere olduğu için baharı müjdeleyen kuşlar gibi cıvıldaşmaktadırlar.

Murat gelip odasına girince Müdür Bey’den (Zafer Önen) Sevda Hanım’ı göndermesini rica eder. Sevda diğer mesai arkadaşlarını ekarte ettiği için pek sevinçlidir, odaya girer:

-Hazır mısınız?-Ahhh..Hem de kaç günden beri.

-Nevet, not alalım lütfen….Reklam için güzel dudaklı mankenler seçilsin. Şey gibi..Iıııı…

-Gelincik gibi kırmızı, biçimli, dolgun, ıslak ıslak…. Sevda yerinden kalkmış ve dudaklarını Murat’a uzatmıştır ki bu esnada Selim (Münir Özkul) kestiği için özür dileyerek içeri girer.



-Yazıyı bitirmiştik zaten.

-Noktaladınız mı bari?

- Nayır, virgülde kaldık.

Selim rakip firmanın faaliyete geçtiğini söyler, bunun üzerine manken sayısını artırmaları ve de hemen acil yeni mankenler için ilan vermeleri gerektiğine karar verirler.

Bu arada Leyla’nın evinde Fikret elinde gazete iş ilanlarına bakmaktadır; yanlış anlaşılmasın kendisi için değil, Leyla için. Ancak yanlış adresi verir ve Leyla manken seçimlerine gider ve onu oradan “Sen ancak güreşçi olursun” diyerek kovarlar. Evde Fikret ile kavgalaşsa da Leyla doğru adrese gitmeye ikna olur.


MANKEN ADAYLARI SEÇİLİYOR


Selim işyerinde adayları seçmek için heyecanla beklemekte, adaylar rakibelerini süzerek sohbet etmekte ve bellerinin 1 cm kalınlaştığından (kaç 1 cm anacım kaç 1 cm!?), 5 seneden beri hamur işi yemediklerinden (şu anda Pelit’ten sipariş vermemek için kendimle mücadele ediyorum) bahsetmektedirler. Selim adaylardan birine yaklaşır:

-Adınızı lütfeder misiniz?
-Alev
-Bellliii..Şimdiden hararet bastı
.



Selim Leyla’nın önüne gelince birden irkilir ve Müdür 1. Elemeyi geçemediğini söyler ona. Öfkelenen Leyla tam ofisten çıkmak üzereyken Murat ile çarpışır. Kısa bir konuşmadan sonra Murat Leyla’yı işe alır. Leyla o dakika Murat’a vurulmuştur aslında.

İLK İŞ GÜNÜ

Leyla işe zamanında gelir ve Müdür’ü şaşırtır. Bu sırada Murat sırası gelmiş olan Şermin’i ister. Şermin izinlidir, Aysun’u çağırır o da daha gelmediğinden odaya Leyla gider.

-Not alın lütfen. Çirkin kadın yoktur. Bütün kadınlar güzeldir. Çirkin sanılan kadınlarsa nice hazineleri bağrında saklayan toprak gibidirler. Venüs Güzellik Müstahzarlarını kullanan her kadın Venüs kadar güzeldir.

-Venüs mü? Hani şu reklamlarda çıkan karı değil mi?

-Söylediklerimi yaz sen!

-Takma kafanı. Yazarız şimdi..( tersten yazar)

-10 kopya istiyorum, hayır 100 kopya olacak. Anladın mı? Ne bakıyorsun?

-Güzele bakmak sevaptır.

ALARM ÇALIYOOOORRR

Murat Leyla ile çalışırken Selim de odasında yeni sekretere dosya dolabını göstermektedir ki alarm çalmaya başlar. Zira Selim’in kıskanç karısı Belma (Suzan Avcı) çıkagelmiştir çünkü falında kocası ile bir sıkıntılı durum olduğunu öğrenmiştir!



Ki bu durum da bir süre sonra açığa kavuşur: İzmir’deki tanıtımlar için gidilecek iş seyahatine Selim sekreter alarak gitmek zorundadır. Ancak Belma bu numarayı yutmaz ve gidecek sekreteri kendi seçmeye karar verir: Leyla!

Bu duruma isyan eden Selim Murat’a onun gitmesi için yalvarmaktadır. Murat:

-Ben olsaydım intihar ederdim. 100.000TL versen gene de onu öpmem der ve bunu Leyla duyar ve yıkılır. (Ulen seni kim öpsün)

Eve dönüş yolunda mahalledeki esnafın da oyuncağı ve alay konusu olduğunu Leyla kötü bir şaka ile öğrenir. Eve varınca sürekli ağlar durur. Annesi bir anlam veremese de tecrübeli Fikret teşhisi koyar: Leyla âşıktır!

İZMİR'İN KAVAKLARI...

Selim hastalandığı için seyahate gidemeyince Murat ile Leyla beraber yola çıkarlar. Otele varınca Murat Leyla’ya odasından çıkmamasını salık verir. Leyla:

-Ben de geleyim, hiç güzellik uzmanı görmedim.

-Aman iyi ki görmemişsin, alır müzeye koyarlar seni der.



Odaya çıkan Leyla’nın kulağında Murat’ın çirkin kadın yoktur sözleri yankılanmaktadır ve bir dergide gördüğü güzellik salonu ilanı ilgisini çeker.

Leyla kaporta bakımı ile uğraşa dursun Murat arayıp acilen bir mankene ihtiyaç duyduğunu ve bir manken bulmasını söyler.


EFES OTELİ'NDE BİR VENÜS…


Lobide Murat Scala adlı magazin dergisini okumakta ve mankeni beklemektedir. Fotoğrafçıların “geldi” nidaları ile başını kaldırdığı andaaaaaa….

Merdivenlerdeeeeee LEYLA. (Hadi koçum be! Başla taarruza! Al öcümüzü!) Murat yerinden fırlar ve o anda vurulur.



Bir sonraki sahnede Murat bayık bayık:

-Akşam güneşi sönük kaldı gözlerinizin yanında. Gönlünüzün berraklığı hiçbir suda yok demekte, Leyla da:

-Konuşmayın böyle tabiatı düşman edeceksiniz bana diyerek baygınca bakmaktadır.



Konuşmanın geri kalanında Leyla asıl işinin bu olmadığını, Leyla’nın hatırı için modelliği kabul ettiğini, asıl işini ve patronlarını sevdiğini söylese de kafasız Murat anlamamakta ısrar eder ve Leyla’yı ikna edeceğini söyleyerek devam eder:

-Sizi bulduğu için elimde olsa dünyayı bağışlardım kâtibeme.
-Kabul eder miydi acaba?

-Dünyayı bağışlardım (Anladık, takılmış plak gibi aynı şeyi tekrarlıyorsun. Soru bu mu?)

- Farketmez, sadakanın ölçüsü yoktur bence. Kabul etmezdi bağışınızı.

-Arkadaşınızı iyi tanıyorsunuz.

-Hı Hı. İçtiğimiz ayrı gitmez. Aynı anda doğduk biz.

-Belli.

-Neden?

-Tanrı sizi özenip yaratmış da ondan (Yuh sana… Şuna çirkin de de hepimiz rahatlayalım)

Bu romantik yemeğin ardından Leyla İstanbul’a dönünce de fikrini değiştirmez. İkna turları için Selim’i de yanına katan Murat Leyla ile bir barda buluşurlar. Leyla kim olduğunu anlatmaya çalışsa da bu iki kaz kafalıya sonunda dank eder ve yerlerinden fırlarlar.



HESAPLAŞMA ZAMANI

Murat Leyla’nın kapısında kul köledir ancak Leyla nişanlısı olduğunu söyler . Bu noktada böyle durumlarda her eve lazım güvenilir ve yakışıklıca bir kuzen olan Fikret devreye girer. Artık dökülen gözyaşlarının hesabı görülmelidir. (Sürün. Beter ol. Ez onu Leyla bir böcek gibi)

Pes etmeye niyetli olmayan Murat derdine kitaplardan çareler aramaktadır: Aşk Lisanı adlı kitaptan taktik geliştirmeye başlar. Çapkınlık Kitabı’nın 69. Maddesi İlk uygulamaya koyduğu kuraldır: Bir âşık aşığına yaklaşmak istiyorsa önce rakibini çok yakından tanımalıdır.



Murat fötr şapkası ve inanın hiç de kuşku uyandırmayacak bir tavırla Fikret’i izlemektedir. Ve bir hamle yapıp yakınlaşır; ateş ister. O esnada Leyla işten çıkınca ortadan kaybolur ve sütunların arkasından onları gözetlerken akşam dansa gideceklerini öğrenir.

OFİSTE BASKIN

Nöbetçi uyumuş ve Selim sekreteri ile basılmıştır. Ağlayarak ofisten çıkan Belma Leyla ile karşılaşır:

-Yakaladım, yakaladım kocamı… Kâtibesiyle cilveleşiyordu.

-Takma kafanı… Erkekler için gözyaşı dökmeye değer mi? En iyisinin gözü çöplüktedir.

-Seviyordum hınzırı. Avukatımla konuşacağım. İntikamımı alacağım .(Hemen, dilekçeyi hazırlayayım)

-Boşanmak intikam değil mükâfattır erkeğe. En tesirli silah kıskandırmaktır. (Bu aklı verirsen biz avukatlar nasıl ekmek yiyeceğiz yahu?)

-Nasıl olacak ki bu iş?

Cevabı kolaydır; Mahalleden taksici yağız Ali devreye girer ve Belma’nın şoförü olur.
Belma’nın onu basmasından dolayı paçası tutuşan Selim Murat’a bu durumla ilgili olarak akıl danışır.



Murat bu aklı verir: Çapkınlık Kitabının 119. Maddesi “ Aldatan koca dikkat etsin, karısı intikamını almak için hemen harekete geçecektir.”

Bu bilginin akabinde yeni şoförle tanışan Selim bu işten hiç hoşlanmasa da Belma’nın cevabı hazırdır: “Ben senin kâtibelerine karışıyor muyum?”

Bunun üzerine Çapkınlık Kitabına konu ile ilgili bakılır; 121. Madde şöyle demektedir: “Aldatan koca kendisini affettirmezse bilsin ki boynuzu takacaktır.”

Akşam eve gelen Selim olay çıkarır ve derhal şoförü kovmaya kalkar ancak iş tatlıya bağlanır. Barışan Belma ve Selim 10. Yıldönümleri için evlerinde bir parti vermeye karar verirler. Bu partiye Leyla ve sözde nişanlısı da davetlidir.



Murat partiye katılmıştır zira Kitabın 66. Maddesi “ Ateşli ve inatçı bir âşık bir nişanlıdan daha tesirlidir” diye salık vermektedir.



Partide Şirketin Tatlı Meleği olarak tanıtılan Leyla’ya Murat dans etmeyi teklif eder. Murat Bey gibi yaşlı başlı bir erkeği kıskanmayacak kadar kaba bir erkek olmayan Fikret izin verir.



Dans esnasında hayatının erkeğinin hippilere benzeyen, çılgın ve dünyaya boşvermiş bir erkek olduğunu anlatan Leyla’nın bu sözü üzerine ertesi günü Murat bir hippi kılığında çiçek çocukların mekânında biter. Leyla’yı görse de tanıyamayan Murat Leyla’ya aşkını anlatır. Ancak bu çiçek çocuk macerası polis baskını ile son bulur.



ROMANTİK BİR AKŞAM YEMEĞİ

Polis baskınından Murat’ı Leyla almıştır. Konuşma ve görüşme fırsatı yakalayan Murat Leyla’yı bir akşam yemeği için ikna eder.

-Sıkılmadınız mı böyle bana bakmaktan?

-Güzele bakmak sevaptır.

-Güzel miyim? [Bakın böyle baygın baygın soracaksınız, sonra da döktürmesini dinleyeceksiniz]

-Tarif edilmeyecek kadar. Yıldızlar kıskansın gözlerinin parlaklığını, gelincik çiçeği biçiminden utansın dudakların yüzünden, ipek yumaklar saçlarından utansın… (Sıkıcı şey n’olucak!)

-Şiir mi bu söyledikleriniz?

-Nayır. Gözlerimdeki resmin.

-Ömürsüz bir resim. Bir gün silinecek gözlerinizden.

-Nancak öldüğüm gün. (Aman ! Kara toprak örtsün seni!)

-Hissiz değilim der Leyla ama nişanlısı olduğunu hatırlatır…(Gel oltaya şööle)



ERTESİ GÜN

Murat Fikret ile buluşur ve Leyla’yı sevdiğini söyler. Bilin bakalım ne yapar? Para teklif eder tabii ki…50.000TL. Fikret biraz burun kıvırınca artış olur: 100.000TL.

Kısa bir süre sonra Murat ve Leyla buluşurlar, Murat iyi havadisi verirken Leyla çantasından Fikret’in aldığı parayı düşürür. Murat dehşete düşmüştür. Sevdiğin Yalandı, Oynadın, Küçük Düşürdün diye çığırsa da Leyla cevabı verir: “Takmaaa Kafanıııı….”

TATLI MELEK İŞ BAŞINDA

Murat, Selim ve Belma bir defilede izleyiciler arasında rakip firmanın ürünlerine ve mankenlerine bakmakta kendi mankenleri arasında parlayan biri olmadığı için işlerin kötü olacağından yakınıp durmaktadırlar.



Leyla’yı ansalar da Murat kırgındır. Ancak birden Fikret ortaya zıplar ve her şeyin bir numara olduğunu itiraf eder. Defilede ise sıra kendilerine gelmiştir. VEEEEE TAM O SIRADA Ortaya Kim Çıkar? TABİİ Kİ LEYLAAAAA….

Mutlu Son!

Sevgiler
Billur

28 Nisan 2010 Çarşamba

DEĞİRMEN - SABAHATTİN ALİ - YÜZYILIN 40 ÖYKÜCÜSÜ

Evet, eminim çok sıkıntıdasın şu günlerde... Krizi, trafiği, olası kötü senaryoları bir kenara bırakabilsen bile, günlerdir aklın ülkenin bir şehrinde olanlarla darmadağındır. Nerede ise tüm bir şehrin işbirliği etmişçesine bir tecavüz çetesi hakkında hiçbir bilgi vermediğini, olanları, onca küçük çocuğun başına gelenleri duydukça; şaşkınlık ve gözyaşları içindesin. Seni anlıyorum... Ben de kafamı kuma gömüp bunlar hiç olmamış olsun demek istiyorum, kötü bir rüyadır demek istiyorum. Ama oldu, benzerleri hâlâ oluyor. Yarın bir daha olmayacağının hiçbir garantisi yok. Bu ülkenin her bir yerinde, sokağında bambaşka iklimler yaşanıyor, uçurum daha da büyüyor. Ne yapabiliriz bilmiyorum ama ne gittiğim konser, ne izlediğim film, ne çok güzel bir haber, bunun acısını hafifletmiyor. Aklıma sürekli Sabahattin Ali’nin bir şiirinden dize takılıyor:

burda çiçekler açmıyor
kuşlar süzülüp uçmuyor
yıldızlar ışık saçmıyor
geçmiyor günler geçmiyor.




Aklıma Sabahattin Ali düşünce; yapmaktan vazgeçmediğim uğraşlarımdan –bir tür bulmaca- birine dönüyorum, evet kendimi iyi hissetmek istiyorum. Bulmacanın adı “En Kötü Sabahattin Ali Öyküsünü Arama.” Bunca kötülüğün içinde o öyküler daha da güzel, ulaşılmaz ve bu toprakların güzelliğine de dair ki, yine kötü öyküyü bulamıyorum.



Notos Yüzyılın 40 Öykücüsü listesini hazırlarken; tam 205 yazar “Öykücülüğümüzün yüzyılı içinde en beğendiğiniz öykücü" sorusuna yanıt vermiş. Ve 40 öykücü listesinin ikinci sırasına böylece Sabahattin Ali yerleşmiş. Listenin ilk sırasında yer alan Sait Faik’i çok sevsem de, Sabahattin Ali benim Türkiyeli öykücülerim arasında her zaman ilk sıradadır. Değirmen ise onun çeyrek asırdır en sevdiğim öyküsü.



Değirmen; Sabahattin Ali’nin 1935 yılında yayımlanmış olan öykü kitabının içinde yer alan hikâyelerden biridir. Bu kitapta bunun kadar benzersiz başka öyküler de var. Ancak bazıları Sabahattin Ali’nin içine yeterince sinmemiş olacak ki kitabın yeniden basımında içine bir önsöz yerleştirmiş:

"Şiir ve hikâyelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların, benim san'at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.

Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü, bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum.

İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim.

S.A."


Acaba Sabahattin Ali hangi öykülerini kötü bulmuş? Çünkü öykülerin bir tanesinin dahi kötü olduğunu düşünmüyorum. Değirmen kadar iyi bir öykü olmayanları var ama onlara da kötü demek mümkün değil. Bu öykülerin tamamını, bilgisayarımın içinde nereye gidersem gideyim yanımda taşıyorum ve her okuduğumda onun gözü ile bakmaya çalışıyorum. O, anlatmakta son derece güçlük çektiğim duygularımı masalsı, şiirsel ve son derece duru bir dil ile anlatırken, en basit ve sade cümleleri ile sorgulamamı sağlarken "acaba hangi öyküsünde bunu yapamadığını düşünmüştür" diye merak içinde kıvranıyorum. Tüm öyküleri, güzel şiirleri ve yazdığı Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna’dan oluşan benzersiz üç romanı haricinde bana bıraktığı bir de bu. Külfetse hiç değil, bir tür hazine avı… Eğer bir gün yeterince onu anlayabilirsem, hangisi olabileceklerini de tespit edebileceğim sanırım.

Sabahattin Ali’nin çok şiiri var, hangisi kötü/iyi, hangisi daha iyi bunu söyleyebilecek yeterlilikte ise hiç değilim. Hece ölçüsü ile yazılmış şiirlerle de aram çok iyi değil zaten. Bu yüzden “İki Gözüm Ayşe’ye (Ayşe Sıtkı İlhan)” yazdığı mektubunu itirazsız kabul edeceğim.

“Ayşe, yalnız sana bir şey söyleyeceğim: Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunlardan bir tanesi gayrı kabildir. Ve beni her zaman üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim. Bunları neşretmekle asla iyi bir şey yapmış olmadım. Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin Ali ile bu yazılar arasında bir irtibat göremiyorum… Şimdilik bunları senden başkasının bilmesine lüzum yoktur. Gözlerinden binlerce defa öperim Ayşe. Sabahattin Ali” 11 Nisan 1934

Belki şiir kitaplarında değil ama Sabahattin Ali’nin öykülerindeki şiirlerin daha doğrusu öykülerinin içine yerleştirdiği şiirsel dilin; öykülerini çok kuvvetli hale getirdiğinin ve ne kadar benzersiz bir şair olduğunun kanıtıdır. Nasıl sevdiğiniz bir şiiri defalarca okumaktan bıkmazsanız, onun öykülerini de tekrar tekrar okumak istersiniz. Memet Fuat “Öyküyle şiir bence iç içedirler” derken benim için Sabahattin Ali’nin Değirmen öyküsünden bahsediyordur.

İşte bu öyküdeki cümlelerden, hem de hece ölçüsü kullanılmaksızın bambaşka bir şiir çıkartabilirim. Bu yüzden nerede ise öyküyü ezberimden okuyabilirim:


Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?
Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım,
Sen hiç sevdin mi?

Yahut sevgilin seni sevmiyordu...
O zaman ne yaptın?

Sen sevgiline ne verebilirsin sanki?
Kalbini mi?
Pekâlâ, ikincisine?
Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?
Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?

Peki ama, bu sevmek midir be adaşım,
bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?

Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak
ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı?
Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin?

Aşk sana bunları yaptırabilir mi?
İşte o zaman sana seviyorsun derim...


Bu öyküyü anlatmak ise bu öyküye ihanet gibi geliyor. Bir öyküyü buraya tamamen eklemenin de doğru olduğunu düşünmüyorum. Ama bir sürü kişi bunu internete yüklediği için kitaplığınızda yoksa bile google’da (Sabahattin Ali Değirmen) aratırsanız kolaylıkla bulunuyor. Lütfen hiç yerinizden kalkmadan, ara vermeden, çalan telefonlara aldırmadan okuyun. Atmaca ile Değirmencinin kızı arasında yaşanan imkânsız aşkın, vazgeçmemenin, bir aşk için nelerden fedakârlıkta bulunabileceğinin öyküsünü iyice sindirin. Kısacık bir öykü ile Sabahattin Ali’nin onlarca duyguyu; bir sihirbazın yeteneği ile nasıl kolaylıkla önünüze serdiğini ve iyi bir öykünün ne olduğunu, öyküyü –beni/seni- nasıl yukarı kaldırdığını görmeyi deneyin.

Anlamak/görmek istersen; kendi dilinde ve kendi coğrafyanda, en az diğer dillerin ve ülkelerin yazarları kadar yetkin, gerçek üstü ve gerçekçi, toplumsal ve bir o kadar da bireyci, göz ardı edilmemesi gereken ve geleceğe taşıyacağın mirasının bu yazarların olduğunu görebilirsin. Bu ülkenin mirası; şehirlerinin, toplu -akıl almaz- tecavüz olaylarına katılması olmamalıdır.

Bu seferlik “İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikâyesi…”


Ve hoşuna giderse; Kuyucaklı Yusuf’u, İçimizdeki Şeytan’ı, Kürk Mantolu Madonna’yı da okumalısın. İşte adaşım, belki o zaman James Joyce için Dublin’i, Borges için Buenos Aires’i, Bukowski için Los Angeles’i, Kafka için Prag’ı sevdiğin gibi yurdunu da Sabahattin Ali ile sevebilirsin/anlayabilirsin.

Mutluluk dolu günler ve haberler dilerim.

Gülda

23 Nisan 2010 Cuma

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER - YILMAZ GÜNEY

Boynu Bükük Öldüler ile Karşılaşmam

Gülda Boynu Bükük Öldüler kitabın gönderildi dediği zaman, elime alacağım kitabın buram buram köy ve köylümüzü yansıtan bir kapağı olacağını, eski, sararmış sayfalarından insanın içini acıtan köy dramlarının yansıyacağından emindim.

Kitabı görünce emin olduğum şeylerden birincisi darmadağın oldu. Kitabın kapağı neredeyse pop-art kıvamındaydı ve Gülda ile çok güldük. Ancak emin olduğum ikinci hususta ise yanılmadığımı göreceksiniz.



Boynu Bükük Öldüler Yılmaz Güney’in Nevşehir Cezaevi’nde neredeyse hiç uyumadan 16 ay boyunca ranzasından indirmediği masasında yazdığı bir ilk roman.

Yazmadığı zamanlarda da düşlerinde anlattığı kişileri gördüğü, hapishanenin sıkışmışlığında, kapana kısılmışlık duygusunu yok etmek için bu insanlarla yaşadığı ve bu yaşantının getirdiği duygulanımları aktardığı bir roman.

Yılmaz Güney bu ilk romanını toplumsal sorunların ve özellikle köy hayatının, köylünün sorunlarının ciddi biçimde ele alındığı, gerçekçiliğin ön planda olduğu ve sol düşüncenin baskın hale getirilmeye çalışıldığı bir dönemde –ki 60’lı yılların başı- ve kendisinin ifade ettiği gibi özlediği, düşlerini kurduğu şehir olan Adana’nın Çukurova yöresinde gelişen olayları ve yaşantıları ele alarak yazıyor ve 1972 yılında ilk defa verilen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanıyor.

Yılmaz Güney Hakkında Birkaç Satır

Yılmaz Güney hakkında çok klişe şeyler yazmak istemiyorum ancak hiç bahsetmeden de olmayacağına karar verdim. Yılmaz Güney’i daha çok sinemacı yönü ile bilirdim ve bu nedenle de Ben Boynu Bükük Öldüler kitabına kadar açıkçası edebiyatçı yönünün de olduğunu bilmiyordum. Her ne kadar en iyi kitabı Boynu Büküm Öldüler olarak nitelendirilse de, Güney’in; Salpa, Sanık, Hücrem, Oğluma Masallar, Zavallılar, Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Sen ve Ötekiler adında eserleri de mevcuttur.



Bir efsane haline gelmiş olan Yılmaz Güney hayat hikayesini isminin anlamını açıklayarak başlar ve aslında bazılarını dediği gibi ismi onun karakterini ve yaşadıkları karşısında bulduğu direncin kaynağını da açıklar gibidir:

“Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün'dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye'de, bir güney şehri olan Adana'nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim “



Hicri İzgören’in Gündem Online’da yazdığı Adı Yılmaz yazısında ifade ettiği gibi sokaktaki adamın bakış açısıyla Yılmaz Güney; “adam devlete kafa tutmuş, hapse girmiş, kafasının tası atmış çekmiş devletin hakimini vurmuş, güzel kadınlarla evlenmiş, 12 Mart'ın en civcivli günlerinde Mahir Çayan'ları evinde saklamış, boyun eğmemiş, onuruyla yaşamış bir figür... Sevdiği kadının evinin önüne bir kamyon gül dökecek kadar da has Anadolu delikanlısıdır”.



Hayatının belirli bir bölümü hapishanelerde geçen Güney 'Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için' diyerek sanatsal çalışmalarını hapishanedeyken de yılmadan sürdürmüştür.

Yılmaz Güney’in “Hayata seyirci kalmak kötüdür oğlum. Hayatın iyi, uslu bir seyircisi olmaktansa hayatın içinde başarısız bir adam olmak bin kere daha iyidir. İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı göze almak daha iyidir, oğlum” sözü de adeta kendi hayatının bir tanımı gibidir.



Yılmaz Güney’in sanatçı ve sinemacılığı ile ilgili olarak söylenebilecek bir sürü olumlu şey olsa da pek çok da yanlışı barındıran bir hayat yaşadığını düşünüyorum, belki bir hayatı yaşayan sıradan insanlar olan bizler gibi hem iyi şeyler yaptı/yaşadı/yaşattı hem de kötü şeyler yaptı/yaşadı/yaşattı.



Ama astığı astık, kestiği kestik, aniden öfke krizlerine kapılıp vurup kıran “güneyli erkek” tavrına fazlaca kapılmış hallerini, silaha bu kadar düşkünlüğünü ve kabadayılığa varan Anadolu delikanlısı kimliğinin biraz fazlaca abartılı ve kötü izler bırakan cinsten olduğunu düşündüm hep.

Gene de Yılmaz Güney'e olumlu bakmak ve hep aşağıdaki dizelerde saklı bulunan duyarlı bir sanatçı kişiliğe sahip olduğunu hatırlamak/düşünmek istiyorum:

"Kavgayı, bir yaprağın üzerine yazmak isterdim sonbahar gelsin yaprak dökülsün diye. Öfkeyi, bir bulutun üzerine yazmak isterdim yağmur yağsın bulut yok olsun diye. Nefreti, karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın karlar erisin diye.
...Ve dostluğu ve sevgiyi, yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın diye.
"

Boynu Bükük Öldüler’i Yayına Hazırlarken Boynu Bükülenler: Demirtaş Ceyhun ve Salim Şengil

Dost Yayınevi’nin sahibi ve Nezihe Meriç’in eşi olan Salim Şengil “Anılarda Kalan Portreler” adlı kitabının 124. Sayfası Yılmaz Güney başlığı altında kendisinin Boynu Bükük Öldüler’i edebiyat dünyamıza ikinci kez kazandırma çabalarının hikayesini anlatıyor.

Kitap Özdemir İnce tarafından Nezihe Meriç ve Salim Şengil’e getirildiği dönemden kısa bir süre önce işportaya düşmüş durumdadır. Bunu bilseler de Özdemir İnce’nin ısrarı ile takrar okurlar ve bitmesine yakın gözyaşlarını tutamazlar.



Bunun üzerine kitabı yayınlayabileceğini söyleyen Şengil kabaca bir hesap yapar: “Roman otuzaltıbin liraya çıkar. Yirmibin lira Yılmaz katkıda bulunsun. Onaltıbin lira ile emeğimizi biz koyalım. Kitap tutar, satılırsa, yirmibin lirasının geriye verir, her bir dörtbin baskı için beşbin lira de telif hakkı öderiz.Bundan sonraki baskıları da Dost Yayınları arasından çıkacak. Romanı tutturamazsak onun parası ile bizim katkımız ve emeğimiz gitmiş olur.” der.Kitabın adını da Boynu Bükükler yerine Boynu Bükük Öldüler olarak değiştirirler.



Bu öneriyi İnce Güney’e götürünce önce Güney önce telif almayı reddeder, ancak Şendil sanatçının hakkı yenilmiş olur gerekçesi ile ısrar eder. Güney payına düşen parayı da vermek istemez. Özdemir İnce Yılmaz Güney’in parası olmadığını düşünse de aslında parası vardır. Zira Yılmaz Güney buluştukları bir gece barbut oynamıştır ama parayı göndermemiştir. Daha sonra da aralıklarla da olsa bu parayı ödemeye başlar.

Kitap yayınlanınca beklenen ilgiyi görmez her ne kadar bol reklam yapılsa da. Şendil inatla kitabın tanıtımını yapmaya devam etse de kimse Güney’i yazar olarak görmemektedir.

Şengil’in kitabı Orhan Kemal Roman Ödülü’ne aday göstermesi, Güney’in Altın Koza’da film armağanı alması (sonradan geri alınmış) satış rakamlarında biraz hareket yaratır. Ancak bu esnada siyasi olaylar ve 12 Mart’ın ağır gölgesi her yana yayılmıştır ve Nezihe Meriç de aranmakta olduğundan biraz zorluk yaşamaktadır.

Ayrıca kitap depoları basılmakta ve sürekli kitaplar toplatılmaktadır. Şengil elinden geldiği kadar kitabın dağıtımını yapmakta ve toplatılmasını önlemeye çalışmakta ve telif hakkını da Güney’e göndermektedir.

Bir gün Güney’in avukatı Doğan Tanyel Şengil’i çağırır. Bir sözleşme olmadığı halde Güney’e düzenli olarak para gönderilmektedir.Tanyel,işi sözleşmeye bağlamak ister. Sözleşmede başka hususlar yer alsa da Şengil buna önem vermez ama kitabın daha üçüncü baskısı tükenmeden kitap Bilgi Yayınevi’nden çıkar.Şendil kızsa da işin üstüne gitmez ancak bir de Güney’den kitapların 12.000 değil 72.000 adet basılması nedeni ile ödenmeyen telif haklarını talep eden bir protesto alınca çok öfkelenir.

Bunu Yaşar Kemal’e anlatan Şengil’e Yaşar Kemal: “ Benim İnce Memet, bunca baskıdan sonra bile bu tiraja ulaşamadı” diye cevap verir.Bu olayın ardında Özdemir İnce Güney’e ağır bir mektup yazar ve ölünceye kadar da bir daha onunla konuşmaz.



Kitabın satışlarında biraz hareketlenme olduğu dönemde Demirtaş Ceyhun Şengil’e

“ Nasıl oluyor abi! Ben bu kitapla battım, sen satıyorsun.” der ve Şengil’e kendi Boynu Bükük Öldüler hikâyesini bir mektupla anlatır:

1965 yılında Yılmaz Güney’in o zamanlar menajeri olan Arif Keskiner Demirtaş Ceyhun’u ziyaret eder ve Niğde’de hapisken ve Konya’da sürgündeyken yazdığı bir roman olduğunu ama o dönemde hiçbir gazetenin tefrika roman olarak basmak istemediğini ama Güney’in bu romanın basılmasını istediğini anlatır.

Bir içki sofrasında anlatılan bu hikaye ve genel seçimlerden de TİP’in parlak sonuçlarla çıkacağı beklentisinin de yarattığı heyecanla Ceyhun ve Keskiner basım için kolları sıvarlar ve para koyacak kişi olarak da mimar İlban Öz’ü aralarına katarlar ve bir yayınevi kurarlar: Anadolu Yayınları.



Yılmaz Güney de kitap satışlarından telif istemez ve romanın satışını artıracak öyle şeyler vaat eder ki: Roman numaralandırılarak piyasaya çıkacaktır, bir süre sonra noter huzurunda çekiliş yapılacak ve kazanan 10 kişiye Güney'in filmlerinde rol verilecektir... Güney'in oynadığı ve gösterime girdiği her film galasında imza günleri düzenlenecek ve Güney, romanı tanıtan bir reklâm filmi çekecek, yapacağı tüm sözleşmelere de bir madde ekleterek, bu reklâm filminin asıl filmden önce gösterilmesini sağlayacak, film çekmeye gittiği yerler önceden bildirilip oradaki kitapçılarda imza günleri düzenlenecektir. Kitabın çıktığı gün, büyük bir kokteyl verilecek ve bütün film yıldızlarının gelmesi sağlanacaktır. Böylelikle magazin basının ilgisi çekilecektir.

Kitabın hızla basımına başlanır. Ceyhun kitabın arka kapak yazısını yazar. Hatta bu nedenle de kendisi şiddetle eleştirilir, tüccar ve yağcılıkla suçlanır. Ama bu suçlamalarda bulunanlar jüri olunca Orhan Kemal Roman Ödülü’nü de verirler. Bedri Koraman kitabın kapak resmini yapar. İlk basım adeti 10.000’dir. Güney'in şart koştuğu gibi Suavi Barutçu ve Selahattin Hilav'ın ortaklaşa kurduğu KiDa tarafından yapılır dağıtımı.

Yılmaz Güney verdiği sözlerden sadece bir tanesini tutar o da kokteyldir.Gerçekten görkemli bir kokteyl verir kitabın çıkışı onuruna. Bütün Yeşilçam gelir neredeyse kokteyle. Magazin basını da fotoğraf altı yazılarıyla romanı güya tanıtır. Ama, meğer magazin basını okuyucusu, kitap okumadığı için de bu reklam bir işe yaramamıştır.

Güney bir film çekimine gittiğinde Antep’e Ceyhun koli koli kitap göndermiş ancak pek kitapla ilgilenen olmamış zira kimsenin pek haberi yokmuş. Güney sinirlenmiş, gitmiş. Kitaplar da geri gelmemiş.



Başka yerlere için de aynı hususta anlaştıkları halde Güney o yerlere ya gitmemiş ya da zamanında belirlenen yerde olmamış. Bir daha da Ceyhun Güney’i görmemiş ve borçlarını temizlemek için çabalamış. Bir ara Güney yardım etmiş ve bir film şirketine 5000 adet kitap aldırmış ama şirketin verdiği bonolar da karşılıksız çıkınca Ceyhun iflas etmiş. Ortağı da bir ara 8-9 bin adet kitabı tanesi 90 kuruştan bir eskiciye vermiş. Ceyhun'un da yayıncılık hayatı sona ermiştir.

Boynu Bükük Halil, Emine, Remzi ve Diğerleri

Roman kimsesiz olan Halil’in askerden köye dönüşü ile başlar. Babasını bir kan davasında kaybetmiş olan Halil anası ile Siverek’in Kalecik Köyü’nden kaçarak Yenice Köyü’ne gelir ve orada tanıdıkları adamı bulamayınca Kamber’e konuk olurlar. Bir süre sonra Halil’in anası Halil’i bir don bir gömlek ve trahomlu iki gözle bırakarak göçer öte tarafa. Kamber de çalıştığı çiftliğe götürür Halil’i ve bir toprak ağasının yanına sığınarak yaşama tutunmaya çalışır Halil; bir tutma olarak.

Halil’in kimsesizliği, Kürt olmasının getirdiği baskılar onu hayatta iyice köşeye kıstırmış ve ona ahırda da olsa yatacak yer, yiyecek kuru ekmek veren ağasına minnet duygusu ile bağlanmıştır. İşine bağlı, ağasına bağlıdır başka bir deyişle açlığa mahkum, yokluğa mahkum, bir çok tutmadan biridir.

Yenice Köyü de yaşanılacak bir yer olmaktan çok uzaktır, pek çok köyümüz gibi. Köylüler yazın ağaların kalkınması için çalışmakta, sonra da kendileri için kışlık bir şeyleri kenara koymak amacı ile iki kat fazla ter dökmektedirler. Halil bir ahırda diğer tutma arkadaşları ile yatıp kalkmakta ve hayvanlarla iç içe bir yaşam sürmekte, yeri ıslatmasınlar diye başlarını beklemektedirler.

Hayatları ne uzamakta ne de kısalmaktadır. Yaşı ilerlemiş ve hayatlarının ağalara hizmet etmekle ve bir tatlı söz bile duymadan geçiren Ali Osman ve Süleyman Halil’e bu hayatın hayat olmadığını, yol yakınken köyden çekip gitmesini salık verseler de Halil’in cevabı “Ağasını tanımayan Allahını da tanımaz” olur. Halil’in Allah’ını da tanımaması için acı olayları arka arkaya yaşaması gerekecektir.



Bu acı olayların ilki arkadaşı olan bir diğer tutma Hıdır’ın sevdiği kıza kavuşamadan ölmesi olur. Hıdır’ın kızı kaçıracak parası, götürecek evi, uyumak isteler altlarına serecek bir döşekleri bile yoktur ve bu çaresizlik, bu eziklik zaten hasta olan Hıdır’ı giderek bitirmektedir. Sevdalanmak, aşk ağaların işidir amma Hıdır da insandır nihayetinde:

“ Her istediğimiz kursağımızda kalıyor Halil. Böyle olunca da hayatın ne tadı ne de tuzu kalıyor. Sevda acısı nedir, bilir misin? Sevda başkadır Halil. Adamın içini yakar, başını döndürür….Hele tutma milletine hiç yaramaz. Tutma milleti demek edir milleti demektir Halil. Bundan dolayı da bizim için felaket olur. Ama n’parsın ki bizim de sevdaya açık bir yüreğimiz var. Biz de insanız ama evimiz yok. İnsan evsiz olur mu?”



Halil Hıdır’ı anlamaktadır çünkü o da eskiden arabacı iken sakatlanan Mahmut’un kızı Emine’ye tutkundur ama onun da elleri bağlıdır. Emine bir bohça ile kaçmak için hazır beklemekte ve Halil’i sıkıştırmaktadır:

“…Bizim de eller gibi gün görmeye hakkımız yok mu?”

“Yok Emine. Çünkü bizim hiçbir şeyimiz yok. Hele benim halim hiç hal değil. Köyün yerlisiyle, tutma adamın hali başka Emine. Düşün bir kere: Başımızı sokacak bir damımız yok, altımıza serecek bir yatağımız yok. Parasız pulsuz evlenme olur mu hiç? Alıp seni dağlara mı kaçırayım Emine? Yoksa yattığım ahıra, katırların, öküzlerin arasına mı götüreyim seni? Söyle?”

Emine Halil kadar cesaretsiz ve umutsuz değildir :

“Genciz Halil. Çalışır herbirşeyimizi düzeriz. Başta sıkıntıya katlanırız biraz. Bizim sıkıntısız günümüz yok ki zaten , alışkınız…..Ben başak toplar yatak yaparım, yastık yaparım, bir ev buluruz kendimize…”

Ama Halil bir türlü ikna olmaz. Daha çok acı daha çok olay olmasını beklemektedir sanki ikna olmak için. Diğer köylüler ve tutmalar arasında artık biraz kıpırdanmalar başlamıştır. Ona bir nevi babalık yapıp kollamış olan Kamber oğlu tüm umudunu oğlu Remzi’ye bağlamıştır.

Ağaların alay etmelerine rağmen onu okutmak için sırtında Remzi’yi okula taşımış, Remzi de yağmur, çamur ve sel demeden neredeyse yarım günlük yere okumaya gitmiştir. Ancak bir gün Remzi’nin yağmurdan dolmuş olan su dolu bir hendeğe girip boğula yazması ve ateşler içinde kalması sonucunda Kamber kararını verir: Şehre gidecek, gerekirse dilenecek ama Remzi’yi okutacaktır.



Bu arada tarıma makineler girmeye başlamış, önce zincirli motor derken şimdi de traktör devreye girmiştir. Halil gibi arabacılık ve tarım işi yapan tutmalara ihtiyaç giderek azalmaya başlamıştır. Bunun gören köylülerden Kel Hasan babası ile ciddi bir kavgaya tutuşur ama sonunda şehre fabrikalarda iş bulmaya gider.Halil hala yaşananları, ağaların vurdumduymazlıklarını, alaylarını görmezden gelmekte ve kendinde bırakıp gitme cesareti bulamamaktadır.

Sarsıcı bir olay Emine’yi ve hayallerini de alır gider. Bir gün önce uykusuz ve çok kötü bir gece geçiren Emine yine de sabahın köründe tarlaya gitmek için yola çıkar ama tarlada fenalaşır. Bir ağacın altında dinlenmeye çekilir. Bu sırada tarla civarında dolaşan Selim Ağa Emine’yi görür ve tecavüz eder. Emine olayın farkına Çakal Omar’ın Selim’i boğazladığı ve öldürdüğü anda uyanarak varır. Çakal Omar hırslıdır zira Selim kendi karısı Halime’ye de tecavüz etmiştir. Bu olay ağaların gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Halime ile Çakal Omar’ı canlı canlı yakarlar.



Bu olayın ardından annesi tarafından dövülerek hastanelik edilen Emine iyileşmiş ve ev hapsine alınmıştır. Mutluluk ve Halil üzerine kurduğu bütün düşleri yıkılan Emine vaktinin çoğunu kendi çeyizini değil de komşu kızlara iş işleyerek geçirir. Anası başka bir köye gitmeyi istemekte içinde bulunduğu toplumun en önemli ölçüsü olan kızlığını yitiren kızının olsa olsa bundan sonra köyün orospusu olacağını söyleyip durmaktadır. Halil ise kendini işe vurmuş ve arabacıların kralı olarak ün salmış ve Gâvur Halil lakabını edinmiştir.



Tam bir sene sonra pamuk toplamak için babasının da desteği ile evden çıkan Emine Halil ile gene bir yakınlaşma ve hesaplaşma imkânı bulur. Sevgisini ve bağlılığını yineler durur, onu alıp götürmesini ister dövmesini, ister sövmesini isterse öldürmesini ister ama tutuk Halil bir türlü ne doğru dürüst sever ne de öldürür. Ancak Halil eline fırsat geçtikçe epey eziyet yapar Emine’ye ve düşüncelerini açıklar:

“İki dünya bir araya gelse ben seni avrat diye alamam. Bunu kafana sok bir kere. Böyle sürünüp gideceğiz işte. Sonra başkaları çıkacak karşına, o gelecek, bu gelecek; adın çıkmış bir kere kötüye. Seni kimse de alıp avrat yapmaz şimdi. Ben de seni kurtaramam Emine.” der ve “Seni ancak toprak temizler Emine” diye de ekler.Halil günler geçtikçe ne Emine ile ne de Eminesiz olamadığını görmekte ve bu hayatın omuzlarına yüklediği karanlık günlerden bir türlü kendini kurtaramamaktadır.



Günlerden bir gün Durmuş Ağa’nın kovduğu Arap Seyfi çıkagelir koltuğunun altında bir horoz ile. Madem kendi başına öcünü alamayacaktır, o da diyar diyar gezmiş ve Durmuş Ağa’nın horozunu yenecek bir horoz bulup yetiştirmiştir.

Durmuş Ağa’ya meydan okur ancak Ağa ortaya para konulmasını isteyince çaresiz kalır. Ancak köylü beklenmedik şekilde ona arka çıkar ve tüm rızıklarını birleştirir verirler. Çetin bir mücadele sonucunda Durmuş Ağa’nın horozu savaşı kaybetmeye başlar. Buna dayanamayan horozu da Ağa tutar kendi öldürür.

Bu horoz dövüşü Halil’in uyanışı olur.Ölen horoza bakarken “Hayatı, insanlığı, sevgiyi, başarıyı bu ölen horozda görür. Başkaları için dövüşmüş ve başkaları için ölmüş bir horoz, hayatını kendi için yaşayamamış bir horoz… Halil bu horoz da birden kendini ve hayatının özetini görür gibi olur. Ölen sanki horoz değil onun umutları ve yaşamasının anlamıdır.



Halil ne kadar tutsak olduğunu kavrar bir anda ve tüm bu tutsaklığı yaratan zincirleri kırmaya karar verir. Buna karar verince Emine’nin yarattığı karanlıklar da aydınlanır bir anda ve Emine yeni bir yaşamda yeni bir umut olur Halil’e. Emine’yi gece uykusundan uyandırır ve giderler. Işıl ışıl bir Adana şehrine, bacaları tüten fabrikalara ve yeni bir hayata…

Roman Biter....

Biraz ben de biterim aslında. Yılmaz Güney'in bu romanı ilk başta bir köy romanı olarak beni etkilemeye başlamıştı; bir sine roman havası seziliyordu ancak naçizane kanaatime göre kitap biraz fazla uzun yazılmış.

Güney, köylülerin umutsuz ve tutsak yaşamlarının yavanlığını ve çaresizliğini anlatabilmek için bulundukları durumları ve pişmanlıklarını ilk başlarda yaptığı net ve açık duygulanım ve düşüncelerle kahramanlarının ağzından dile getirse de bu bir süre sonra insanın içini sıkmaya ve devamlı aynı şey tekrarlanıyormuş izlenimi veriyor. Romanda yer alan doğa tasvirleri ilk başlarda net ve sadece gereken kadar ayrıntı içerdiği için hoşuma gitse de bir süre sonra bu tasvirlerin de zorlama olduğu hissi uyandırdı ben de.



Ama diğer -en azından benim okuduklarım arasında- köy romanlarında olduğu gibi doğrudan ve bir mesaj verme kaygısı olmadan sadece köyün ve köylünün durumunun dile getirildiğini söylemem mümkün.Örneğin; Remzi'nin okuma hırsı üzerinden anlatılan eğitimin çare olduğu ve tarıma makinenin girmesi ile köylünün bir anda amaçsız ve işsiz kalmaya başlaması ve artık dönem itibari ile kentleşme olgusu ve tarımdan ziyade sanayileşmenin önem kazanmaya başladığı da romanın içine bence iyi yedirilmiş.

Bana göre son sayfalara doğru toparlanan romanda Halil ve Emine arasında gelişen çaresizlik, talihsizlik, törelerin karşısındaki boynu büküklük ve bu nedenle nefret-sevgi ve şiddet içeren gel-gitli bir ilişkinin acısı,Arap Seyfi'nin gelişi, horozların dövüşü, Halil'in uyanışı ve geleceklerine doğru yola çıkışları bende de gözyaşına neden olmadı değil.

Sevgiler
Billur

16 Nisan 2010 Cuma

ŞİİR VE SİNEK - ADALET AĞAOĞLU - YÜZYILIN 40 ÖYKÜCÜSÜ

Anneme Hiç Şiir Yazmadım Ama

Üniversite’nin ikinci sınıfında yarı zamanlı olarak Etiler Benetton’da çalışıyordum, okula da yakındı ve çok eğlenceli bir işti. İyi para verseler, bir de çalışma koşulları bu kadar ağır olmasa, bence keyifli iştir tezgâhtarlık, pardon satış danışmanlığı. 1988 yılında Benetton çok popüler bir mağaza idi. Çok pahalıydı ama çok güzel kıyafetler olurdu. Tüm kazandığım parayı da, inanılmaz bir indirim vermiş olsalar bile yine oradan aldıklarıma harcadığımı hatırlıyorum. Orada çalışmanın en güzel taraflarından biri de, mağazaya gelenleri idi. Ben orada çalışırken, Adalet Ağaoğlu ve Kürşat Başar’la ile tanıştım. Başkaları ile de tanıştım ama onların yeri hep ayrı oldu.




Adalet Ağaoğlu’na servis verirken –kıyafetleri göstermeye öyle deniyordu, herhalde daha havalı olduğundan- o sezon en sevdiğim kazağın önünde; kazağın ne kadar güzel olduğunu konuşuyorduk. Koyu yeşil, balıkçı yaka bir kazaktı, göğüs kısmında renkli motifleri vardı. Kazağı denedikten sonra almaya karar verdi, bunu bir televizyon programında giyeceğini söyledi. O ana kadar, o güzeller güzeli hanımefendinin Adalet Ağaoğlu olduğunu bilmiyordum. İşte gençlik, “ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum. O güzel gözlerini çok mütevazı şekilde bana dikip, “Yazarım” dedi. Boş boş baktım.

—Ben, Adalet Ağaoğlu?

Nefesim kesilmişti. Kendisinden izin isteyip, koştura koştura üst kata çıktım, çantamdan Hayır’ı alıp yanına indim. Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi’ni ne kadar sevdiğimi, onun kitaplarına bağımlı olduğumu anlatmaya başladım. Çok heyecanlanmıştım, çok mutluydum. Hâlâ o günü unutmam. Günün sonunda da bir heves Yonç’a gittim, soluksuz Adalet Ağaoğlu’nu anlattım.

Çok güzel, çok içtendi.

Kibirli hiç değildi, ne kadar da duru idi.

Çok sakin ve çok derinden gelen bir hüznü/huzuru vardı.

Ne 16 yaşımda olduğuma, ne de tezgâhtar olduğuma aldırmadı; beni gerçek bir yetişkin gibi karşısına alıp konuştu. Neler okuduğumu sordu? Bir sürü tavsiye verdi.

Kitabımı imzaladı, imzası da ne kadar güzelmiş.

Halim kimdi? –Giderken kazağı Halim’in de beğeneceğini söylemişti.-




Yonç’a; ben de büyüyünce; onun gibi olmak istiyorum dedim ve o gün bu gündür; karşılaştığım herkese hiçbir ayrım gözetmeksizin; mesafeli ama içten davranmayı denerim.

Ve o günden sonra ne zaman bir yerde karşılaşsak, ısrarla onunla konuşmaya can atarım. Yanına gider, kendimi hatırlatır ve benzer bir heyecanla yine ona olan hayranlığımı dile getiririm. Kaza geçirdiğinde de çok üzüldüm. Yazdıklarını okumaktansa hiç vazgeçmedim… Eşi Halim Ağaoğlu’nun “Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır” derlemesini ise (Halim Bey’in; bu derlemesine; Ölmeye Yatmak romanını okumuş olan herkes için ayrı bir önemi olan bu cümleyi başlık seçmiş olması tam ama tam yerindedir.) ilk elime aldığımda bir hazine diye düşündüm. Halim Bey siz çok şanslısınız.



Şiirler, Öyküler, Romanlar

Adalet Ağaoğlu Türk Edebiyatının en güçlü kalemlerinden biridir. Unutulmaz romanlarında kullandığı teknik mükemmeldir, çok az yazar onun kadar güçlü yazabilir, hissettirebilir. Birçok iyi romanı olduğu gibi birçok öyküsü var. Sessizliğin İlk Sesi, Hadi Gidelim, Çok Özel Küçük Şeyler, Gün Üç Dakika bile onu Yüzyılın 40 Öykücüsü arasında anmaya yeter. Eğer bu liste içinde o olmasa idi, bu listenin ciddiyetinden ciddi şüphe duyardım. Eminim onun öyküleri birçoklarının hayatında yeni bir pencere açmıştır.

Adalet Ağaoğlu’nun öykülerinde çok dikkatli olmak gerekir. Çok basit bir şey söylüyormuş gibi yapıp, en kapalısından ciddi ciddi dersler verir. Zıtlıklar yaratır, sonra da bir ömür boyu unutulamayacak cümleleri, tespitleri kafanızın içine kazır.

Bense, son yazdığı romanı diğerleri kadar sevmemiş olsam bile Adalet Ağaoğlu’ndan vazgeçemem, yaptığı bazı açıklamaları anlayamadığımda ise, "annemi de her zaman anlayamıyorum" derim. Aklıma o güzel öykü gelir: “Şiir ve Sinek”. Bu hissi anlatmak biraz karışık olsa da deneyeceğim…



Şiir ve Sinek adlı öyküde 12 Eylül sebebi ile okulların kapatılmasından dolayı Şükriye Hanım’ın kızı evine dönecektir. Şükriye Hanım’ın kızı Güler; tam bir hafta kalacaktır! Şükriye Hanım okulların kapatılmasından, yaşananlardan çok tedirgin olsa da kızı geleceği için çok mutludur:

“Hey güzel Allahım, ne diye kapatıyorlar mektepleri böyle durup dururken, oh iyi oldu, çok şükür oh, kızım geliyor.”

Şükriye Hanım çok yalnızdır, kendi başına kalmışken yemez olmuş, yemekleri bitiremez olmuştur. Kızı Güler başka bir yerde, hem de çok kötü bir dönemde yanında olmadığı için çok endişelidir, gözüne uyku giremez olmuştur. Ama kızı gelecektir, çok mutludur, kızı sağ salim yanı başında olacağı için huzurla uyuyabilecek, onu koruyup kollayabilecektir.

Güler de annesinin bu sıkıntısını fark etmektedir. Bir şiir yazar. Çikolata, kolonya ya da üç metre kumaş götürmek istemez, onun için en güzel şiiri yapar. Evi, annesini şiirle donatmak ister.

“Anaların, diyor Şükriye Hanım’ın kızı Güler, anaların yüreği hep ağzında. Hep böyle oldular. Uykularında-uyanıklıklarında ölülerimizi görür oldular bütün bütün. Analara, analara, en çok onlara yazılmalı şiirler çocuklar, en çok onları anlatmalı. Hep anlatmalıyız, okul kapılarına varamayan, hiç değil her akşamüstü, oh çok şükür sağ salim geldi bugün de, diyemeyen, her günün her akşamını bile bekleyemeyen, yarına dayanmak için her günün her akşamüstü olsun sevinemeyen, hep uzaktan, aylar ucundan kıvranıp duran anaları, onları anlatmalıyız. Şiirleri onlar üstüne, onlar için yazmalıyız çocuklar. Anaları çocuklar, insanları çocuklar, tutarsa şiirimiz ayakta tutar. En yakınımızdan başlamalı, onlara, onlar için en güzel şiirleri yazmalıyız.”

Şükriye Hanım’da kızına güzel yemekler hazırlamak ister, salatanın maydanozunu, dereotunu daha da ince kıyar. Eli ayağına dolaşır kızını görünce. İnce ince sızlanır, yemek yapmaya devam eder. Kızı tam bir hafta dizinin dibinde olacağı için “helecanlı”dır. Güler’de içinden beş gün kalacağını nasıl söyleyeceğini düşünür. Aklına şiiri gelir, hemen şiirini okumalıdır.

“Şiir unutturur ona bir hafta değil, beş gün kalacağımı, şiir onu sevindirir.”

Güler “oturalım der baş başa”, annesi kızı açıktı diye düşünür. Güler konuşmayı denediğinde sıcacık börekleri koyar önüne. Annesi devam eder: çay der, limonata der, buzdolabı bozulursa ne yaparım der…

Güler, annesinin durulup dinmesini bekler.

Evi temizlerler, yeniden yemekler pişer, çaylar içilir. Aradan üç gün geçmiştir ve Güler hâlâ annesine yazdığı şiiri okuyamamıştır.

Artık dayanamaz;

“Otur anne, şimdi sana bir şiir okuyacağım” der. Annesi oturur, bir yandan bir örgü örer. Sonra kızının şiiri okumasına fırsat vermeden;

“Acaba dolaptaki imambayıldıyı da versek mi İsmailefendiye?” diye sorar. Güler çaresizlik içinde kıvranır, eğer imambayıldıyı götürmezse bu annesinin zihnini kurcalayacaktır. Bu isteğe boyun eğer ama şiirden soğumak üzeredir. Yine de caymak istemez. Annesine çayını da koyar. Hiçbir engel kalmamıştır annesine vermek istediği bu güzel hediye ile.

Annesi hemen atılır, Güler’in bir şeyler yemesini ister, Güler’in aklına İspanya gelir. Annesi eline plastik bir sinek öldüreceği almıştır. Güler tekrar dener:

“Uzat bakayım ayaklarını şöyle. Bir de sigara yak. Sana anne, tamam mı, senin için yaptığım bir şiiri okuyacağım şimdi.”

Şükriye Hanım sevinir, yüzünde uçuk bir pembelik vardır. Güler iyice heyecanlanır, annesi masanın yerinden söz eder, ocağın kapatılmasını ister. Güler’in göğsüne kurşun girmişçesine bir acı saplanır. En iyisi annesine bir çay daha getirsin. Annesi atılır:

“Şiir okuyacaktın ya, çayın acelesi yok.”

Güler tam şiiri okumaya başlayacakken annesi plastik sinek öldürücüsü ile pat diye vurur yastığa, sineğin kızını rahatsız etmesini istemez.

Kızıma konma!

Beş günün sonunda Güler annesi için yazdığı şiiri okuyamadan ayrılır. Annesi de sonra düşünür:

"Bir şey mi unuttuk biz? İçim öyle diyor".

Öyküyü okuyunca annenin kızına olan sevgisini, kızın annesinin beğenisini kazanma isteğini her satırda hissederim. Bir de kuşak çatışmasının, bir anne ile kız arasındaki bakış farklılıklarının ne kadar fazla olduğunu. Anne, kızını gerçekten çok seviyor, onun üzerine sinek bile konmasına kıyamıyor, onu mutlu etmek için elinden ne gelirse yapıyor, hâlbuki kızın tek istediği annesine şiir okumak. Ne imambayıldı, ne börekler, limonatalar… Onunla bir anı, düşüncelerini paylaşmak, annesinin gözünün içine bakıp o mutluluğu, gururu görmek. Oluyor mu? Olmuyor?

Şükriye Hanım’ı ben buradan bakarken anlayabiliyorum. Dönem çok kötü, okullar kapatılıyor, kızı uzakta, daha da uzaklara gitmeye hevesli. Kızına verebileceği çok az şey var. Yemekler, limonatalar, onu sadece sineklerden koruyabiliyor.

Güler içinse imambayıldı sadece bir yemek.

Güler’i de anlıyorum. Annesine yazdığı şiiri yurtta arkadaşlarına okuduğunda, en katı kafalıların bile beğenisini, onayını kazanmış. Kim bilir annesini ne kadar mutlu edecek. En iyi yapabildiği ve vermek istediği bu.

Ancak, annesi için şiir, bir şey ifade etmiyor.

Her ikisi de birbirlerine olan sevgilerini kendi yöntemleri ile göstermeyi deneyip, yanılıyorlar. Ve her yanılma ile aralarına giren uçurum biraz daha büyüyor.

Ve bir ama:

Bazen birini bu kadar çok sever ve kollarken; bir şeyleri kaçırmak kaçınılmaz oluyor. Kuşak farkı, bir sürü kırgınlık ve mesafeyi de beraberinde getiriyor. En sevdiğimiz ve bizi en çok seven kişi, en çok kırdığımız, gerçekleri en fazla sakladığımız ve en uzaklaştığımız kişi haline geliyor.

Adalet Ağaoğlu Elif Şafak ile ilgili tespitlerini yaptığında da bu öyküyü düşündüm. Elif Şafak özenle, büyük bir saygı ile kitabına Adalet Ağaoğlu’nu yerleştirdiğinde, Adalet Ağaoğlu ise ben “çay içmem” diyor. Aslında konu bambaşka, her ikisi de başkalığı anlatmaya kalkıştığında, ortada sinekliğe takılan, biz onları sevenler oluyor. Neyse ki, Adalet Ağaoğlu Türk Edebiyatı’nın annesidir. Şimdi "ben sizin nereden anneniz oluyorum" diyebilir ama o acısını bile güzelliğe dönüştürebilen, aslında dikkatli dinlendiğinde sağduyunun sesi olan nadir kişilerdendir.

Can Yücel’in onu Türkiye’nin en güzel kazası diye tanımlar. Çetin Altan "en sevip saydığım adalet, Adalet Ağaoğlu'dur" diye gülümsetir.

Bense yine onun sözcükleri ile onu anlatabilirim: Bir Düğün Gecesi’nde, "İntihar etmeyeceksek içelim bari" der. Başka bir yerde "delip geçen yıllarımıza içelim" diye ekler. Evet, onun kitaplarını kana kana içelim.

Gülda

14 Nisan 2010 Çarşamba

Toplu İğneler - Oğuz Dinç



“Son nişanın bu işte. Hayatta ne olabildiysen, bu toplu iğnede. İsmin buydu. Artık buradasın. Bu toplu iğneli isme bakıp ağlayanlarsın sen. Bu odaya seni aramaya gelenlersin. Sana üzülenler kadarsın. Yapabileceğin en büyük kariyer, bu iğnenin ucunda."

“Masadaki toplu iğne kutusu gözüme çarpıyor. Kâğıtlara dokunmuştum, ama iğnelere dokunmuyorum. Biliyorum elime batacaklarını…”


Hüzünlü bir öykü ile başlamış kitabına Oğuz Dinç. Ben Zincirlikuyu’dan geçerken görürüm, ama sanırım diğer mezarlıkların girişlerinde de vardır bir yazı; “Her canlı bir gün ölümü tadacak.” Bu yazıyı hiç sevmedim. İlk gördüğümde midemde kasılmalara sebep oldu. Hiçbirimiz ölümsüz değiliz. Ama sanki “bunu bilin ve ona göre ayağınızı denk alın” manasında bir uyarı niteliği taşıdığına inanıyorum. Bir gün tadacağımızı hepimiz biliyoruz, ama hayatı, bize sunduklarıyla dolu dolu yaşamak istiyoruz.

Özgür Dinç, Çitlembik Yayınları’ndan çıkan Toplu İğneler adlı öykü kitabının ilk öyküsünde, ölüm gibi kaçınılmaz bir olayın insan hayatındaki yerine değiniyor.

Yaşarken farkında olmayız sahip olduklarımızın. Her şeye takılırız; neden bana onu dedi, neden daha zayıf değilim, neden çocuğum okulu iyi bir derece ile bitirmedi, neden, neden, neden…

Ama sonra bir yakınımızı kaybettiğimizde, kafamıza gülle düşmüş gibi sarsılırız. Bir anda kaçtığımız gerçeklerle yüz yüze buluruz kendimizi. Silkiniriz şöyle bir. Hayatımız film şeridi gibi geçer gözümüzün önünden, hatalarımız, yapmak isteyip de yapamadıklarımız, lüzumsuzca takıldıklarımız, boşuna dert edindiklerimiz bir bir düşer aklımıza. Ne aptalmışım deriz kendi kendimize. Bu bizi bir süre idare eder. Sonra yine aynı çarka kapılırız. Şiddetle akan nehir suyu gibi öylesine akıp gideriz hayatın içinde. Sonra nehir yatağının sonunda bir yerlere karaya vururuz. Yorgun…

“Genç Şair, kızın adamla gülerek konuşmasını seyretti. Adam ciddi cümlelerle veda edip merdivenlere yönelirken, kızın bakışları Genç Şair’e döndü. Seyredildiğini fark edecek kadar kadındı demek…”

Hepimizin hayatında platonik bir aşkın hatıraları vardır. Bizim fark ettiğimiz, görmek için can attığımız, türlü oyunlarla ona yakın olmak istediğimiz, onun için şiirler yazdığımız, şarkılardan fallar tuttuğumuz bir aşık düşmüştür kalbimize.

Hepimiz seyahat etmeyi severiz. Havaalanlarında uçağımızın kalkışını beklemişizdir mutlaka. Bazen gideceğimiz yere bir an önce ulaşma heyecanı ile sıkılarak, bazen değişik insan karakterlerini bir arada görerek kafamızdan insanları tahlil ettiğimiz, bazen kendimizi kaybedercesine Duty Free’de alışveriş yaparak geçirdiğimiz saatler olmuştur.

Çocukluğumun yazlıklarını hatırladım “Çift” adlı öyküsünü okurken. Mayolarının üzerine tişörtlerini giyip, yazlık sitelerin üstü hasırla kaplı kafeteryalarında öğlen sıcağını atlatmak için arkadaşlarıyla tavla oynayan site sakinlerinin neşesi canlandı gözümde. Hep oyunculardan birinin daha şanslı olduğu ve attığı her zarda çift geldiğinde kaybeden tarafın inanmaz edalarla rakibine takılması.

İşinden istifa eden bir genç kızın eski iş arkadaşlarıyla arasında geçen telefon konuşmalarına belki de hepimiz şahit olmuşuzdur. Aslında kendi isteği ile istifa eden, ama içinde ayrılışın burukluğunu yaşayan insanların olayı sindirmeye çalışma çabaları.

Bütün öykülerde hayattan parçalara rastlıyorsunuz. Sizin hayatınızdan birebir parçalar olmayabilir, ama çevremize dikkatle baktığımızda görebileceğimiz estantaneler. Her an her yerde karşımıza çıkabilecek hikâyeleri, bir solukta okuyabilirsiniz.

1973 Ankara doğumlu Oğuz Dinç, pek çok şehirde yaşamış, okumuş ve yazmış. Ben bu şehirlerin içinde en çok İzmir’den etkilendiğini hissettim. Nedenini tam bilemiyorum, farklı şehirlerden bahsetmiş olmasına rağmen sanki İzmir’i anlattığı öykülerinde bir başka hissiyat vardı. Ya da belki yazdığını öğrendiğim İzmir İzmir adlı kitabının, öykülerde geçen İzmir anlatılarıyla birleşmesi sonucunda böyle bir duyguya kapıldım.

Oğuz Dinç 2000 yılında Gençlik Öykü Ödülleri’nde mansiyon almış, 2003 yılında ikinciliğe layık görülmüş.



Eşiyle birlikte İstanbul’da yaşayan Oğuz Dinç’in, 2005 yılında Maria’nın Yıldızları, 2007 yılında Yalnızlığın Kırmızı İzi adlı öykü kitapları ile 2008 yılında Karlar ve Adımlar adlı şiir kitabı yine Çitlembik yayınevi tarafından yayımlanmıştır.



Farklı insan karakterlerinin anlatıldığı, sade bir dille yazılmış bu kitap, bir Pazar günü kahvenize eşlik edebilir.

Peyman

13 Nisan 2010 Salı

Ev Sevdiğim Şeylerden Birkaç Tanesi:

Caz, Leonard Cohen, Açık Radyo ve İKSV

Geçen gün yine kendimden beklenmeyecek bir şey yapıp, Açık Radyo’nun bir programına katıldım. Yanlış anlaşılmasın Açık Radyo’nun Dinleyici Destek Haftası idi ve ben de 5 yıldır Açık Radyo Dünya’nın Cazı programı destekçisi olduğum için davet edildim. Geçen yıllarda gitmeye cesaret edememiştim ama Jak Kohen o kadar güzel ikna etti ki beni yapılacak bir şey kalmamıştı. Giderken yanımda en sevdiğim caz parçaları listemi de götürecektim. Bir de benimle dalgasını geçti ve telefonu kapatırken:

–Gülda, geldiğinde iyi hazırlan, Caz Tarihi’nden sınava gireceksin- dedi.


Ne cazdan anlarım aslında ne de caz tarihçisiyim. Ben sadece Caz Sever bir dinleyiciyim. Evet, kabul nerede ise çeyrek yüzyıldır caz dinlediğim için bir miktar bilgim var, nerede ise nefes almadan ardı ardına sayabileceğim enfes albümler ve müzisyenler listem var, her duruma uygun bir caz melodim var ama yine de sadece bir dinleyici olmanın mutlu hali ve huzurunu yaşıyorum.

Ben de elimde sevdiğim caz parçaları, bir cesaret programa gittim. Çok eğlendim, çok keyif aldım. Sıra sunacağım ikinci parçama geldi. Dedim ki:

Caz Sever biri olduğum gibi sevdiğim diğer tür parçaların caz yorumlarını da çok severim. Hem Leonard Cohen hem de caz sever biri olarak listemde olmazsa olmazım Dance Me To The End Of Love, Madeleine Peyroux'dan.

İşte en sevdiğim şeylerden bir tanesi:



Programa İKSV’den Harun İzer'de katılmıştı. Ona "Madeleine Peyroux, Rufus Wainwright bu yıl da gelse" dedim. "Jan Garbarek’i unuttunuz mu? Emiliano Torrini (Sn. Şakir Eczacıbaşı’nın vefatı sebebi ile Emiliano Torrini konseri ertelenmişti ama ne zaman gerçekleşeceğine dair bir bilgi yoktu, benim elimde de 9 tane bilet var, sahipleri de arada sırada soruyor.) ne olacak?" dedim. Harun İzer de bir sürü bilgi verip, sorduğum hiçbir soruya cevap vermedi. Avukat kalsa imiş, epey iyi bir avukat olurmuş. -Neyse, halinden çok mutlu görünüyor, biz de onun Caz Festivali'nde yaptığı işlerden çok memnunuz.- Programı bu yaz İstanbul Caz Festivali'nde kimleri görmek isteriz haline çevirip, sınavdan yırtıp, mutlulukla çıktım.

Açık Radyo’ya destek olmak isterseniz; http://www.acikradyo.com.tr/

Harun İzer’in benim de çok keyif aldığım bloğunu takip etmek isterseniz: http://alcakbasinc.blogspot.com/

Bu arada yaz geliyor, hâlâ Lale Kart almadı iseniz: http://www.lalekart.org/



"Dance Me To The End Of Love"

Dance me to your beauty with a burning violin
Dance me through the panic 'til I'm gathered safely in
Lift me like an olive branch and be my homeward dove
Dance me to the end of love
Dance me to the end of love
Oh let me see your beauty when the witnesses are gone
Let me feel you moving like they do in Babylon
Show me slowly what I only know the limits of
Dance me to the end of love
Dance me to the end of love

Dance me to the wedding now, dance me on and on
Dance me very tenderly and dance me very long
We're both of us beneath our love, we're both of us above
Dance me to the end of love
Dance me to the end of love

Dance me to the children who are asking to be born
Dance me through the curtains that our kisses have outworn
Raise a tent of shelter now, though every thread is torn
Dance me to the end of love

Dance me to your beauty with a burning violin
Dance me through the panic till I'm gathered safely in
Touch me with your naked hand or touch me with your glove
Dance me to the end of love
Dance me to the end of love
Dance me to the end of love

Dans edelim sonuna kadar...

Gülda

Sevdiğimiz caz şarkıları ile ilgili diğer yazıları buradan okuyabilirsiniz.

Yorum Yok ( 2 )

İlk Okuyucu Yorum Karşılaştırmasını (yurtdışı & yurtiçi) yaptığımda tarih 3 Nisan 2009. Karşılaştırmayı Amazon ve DnR ile yapmış ve sonuçlar epey iç karartıcı idi. Bugün 13 Nisan 2010, kitapkurdu ve idefix'de ekledim. Bakalım ne kadar kurtmuşuz?



* Aşk - ( Amazon-11 kişi --- DnR-3 kişi --- İdefix-58 kişi -- Kitapkurdu-1121 kişi )

* Cesur Yeni Dünya - ( Amazon-775 kişi -- DnR-0 kişi -- İdefix-14 kişi -- Kitapkurdu-37 kişi)

* Hayatın Kaynağı - ( Amazon-1013 kişi -- DnR-1 kişi -- İdefix-10 kişi -- Kitapkurdu-43 kişi )

* Yakut Yüzük - ( Amazon-26 kişi -- DnR-0 kişi -- İdefix-0 kişi -- Kitapkurdu-0 kişi)




İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails