27 Aralık 2009 Pazar

DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ - ERENDİZ ATASÜ



1996 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü; Erendiz Atasü’ye Dağın Öteki Yüzü adlı romanı ile verildi. İki aydır, eseri değerlendiren seçici kurul ve eserin seçilme sebebi ile ilgili resmi yazıyı arıyorum ve bulamıyorum. Ne http://www.orhankemal.org/ sitesinin ne de www.erendizatasu.com’un iletişim bölümü, onlar için cevabı son derece kolay olan bu bilgiyi vermiyor.

Yazarların kişisel web sayfalarının iletişim bölümü ne işe yarar? Oraya sadece eserinizi okudum çok beğendim gibi yorumlar mı yollamamız bekleniyor?
www.orhankemal.org’un durumu ise içler acısı. Eğer web siteleri güncellenmeyecekse, bir yönlendirici işe sahip çıkıp siteyi geliştirmeyecekse ve etkileşimli olmaktan uzaklaşacaksa, sadece bilgilendirme mahiyetli iletişim bilgileri ve temel konuları olan bir site halinde bırakmaları çok daha yerinde olacaktır. Öbür türlü kurum ve kişiler güvenilirliklerini kaybediyor, biraz da terkedilmiş ya da köhnemiş binalar gibi görünüyor.

www.orhankemal.org’un içinde 2007 yılında açılmış bir tek başlık ve altında sadece 10yorumdan ibaret olan bir de blog var. Orhan Kemal’e saygı bu mudur? Orada diğer yazarların, sanatçıların, okurların yorumları olmalıydı, tartışma konuları açılmalıydı ya da öyle bir blog hiç olmamalıydı.

Her neyse, eğer biri beni eserin ödül alma sebebi konusunda aydınlatırsa hemen buradan paylaşacağım. Bunu çok gizli bir bilgi imiş gibi kendime saklamayacağım.

Ödül yönetmeliğine göre armağanı kazanacak eserlerde aranacak nitelikler:

"Çağdaş bir dil ve anlatım gücünün varlığı, Türk toplumunun ana sorunlarını konu edinme yükümlülüğü, Orhan Kemal’in sanat ve dünya görüşüne karşıt ve ona aykırı olmamak koşuluyla gerçekçi ve toplumcu bilinçle yazılmış olması, yılın bu bakımlardan en iyi ürünü olduğu üzerine seçici kurul üyelerinin çoğunluğunun oylarını kazanma başarısı" imiş. Eser, kesinlikle bu niteliklere sahip.

Dağın Öteki Yüzü okumaktan çok keyif aldığım, üzerine çok düşündüğüm ve arkasından araştırma yapmamı sağlayan bir roman oldu.

Kitapta, üç kuşak kadının yaşamından kesitlerle Cumhuriyet Tarihi, çok farklı bir açıdan aktarılıyor. Kemalist ideolojiye ve Cumhuriyet ilkelerine son derece bağlı olan Erendiz Atasü, Cumhuriyet'in kurulması öncesi, dönemi ve sonrasını anlatırken bireylerin yaptıkları özverilerden, büyük bir aşkla Cumhuriyet’e sahip çıkılmaya çalışıldığından, her şeyin aslında vatan için olduğundan bahsederken konuyu hiç ucuzlatmıyor. Popüler kültüre alet etmediği gibi, vicdan muhasebesi yaparken de hiçbir şekilde duygu sömürüsüne yer bırakmıyor. Ortalıkta onlarcası çok satanlar listesinde yer alan benzer konulu kitaplarla hiç ilgisi olmayacak bir şekilde, incelikli ve sıra dışı bir gerçek/kurmaca roman olarak, geçen yüzyıla işaret ediyor. Nelere katlanıldığına ve elde nelerin kaldığına…

Kitap, Erendiz Atasü’nün okura mektubu ile açılıyor ve kitapta hangi bölümlerin gerçek, hangi bölümlerin kurmaca olduğu belirtiliyor. Ve kitap daha başlamadan içinde barındırdığı gerçek karakterleri ile etkilemeye başlıyor.

Annem Hadiye, 1939 yılında, Çapa Kız Muallim Mektebi’nde öğrenciyken “Reis-i Cumhur Gazi Paşa hazretlerinin direktifleriyle” açılan devlet burs sınavını kazanır ve İngiltere’ye tahsile gönderilir… Gruptan genç bir kız intihar etmiştir. Annem ve Saffet Korkut, Oxford Üniversitesi’nin “kızlara mahsus” St. Anne’s College’inin edebiyat bölümünden 1934’te üstün başarı ile mezun olurlar. Türkiye’ye dönüp Cumhuriyet’in uygun gördüğü vazifelere başlarlar. Annem Gazi Listesi ve Eğitim Enstitüsü’nde İngilizce öğretmenidir; aynı bölümde matematik öğretmeni olan babam Faik’le evlenir. Daha sonra, şimdi Gazi Üniversitesi olan enstitünün İngilizce bölümünü kuracak ve bu bölümde uzun yıllar İngiliz edebiyatı ve çeviri dersleri verecek, çevirileriyle dilimizi zenginleştirenlere o da katılacaktır.

Bu kitaptaki Vicdan annem Hadiye’den, Raik babam Faik’ten, Vicdan’ın annesi Fitnat Hanım anneannem Elmas’tan esinlenerek yaratılmışlardır. (sy.4–5)


Kitapta bahsi geçen anneanne, anne, baba, torun, dayılar gerçek kişiler iken annenin en yakın arkadaşı olan Nefise’nin düş ürünü olduğu belirtiliyor. Ancak kitabı okudukça en gerçeğe yakın karakter; nefsine yenik düşebilen, yazgısına başkaldıran Nefise oluyor.

Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı, Dersim Olayları, Kore Savaşı, işgal yılları görmüş, hırpalanmış, yokluk, eziyet altında bile büyük bir direnç ve kararlılıkla Cumhuriyet'i kuran bu inançlı ve önemli kuşağın gerçekliği, yazarın düş gücü ile harmanlanmış. Son derece kurgusal olduğu düşünülebilecek bir bölüm ise gerçekmiş.

Sıradan bir ailenin kızı olan annem gerçekten de 1936 yılında Dolmabahçe Sarayı’na çağrılmış, “Reis-i Cumhur’la uzunca bir süre görüşmüştür. Atatürk’ün Cihan siyaseti üzerine görüşlerini annem kendisi, Gazi’nin bizzat kullandığı – ve doğal ki, annemin unutamadığı- sözcüklerle, bana nakletmişti. Kitapta, Vicdan’ın Gazi ile ilgili izlenimi, annemin gerçeklikteki izlenimidir… Annem, kitapta anlatılan biçimde Gazi tarafından görevlendirilmiş, BBC’de “Türk İnkılâbı ve Kadın Hakları” konusunda bir konuşma yapmak üzere aynı yıl İngiltere’ye bir daha gitmiş ve bu konuşmayı gerçekleştirmiştir. (sy.6)



Anlatıcının annesi Vicdan’ın ölümü ile başlayan hikâye, anlatıcının annesinin mektuplarını okuması, eski fotoğrafları bulması ile şekilleniyor. Vicdan ile kızının/anlatıcının ilişkisi mesafeli. Anlatıcıya göre annesi sert, suskun biri iken mektuplarda karşısına çıkan Vicdan ise tamamen farklı. Gazi’nin “asri Türk kadını” fikrine etten kemikten örnekler yaratma gayesi içinde çabalayan, direnen, genç, neşeli, idealist bir Cumhuriyet Kadını.

Kalbi; Vatanı, Gazi, Nazım Hikmet ve kocasına ait bu genç kadının. Cumhuriyet ideallerini benimsemiş, tüm yaşamını Türkiye’yi
yaratma/yaşatma üzerine kurmuş.

Bu genç, idealist kadını/kuşağını suskun hüzünlü bir yaşlıya dönüştürense; yüzyılında ikinci yarısında yaşananlar oluyor. Dağın Öteki Yüzü ortaya çıkıyor.

Türkiye İkinci Savaş ve sonrasının ağır, sessiz ve yoksul yıllarının ardından, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, mambo yapıyor; niyeyse göbek atmaya benziyor dansı…


Uyumsuz sesler kalabalığın, Raik kocaman bir suskunluk gibi algılıyor, yüzyılın ikinci yarısında. Sessizlik hep vardı… Sakınım… Harb-ı Umumi’den önce ve Cumhuriyet’ten sonra… Gazi ölmeden önce ve sonra… İkinci Cihan Harbi sırasında ve sonra… Raik’in gençlik yıllarında, anlamlı sözleri yavaş yavaş yaratan bereketli bir mayanın kabı gibiydi sessizlik. Savaş, acımasız bir mengene gibi sıkıştırıyordu kabı. Sonra, yüzyılın ikinci yarısı başladığında, kap kırıldı, tam da maya tutmuşken… içindekiler ziyan oldu, sözler tümlüğe ulaşamadan saçılıp döküldü. (sy.152)


Sessizlik Vicdan’la Raik’in arasına bile girdi... Eskiden nişanlıyken, evliliklerinin ilk yıllarında, hatta savaş sürerken, şiirler söylerlerdi birbirlerine, tenhalarda; mektup satırları arasında. Kocaman dünyayı umutla sarmalayan dizelerin şairini… Ne kadar oldu yitireli bu alışkanlığı? Biliyorlardı birbirlerini korumak içindi susmaları. Birlikte sessizce bekliyorlardı, seslerine kavuşacakları günü... Hayır, öyle bir gün gelmeyecekti… Vatan bunca aldatabilir miydi insanı, sadakatsiz bir güzel gibi… Aldatıyordu işte… Beklenen gün doğmayacaktı… Öyküler susmuş, dizeler kırılmıştı… Sabahattin Ali’yi sınırda vurmuşlar, Nazım kaçmak zorunda kalmıştı; tam da Moskof düşmanlığı şahlanmışken… (sy.153)

Vicdan’ın ailesinin Balkan Savaşı sonrası Rumeli’den kopartılmaları ile başlayıp Alaşehir’de devam ederken bir kez daha işgal ile darbe alan öyküsü, ailenin sonrasında çektikleri, Vicdan ile Nefise’nin İngiltere’de yaşadıkları, tatil için gittikleri Almanya’da karşılarına çıkan Nazizim, geri dönüş sonrası Nefise ile Vicdan’ın yolarının ayrılması, Raik ile Vicdan’ın tutku dolu idealleri, Vicdan’ın erkek kardeşleri ile Uludağ’ın zirvesine tırmanışı, erkek kardeşlerin her birinin sonrasında yaşadıkları yakın tarihin içine adım atıyor.

Korkunç ve kanlı manzaralar görüyorum. “ateşi ve ihaneti” görüyorum. Uğursuz gölgesi kıpkızıl bir yangın bulutu gibi bu günü kavuran “ateşi ve ihaneti!” (sy.261)

Ataerkil düzene karşı çıkan Erendiz Atasü, tüm eserleri ile de feminist bir yazardır. Kadın hakları konusunda çalışmalar yürütmekte ve toplum bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Romandaki tüm kadınlarda da bu felsefenin izleri takip edilmektedir. Vicdan’ın da Raik’in de anneleri savaşlar sebebi ile eşlerini yitirmiş, tek başına ayakta durmak, çocuklarını yetiştirmek zorunda olan kadınlardır ve güçlerini bundan alırlar. Vicdan ve Nefise yeniden kurulmakta olan ülkenin kendilerinden beklediğini sunabilmek için güçlü, özgür olmak zorundadırlar. Anlatıcı; köklerinden, yaşanan çelişkilerden, diriliş mucizesinin yaratıcılarından mirasla, geleceği inşa edebilmek için özgür, güçlü ve bağımsızdır. Virginia Volf’un, Nazım Hikmet’in, Gazi’nin, Hadiye Sayron’un, Cumhuriyet’in ilk kadın ressamlarından biri olan Hale Asaf’ın yardımları ile de özgürdür.



Erendiz Atasü kitabı; kızı Reyhan’a ithaf etmiş. Onun gibi ben de;

Annesi Hadiye’nin, babası Faik’in anılarına ve Cumhuriyet’in idealist öğretmen kuşaklarına saygılarımı sunuyorum…

Gülda

ERENDİZ ATASÜ


1947'de Ankara'da doğdu. 1968'de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden mezun oldu. Ayni fakültede uzun yıllar öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra 1997'de Farmakognozi profesörlüğünden emekliye ayrıldı.
Feminist bilinçle kaleme aldığı öyküleri 1981'den bu yana, Sanat Edebiyat'81, Düşün, Çağdaş Türk Dili, Varlık gibi dergilerde; edebiyat sorunları, kitaplar, kadın özgürlüğü, laik toplum ve Cumhuriyet devrimleri üzerine deneme, inceleme ve makaleleri Saçak, Çağdaş Türk Dili, Cumhuriyet Kitap, Varlık, Papirüs gibi dergilerde, Cumhuriyet, Aydınlık gibi gazetelerde yayımlanmaktadır.
Atasü'nün dört romanı, altı öykü ve dört deneme kitabı ve çeşitli ödülleri vardır. Kimi öyküleri başka dillere çevrilmiş, İngiltere, ABD, Fransa, Almanya ve Hollanda'da yayımlanan öykü antolojilerinde yer almıştır.
DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ adlı romanı İngilizceye çevrilmiş ve İngiltere'de yayımlanmıştır. LANETLİLER Almancaya, BİR YAŞDÖNÜMÜ RÜYASI Yunancaya çevrilip bu ülkelerde yayımlanmıştır.
Atasü'nün yapıtları içerdikleri kadınların öznel tarihi, Cumhuriyet devrimlerinin kadın bireyin gözüyle irdelenmesi, kadın erkek ilişkilerinin ve kadın cinselliğinin kadınlar tarafından kavramlaştırılması gibi izlekler ve sorunsallar açısından olduğu kadar, biçim özellikleri, dil ve imge örgüleri bakımından da çeşitli edebiyatçılar ve edebiyat bilimciler tarafından incelenmiştir.(*)

(*)http://www.erendizatasu.com

25 Aralık 2009 Cuma

Yaprak Dökümü Devam Ediyor...

Arabadayım, radyoyu açtım. Ayten Gökçer'in "Hayatının 45 yılını geçirmiş olduğu eşi için keşke Allah bana onu biraz daha bağışlasaydı..." dediği sesini ve ağlamasını duydum...Ağladım.



Sonra da devlet sanatçısı ünvanını almış, Türkiye'nin ilk müzikalini sahneye koymuş ve dile kolay 23 yıl -hiçbirimizin bilemediği türlü sıkıntılarla boğuşarak-Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü görevini üstlenmiş bu dev sanatçıyı sadece eski bir iki filmden ve diziden hatırladığımı ve hiç sahnede görmediğimi düşündüm.

Kendisinin oyunculuğunu sergilediğini en net hatırladığım rollerinden biri Atıf Yılmaz'ın yönettiği Mevlana filmidir ki orada Mevlana Celaleddin Rumi'yi oynamıştır. Bir diğeri de 1967 yapımı Memduh Ün'ün yönettiği, senaryosunu Orhan Kemal ve Halit Refiğ'in yaptığı başrollerde Ediz Hun, Fatma Girik, Semiramis Pekkan ve Güzin Özipek'in rol aldığı Yaprak Dökümü'ndeki Ali Rıza Bey'dir.



Bir de şair Nefi'yi oynadığı ve televizyonda dizi olarak gösterilmiş olan IV. Murat dizi vardır. Bu diziyi büyük beğeni ile izlediğimi hatırlıyorum, o zamanlar ne kadar etkilenmiştim.



Ayten Gökçer'in dediğine göre, Cüneyt Gökçer'in en istediği şeylerden biri oyuncu yetiştirmek imiş ve neyse ki hayatının son yıllarında da buna fırsat bulduğu ve bu fırsat verildiği için çok mutlu olduğunu düşünmek istiyor ve dalından kopup gittiği yerde huzur bulmasını diliyorum.

Sevgiler
Billur

22 Aralık 2009 Salı

ZEKİ ÖKTEN ANISINA-BİR DEMET MENEKŞE

Evet. Halit Refiğ'in ardından Zeki Ökten'i de kaybettik. Duyduğum zaman ağzımdan çıkan acıklı bir "Ayy!" sonra da ilk aklıma gelen Bir Demet Menekşe adlı filmi oldu. Eğlenceli ve komik bulduğumuz eski Yeşilçam filmlerine yakın ancak sonunda insanın yüreğinde tatlı bir burukluk bırakan, naif, içten, utangaç bir duygusallık içeren bir filmdir Bir Demet Menekşe.



Senaryosu Selim İleri tarafından yazılmış olan bu film 1973 yılı yapımıdır. Filmin başrollerinde Kartal Tibet, Hale Soygazi ve Lale Belkıs vardır. Film boyunca çeşitli müzikler olsa da (örneğin zaman zaman Baba filminin tema müziği) filme asıl damgasını vuran ve film boyunca verilmeye çalışılan yaşanmışlıklardan gelen kıgınlık ve yorgunlukları çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm Mikis Theodorakis’in bestesi "Paola, 11099" adlı müziktir.

Film İstanbul sokaklarında vapurlara, otobüslere, dolmuşlara koşuşturan, bire yerden bir başka yere ulaşmaya çalışan insanların görüntüleri ile başlar. Ardından içe dönük ve hüzünlü haliyle Nesrin’e (Hale Soygazi) odaklanır kamera. Nesrin insan yığınları arasında yürümektedir ve düşüncelidir. Sonra bir kuyumcudan içeri girer ve annesinin yüz görümlüğü olan elmas bir yüzüğü satmak ister kuyumcu Yakup’a (Nubar Terziyan). O sırada Yakup’un misafiri olan fabrikatör Kenan Manizade (Kartal Tibet) bu duruma şahit olur ve yüzüğü o alarak bedelini öder.



Nesrin kuyumcudan çıkar ve az ötede güvercin yemi satın alarak güvercinleri besler. Bu sırada Kenan Manizade onu görür ve yanına gelerek yüzüğü geri verebileceğini söylerse Nesrin kabul etmez. İyi görünmediği için Kenan Nesrin’i evine bırakmayı teklif eder ve onu evine bırakır. Nesrin kapana kısılmış gibi hissettiği ve hemen her gün göz yaşı döktüğü hayatından kaçmak istemekte ve Almanya’ya gitme planları yapmaktadır ve yüzüğü de o nedenle elden çıkarmıştır. Nesrin hâlihazırda Butik Candan’da çalışmakta ve yatalak annesi Aliye (Muazzez Kurduoğlu) ve evlenmemiş teyzesi Melahat (Meral Kurtuluş) ile birlikte yaşamaktadır.



Ertesi gün Kenan Nesrin’in iş yerine gelir ve yüzüğü yine geri vermek istediğini söyler ama Nesrin kabul etmez ve yürür gider. Kenan bir menekşe alarak peşinde koşar. Menekşe’nin büyüsüne kapılan Nesrin, Kenan ile biraz sohbeti ilerletmeye karşı koymaz ve beraber Sütiş’e oturup, iki tavukgöğsü sipariş ederler. Ardından Nesrin’in mutsuzluğunun ve hüznünün sebebini öğreniriz.



Nesrin söze “ İlk aşkımdı. İnsan sevip sevmediğini bile hissedemiyor “ diye söze başlar. Mahalleden Halil ile nişanlanmıştır Nesrin.Babasının ölümü ile Halil Nesrin’den uzaklaşmıştır ve onlara sahip çıkmamıştır. Buna bozulan Nesrin durumu belli etmemektedir. Bir gün her şeyini danışıp konuştuğu işyerinde Leyla adındaki arkadaşı ile Halil’i gören Nesrin yıkılır ve nişanı bozar ve mahallede de dile düşer. Hem mahalledekiler rahatsızlık vermekte ve iş arkadaşları da onunla alay etmektedirler.

İçinde yaşadığı hayatın yapaylığından, kısırlığından ve kendinden başka bir şey düşünmeyen karısı Banu’dan (Lale Belkıs) ve yıllarca iş hırsı nedeni ile yaşamdan uzaklaşmış olan Kenan Nesrin’e tutulur çünkü o hep istediği ve arzuladığı saflığı, içtenliği ve sadeliği temsil etmektedir.




Aşkını ifade etmek için bir hediye alan Kenan’ın hediyesini Nesrin “hak ettiği zaman “ kabul etmesi gerektiği için reddeder.Nesrin ile geçirilen mutlu saatlerden sonra eve dönen Kenan karısını oyun masasında bulur. Geldiğinde Kenan’ın yüzüne bakmayan Banu, elindeki kağıtları açınca şans getirdiği için kocasını öper ve oyuna devam eder.



Ertesi gün Kenan’ı iş yerinde ziyarete gelen Banu Kenan’ın Nesrin ile olan randevusuna gidememesine neden olur. Bu durum iş arkadaşları Ayşe (Gülten Ceylan) ve Sevim’in (Yeşim Tan) çok hoşuna gider:

Ayşe: -Mercedes’li yoktu dün kapıda.
Sevim:-Farkettim.Haddini bilsin o da.
Ayşe :-Senin canın yok mu? Bak Ali evleneceksin. Dengi dengine herkes.

İş çıkışında dalgın dalgın eve yürüyen Nesrin komşu Fatma Teyze’yi görmeyince hayatının hatasını yapar: Fatma Teyze:

Bu ne dalgınlık başın önünde…Dik yürü kızım. Damgalı mısın sen? Der.

Nesrin eve ağlayarak ve isyan ederek gelir. Ama Kenan ona Almanya’ya gitme dediği ve güzel bir şeylerin başlangıcında olduğu için de buralardan gidememektedir.Nesrin’in annesi Kenan’ı eve davet eder. Evlilik yıldönümünü unutmuş olan Kenan akşamı Nesrinler’in fakirhanesinde geçirir ve çok mutlu ayrılır. Ama döndüğü sevgisiz dünyasıdır ve Banu’dan azar işitir. Tartışırlarken cebinden Nesrin’in sattığı yüzük düşer ve Banu kendi için olduğunu zannederek sevinir.



Kenan dertleşmek için Yakup’a gider. Yakup ona :

Kötü çağda yaşıyoruz. Hepimizin hayatı kirli.. Herkes kendi derdine düşmüş. Kimsenin kimseyi gördüğü yok. Sırt çeviriyoruz durmadan birbirimizde. Paraya açık gözlerimiz. Sen güzel bir insan bulmuşsun. Tertemiz bir kızcağız. Kıymetini bil Kenan Bey evladım.. Sahip çık. Sahip çık ki, gelecek nesiller dürüstlüğü büsbütün unutmasınlar diye” salıkta bulunur.

O akşam eve düşünceli gelen Kenan yemek sofrasında sessizdir.
Banu : Sen yokken çok yalnız kalıyorum evde. Oyalanacak hiçbirşey bulamıyorum Bir köpek alsak diyorum ha?
Kenan: Oyalanmak için mi?
Banu : Çocuğumuz gibi bakarım ona “
Kenan: Oysa ki bir çocuğumuz olabilirdi.
Banu: Çocuklardan nefret ettiğimi bilirsin. 9 ay boyunca beni sömürecek bir et yığınından daha sevimli der.

Nesrin ile Kenan mutluluk dolu günler geçirmektedirler. Bir gece buluşan Nesrin ve Kenan Nesrin istediği yere giderler ve bir süre Orhan Gencebay’ın şarkısının eşlik ettiği yerde sohbet ederler. Doğumgünü olduğunu öğrenen Kenan bir kulübe gidip sabaha kadar dans etmeyi teklif eder . Kulüpte Nilüfer’in Dünya Dönüyor’u çalarken dans ettikleri sırada Banu’nun arkadaşı Belkıs’a rastlamaları Kenan’ı huzursuz eder.



Ertesi sabah yemeden içmeden Banu’uya koşan Belkıs (Günfer Feray) Olayı ve Nesrin’in alışveriş yaptığı Butik Candan’da çalışan biri olduğunu anlatır. Banu:

-Şaşırmadım. Kocamın kurtulamadığı aşağılık duygusu… Layığını bulmuş sonunda.
-Hiç tahmin etmedin mi?
-Kocamın hayatını araştıracak kadar basit bir kadın olmadım hiçbirzaman (Allahım ne soğuk ve yılan bir kadınsın sen böyle?;!)
-Hayır kızı görmüşlüğün vardır belki
Yerli butiklere gitmediğimi bilirsin (Böyle de ezilir geçilir )



Akşam, Belkıs'ın geldiğini söyleyince Banu , Kenan da onu gördüğünü ve yalnız olmadığını söyleyip her şeyi itiraf eder. Banu inanılmayacak kadar olgun karşılar ve bu arada yüzüğün de Nesrin’e ait olduğunu öğrenir.Kenan her şeyi vermeye razı olduğunu ifade eder.

Ertesi gün Banu Butik Candan’a gelir (Candan Zeki Ökten eşi Güler Ökten ), alışveriş yapar. Yüzüğü gören Nesrin şoka girer. Banu kocasının hediyesi olduğunu söyler ama beğendiği için de Nesrin’e hediye eder. Nesrin bir kez daha yıkılmıştır.



Elbiselerin kocasının işyerine teslim edilmesini isteyen Nesrin Kenan’ın odasına girer Nesrin ve:

-“Her şeyi anlatmıştım sana bir demet menekşenin büyüsüne kapılıp. Bu muydu insanlığın? (Yüzüğü uzatıp) Sizin malınız, hakkınız geçsin istemem.”

Kenan: Dinlesen bağışlayacaksın.

Nesrin: Benim için koparıldığı günkü kadar tazeydi bu menekşeler .

Kenan: Nesrin, dur Nesrin seni seviyorum Sensiz olamam, seni seviyorum Nesrin
Diye tüm çalışanlarının ve işyerine gelmiş Banu’nun önünde çığırır.

Yıkık, dökük bir kalp ile evine dönen Nesrin evde annesinin yanında oturan Kenan’ı görür. (Kaleyi içten fethetmek ha! Seni kurnaz Kenan seni!)
Annesi:-Çile ocağına sığınanlar geri çevrilmez yavrum der ve kamera Nesrin’in yüzünde donar.



Her Bir Demet Menekşe gördüğünüzde Zeki Ökten Usta’yı Hatırlamanız Dileği ile…

Sevgiler
Billur

17 Aralık 2009 Perşembe

Kararsızım!..

Sofia Coppola'nın yazdığı ve yönettiği '' Lost in Translation ''

2003 yılında bu filmi izlediğimde karar verememiştim sevip sevmediğime. Geçenlerde yine izledim ama yine karar veremiyorum. Yavaş bir film ama sizde bu yavaşlığın ve durağanlığın etkisinden kurtulamıyorsunuz.

Bir kitabı elime aldığımda ilk olarak kitabın kapak dizaynına bakarım sonrada son sayfasını okurum. Elimde olmayan kötü bir alışkanlık. Eğer başı ve sonu beni etkilerse ortası zaten şaşırtacaktır diye düşünürüm. Tabi bunu sinemada yapmak mümkün değil, en azından son kısmını. Onun için eski bir izleyici olarak bakalım sizi bu filmi izlemek için kandırabilecek miyim?

1) Şimdi filmin posterini yani kapağını gördüğümde çok sevdiğim Bill Muray'nin dışında. Hepimizin bildiği ucuz otel terlikleri ile bastığı halıdan, üstüne oturduğu kalıp gibi yapılmış yataktan, çıplak teninin üstüne giydiği kimonodan, çaresizce ellerini önünde tutuşundan, boş bakışlarından, verdiği yalnızlık hissinden, arka plandaki tam zıt canlı şehrin görüntüsünden sonra gözlerim yukarıya kaydı. ''Everyone wants to be found.'' Bu kadar yalın ve net ve bu kadar gerçek!..




2) Bazen fazla konuşma herşeyi berbat eder. Bazen aşağıdaki gibi bir son çok daha etkileyici olur.



Karar Sizin!..

Ayşe

16 Aralık 2009 Çarşamba

ARIM BALIM PETEĞİM

Hayatımdaki erkeklerin sayısı hakkında sorduklarınıza cevaben size hatırladığım kadarını bir liste halinde sunuyorum:

1.Yakışıklı Kaptan 2. Çapkın Milyoner 3.İthalatçı İhracatçı 4. Uzatmalı Rejisör 5.Kulüp Başkanı 6.Orkestra Şefi 7.Romancı 8.Artist 9.Halı Tüccarı 10.Boks Şampiyonu 11.Banker 12.Sosyete Berberi 13. Uludağ’daki Kayak Hocası 14.Arap Prensi 15. Sinemalar Kralı 16.Kalp Mütehassısı 17.Ağır Ceza Reisi 18. Oto Yarışçısı 19.Fabrikatör 20.Milli Futbolcu 21.Hovarda Kuyumcu.
TABİİ HEPSİ BU KADAR DEĞİL!

Tamam. Kıskanmayın… Bu erkeklerin hiçbiri benim hayatıma girmedi. Girmiş olsalardı zaten ruhu teslim etmiş olurdum.

Yukarıdaki replik benim için kült bir film olan ARIM BALIM PETEĞİM adlı filmdendir. Sanırım bu filmi başından sonuna kadar 5’ten fazla, başından yarısına, yarısından sonuna kadar ise sayısız kez izledim. 1970 yapımı Muzaffer Aslan tarafından yapımcılığı üstlenilen ve yönetilen Bülent Oran’ın ise senaryo yazarı olduğu bu filmin müziklerinin prodüktörlüğü de Engin Arman tarafından yapılmıştır.



Filme adını veren şarkının bestesi İsmet Nedim’e güftesi ise Mehmet Erbulan’a aittir. Bu şarkıyı ilk olarak başrollerini Zeki Müren, Filiz Akın, Salih Güney ve Lale Belkıs’ın paylaştığı Aşktan da Üstün adlı filmde Zeki Müren’den duymuş ve çocukluk halimle de bayılmıştım. Kaldı ki hala bir Filiz Akın’cılık dönemimdeydim.



Arım Balım Peteğim’i çok sonraları seyrettiğimi biliyorum; sanırım ortaokul zamanı ki bu da yaklaşık 25 yıl önceye denk geliyor. Artık yavaş yavaş Türkan Şoray hayranlığımın arttığı ve Cüneyt Arkın’a ise aşık olduğum zamanlar...



Filmin orijinali 1957 yapımı, Audrey Hepburn ile Gary Cooper başrollerini paylaştığı ve Billy Wilder’ın yönettiği Love in the Afternoon filmidir. Arım Balım Peteğim Love in the Afternoon ile neredeyse tıpatıp aynıdır. Hatta bizim versiyon daha komik ve eğlencelidir. Üstelik de renkli.



Daha önce kendisinden Reyhan Dağlar Kızı filmi ile ilgili yazımda bahsettiğim dostum Ebru ile sürekli olarak alıntı yaptığımız ve kardeşi Altuğ’un ise boğazlı kırmızı kazak, siyah deri eldiven ve pardösü giyerek kızları etkileme fantezileri kurmasına neden olan bu filmin konusu ise şöyle:

Zeynep (Türkan Şoray), dedektiflik yapan babası Mehmet (Münir Özkul) ile iyi bir muhitte ancak mütevazı bir hayat yaşamakta ve konservatuarda müzik eğitimi almaktadır. Babası ise işinin kötü hikâyelerinden kızını olabildiğince uzak tutmaya çalışmaktadır.

Bir gün karısının kendisini yakışıklı, zengin işadamı namı diğer sosyete çapkını Harun (Cüneyt Arkın) ile aldattığını öğrenen ve bu bilgiyi de Mehmet’in yaptığı araştırma sonucu öğrenen Abuzittin Bey (Cevat Kurtuluş) Harun’u öldürmeye karar verir.



Bunu da Zeynep duyar. Harun, Abuzzittin Bey’in karısı (Aynur Aydan) ile bir haftadan beri görüşmekte, saat 17.00’ye kadar 4 kişilik (Sami Hazinses, Aziz Basmacı, Ergun Köknar, Kayhan Yıldızoğlu) müzisyen ekibi onlara eşlik etmekte ve aşk melodileri çalmaktadır. Bunu öğrenince deliye dönen Abuzittin Bey elindeki silahı ile çıkar gider.

Zeynep insanlık namına bu cinayeti önlemek amacı ile Harun’un kaldığı otele telefon eder -ki bu otel Tarabya Oteli – ve 11 numaralı odadaki Harun Bey ile hayati bir mesele ile ilgili olarak görüşmek istediğini söyler ama ne dese Harun Bey’e ulaşamayınca ve polis de onu dinlemeyince otele gitmeye karar verir.




Elinde silahla ve karısını Harun’un kollarında bulacağından emin Abuzittin odaya hırsla dalınca bir de ne görsün: Karısı değil bir başkası vardır namus ve ırz düşmanı Harun’un kollarında! Bu kız Abuzittinin karısının şapkasını giymiş olan bizim saf Zeynep’ten başkası değildir.

Harun bu aralar hiç itimat duyulmayan kocalardan birinin kurşunundan kurtulmuştur. Ancak kurtarıcı meleğinin kim olduğunu ve bu olayı nereden öğrendiğini bir türlü Zeynep’e söyletemez. Ama o kadar asılır… O kadar üstüne düşer ki…O kadar delici bakar ve Londra’ya gitmeden önce onu son akşamında yalnız bırakmaması için yalvarır ki… Zeynep o an ona aşık olur. Eh Cü de etkilenilmeyecek gibi değildir hani!



Ertesi gün Zeynep şapkayı vermek için otele gider. Harun elinde bir mikrofon teybe not düşmektedir.

-Yarın sabah beni Paris’ten arayın. 10 milyonluk ihaleye derhal girin. Araba kapasitesini %10 arttırın. Şu isimlere çiçek gönderip kendileri ile görüşmeyeceğimi söyleyin: Bayan Meltem, Bayan Süheyla, Bayan Mine ve İspanyol sefirinin güzel kızı DOLORES (Diğerleri çirkin olsa gerek).

Harun’un gideceğine inanamayan Zeynep üzülse de belli etmez ve Harun’un içki teklifini kabul eder. Sonra da atıp tutar: Yok efendim âşık olunur muymuş, bağlanmak da ne fena şeymiş. Ve Harun’un gitme vakti gelir. Adını sorsa da söylemez ve Harun ona “Öyleyse sizi hep arım balım peteğim diye hatırlayacağım. “ der. Arabaya kadar geçiren Zeynep iyice abayı yakmış durumdadır. Arabanın yanındaki bellboylara para veren Harun bu arada Zeynep’in de eline para tutuşturur! Zeynep o kadar aptallaşmıştır ki aşktan, bu paraya laf etmek aklına gelmez.



Aradan bir zaman geçer… Konservatuar bitmiş, Zeynep Cem’in (Bora Ayanoğlu) kurduğu orkestrada baş şarkıcı olmuş ve ilk işlerinde de en iyi lokallerinden birinde çalışmaya başlamışlardır. Zeynep hala Harun’a kesiktir. Tabii ki Cem de Zeynep’e. Zeynep ilk şarkısını seslendirirken dans edenler arasında Harun’un bir kadını öpücüklere boğmaktadır. Sahneden inen Zeynep Harun ile karşılaşır ve Harun onu bir yerlerden anımsamaktadır:

-Durun bakıyım nerdeydi? Ankara? İzmir? Roma? Venedik? Paris? Londra? (Yuh sana kart zampara!) Ah siz arım balım peteğimsiniz.(Sonunda!)
-Ya da unutulan kız. (Caanımmmm.)
-Pardon çok hareketli bir yıldı.(Eh bereketli de olmuştur! )



Bu konuşmanın ardından bizim kız gene atıp tutar, yok meşgulmüş, davetten davete, flörtten flörte… Harun onu otelde bekleyeceğini söyleyerek ayrılır. Zeynep ertesi gün oteldedir ve sevgililerinden bahseder... Ve ona aldıkları hediyelerden. … Sonra Zeynep Harun’un olur. Gecenin sonunda Zeynep uyurken bir mektup bırakarak gider:

Seni uyandırıp o saf ve masum gözlerine bakarak allahaısmarladık demek isterdim. Büyülenip hiç gidememekten korktum. Bana gecelerin en güzelini, ayrılıkların en acısını tattırdın. Hoşça kal Lekeli Meleğim.”

Öööyle atar tutarsan… Al Sana! Ancak bu arada Zeynep’in asla bilemeyeceği bir şey vardır. Harun otele döner ama yatak boştur.



Zeynep geç saatte eve dönünce meraklanan babasına kendi başına gelmiş olayı arkadaşının başına gelmiş gibi anlatınca babası alır sazı eline:” Allah anaları babaları böyle kızlardan korusun. Alnına vurulacak kara damgayı düşünmeden gelinliğini giymeden, bütün mukaddes hisleri ayaklar altına alan bir kız suçsuz mudur? Bu kıza masum diyebilir misin? Ona umudunu bağlayan anası babasına acımaz onu affedebilir misin? Bak susuyorsun. Bu çeşit kızlar insanlığın yüz karasıdır. Yarının kötü kadınları bunlardan çıkar. Sefahat kaldırımlarını bunlar doldurur. Topluma bu gibiler leke sürerler. Böyle kızların yaşaması bile zararlıdır bence. Ölsünler daha iyi!” [ Höh… Nutkum tutuldu.]

Bu sözlerin üzerine Zeynep gazı açar…Başka bir şey yapması da beklenemezdi herhalde.

YILLAR GEÇER

Zeynep babası tarafından kurtarılmış, ünlü bir şarkıcı olmuştur. Cem ona hala âşıktır. Bu arada bir küçük yavru da dünyaya gelmiştir ve bu yavrucak ki adı Harun’dur, (Kenan Özcan) babasızlığın acısını çekmekte, arkadaşlarına babam yok diyememektedir. Bir gün parkta oynarken ağaçtan düşer ve hastaneye kaldırılır. Acil kana ihtiyaç vardır. O esnada Türkiye semalarında gezinen Harun boğaz kıyısında arabada romantik anlar yaşamaktadır. Kan anansonu görünce meşguliyetine aniden ara verip “kırk yılın başında bir işe yaramak ihtiyacı gidermek” amacı ile doğruca hastaneye gider. Bilin bakalım kime kan verir?



Böylece hem adaş olan hem de damarlarında aynı kanı taşıyan iki Harun’un kanları kaynayıverir birbirlerine:
Küçük Harun: Ne tuhaf…
Büyük Harun: Tuhaf olan ne?
Küçük Harun: Babamı hiç görmedim. Resmini bile.Ama rüyamdaki babam sanki size benziyordu.
Büyük Harun: Sevindim buna Ben de saçlarını böyle okşayacağım ama içim titreyerek bakabileceğim senin gibi bir oğlum olsun isterdim.
Küçük Harun: Bana kanınızı verdiniz ya. Ben de sizin oğlunuz sayılırım….

Bir gece Zeynep’in şarkı söylediği lokale iki kadınla gelen Harun bir an başını kaldırır ve Zeynep’i görür:

“Şahane bir kadın” der.
Sahneden inerken kalkıp elinden tutarak Zeynep’e eşlik eder. Zeynep masaya oturur ve:
-Sigara lütfen der. 7 kişi birden çakmak uzatır.

Bunu gören Harun ıslık çalar.



-Şampanya der 4 kişi şampanya boşaltmaya kalkar bardağına...

-Oh! Beni yalnız bırakın lütfen. Ancak şaşkın Harun ilk görüşte gene tanıyamamıştır Zeynep’i sonunda:
-Ahh siz arım balım peteğimsiniz. İzini arayıp da bulamadığım isimsiz melek.
-İsimsiz değil lekeli melek. Der ve lafı gediğine kor.

Harun otele geri döndüğünü söylese de Zeynep pek inanmak istemez.Bu sahnelere tanık olan Cem Harun’un kim olduğunu anlar ve gerçekleri söylemesi için ısrar eder. Ama Harun Zeynep’e acıdığı için değil sevdiği içinde dönmelidir. Zira “Merhamet Aşkı Küçültür “der.

Bu seferki davet Yeniköy’deki Villa Harun’da gerçekleşir. Şampanya…. Müzisyenler…. Aşk Dolu Saatler. Zeynep boynuna çok güzel bir kolye takmıştır. Harun:

-Kolyeniz güzelliğini gözlerinizin ışığından çalmış. (Söze bak be!)
-İzmir hatırası.
-Kimden?
-Böyle bir kolyeyi herhalde kardeşler vermez. (Aldın mı cevabını düdük)
-Erkek mi? (Bu NASIL bir soru böyle. Yok kadın!)
-Hem de ne erkek. Futbolcu.
-Futbolcu mu?
-Evet. Acele kampa aldılar. Yoksa burada olmazdım.

Harun sinirlenir. Kolyeyi çeker koparır boynundan Zeynep’in ve şu yüce sözü söyler:
-Kolyeden hoşlanmam. Kadını adileştirir.

Aşk dolu saatler günleri kovalar. Bu arada Harun Zeynep’e aşık olmaya ve kıskanmaya başlamıştır. Hayatındaki erkeklerin sayısını öğrenmeye çalışmaktadır. Yine bir gün Villa Harun’da aşk dolu dakikalar yaşanırken telefon çalar. Harun:

-Alo? Uluslar arası mı? Oh! Sen misin Leyla? Süreyya da mı yanında? Necla da mı sizinle? Oraya mı geleyim? Paris’te mi?... Bu konuşmaya şahit olan ve öfkelenen Zeynep teybi görünce başlar saymaya ve kaydetmeye hayatındaki erkekleri. Telefon görüşmesi biten ve yanına gelen Harun’a gideceğini söyler. Harun kime diye sorunca işte şu kült sözler gelir:

-”Açık konuşalım. Siz geçicisiniz. Daimileri ihmal edemem.!”



Teybi, sarhoş olup devrilinceye kadar dinleyen Harun çıldıracak gibi olur. Bir gün hamamda terler ve müzisyenlerinin çaldığı müzikle rahatlamaya çalışırken Abuzittin Bey’e rastlar ve Zeynep’in babası Mehmet’in kartını alır. Soluğu Mehmet’in yanında alan Harun derhal Zeynep’in hayatındaki erkeklerin bulunmasını ister. Mehmet kızın adının Zeynep olduğunu ve dosyasının hazırlanacağını söyler. Ertesi gün raporunu sunmaya giden Mehmet’in elinde beyaz boş bir sayfa olduğunu gören Harun inanmaz Mehmet’in söylediklerine. Hayatındaki tek erkeğin Harun olduğu söyler ve ona bir fırsat vermesini ve Zeynep’i bırakmasını için yalvarır.

Ertesi gün eve gelen Zeynep Harun’un gitmek üzere olduğunu anlayınca ağlamaklı olur. Harun teybi dinlediğini, eğlenceli bir hayatı olduğunu söyler.Zeynep:

-Nefret etmediniz mi benden?
-Aksine,hoşuma gitti.Erkeklere zamk gibi yapışmayan, ayrılıkları ağlayarak tatsızlaştırmayan ideal bir kızsınız siz.
-Gözyaşlarından nefret ederim. Hele bazı kızlar değil ağlamak, intihar bile ederler sevdiklerinin ardından.Gülerim onlara. (Yahu Harun Yalan Yalan diye bağırsana)



Tren istasyonuna kadar Harun’u geçirmeye giden Zeynep sadece erken dönerse beraber yaşadığı adamın şüpheleneceğini söyler. Tren kalkar, Harun hareket halindeki trenin basamaklarındadır. Bizim kız gene atıp tutmaya başlar, yok yerine birini bulmuş, 22 numara Harun’muş, bulduğu 23 olacakmış. Ve Harun trenin içine girer.Zeynep yıkılmıştır. Bir duvara dayanmış ağlamakta iken bir ses:

-Zeeyneep! Diye bağırır. Tanrım bu ses. Bu Ses !

Karşı raylarda duran Harun’dur tabii ki. Koşarlar…Sarılılırlar…. Arkalarında ise müzisyenler….Küçük Harun, Mehmet maaile herkes garda beliriverir. Küçü Harun’un oğlunu olduğunu öğrenen Harun duygusallaşır ve Pepsi Fruco reklamının asılı olduğu direğin önünde üçü birbirine kenetlenir.

Ender’in bile hayatında birkaç seyretmek zorunda bırakıldığı Arım Balım Peteğim’i yazmamak olmayacaktı.Üstelik Türkan Şoray yine en güzel dönemlerinden birindedir ve Cü de ne bileyim işte... Cü'dür.

Hala bir sahneden inmek, "ateş lütfen, şampanya lütfen ve beni rahat bırakın lütfen" demek hayalleri kurarım. Bir de kolye takacağım zamanlar iki kere düşünürüm!

Sevgiler
Billur

10 Aralık 2009 Perşembe

YARALISIN-ERDAL ÖZ


Yaralısın kitabı tahmin edeceğiniz üzere Orhan Kemal Roman Ödülü almış romanlar arasından benim seçtiğim bir kitap. Bu kitabı okurken pek çok düşünceye daldım ve kitabın bana çağrıştırdıklarını düşünmekten ve düşündüklerimle ilgili başka şeyler okumaktan dolayı okunması kolay ve akıcı olan kitap uzun zaman elimde dolaştı durdu.

Kitabın yazarı CAN Yayınevi’nin kurucusu 1935 doğumlu Erdal Öz Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş. Sanırım bunda babasının ceza reisi olmasının da etkisi büyük. Babası Şefik Öz’ün oğlunun Erdal İnönü ile aynı adı taşımasını istediği için Erdal koymuş.



Sonra çeşitli işlerde çalışmış; Türk Dil Kurumu Yayın Kolu ve Türk Sinematek Derneği Ankara Şubesi’’nde görevlerde bulunmuş. 12 Mart 1971 yılında çeşitli kereler tutuklanarak yargılanmış.Rasgele adlı şiirinin 1952 yılında Kaynak Dergisi’nde yayınlanması ile başlayan edebiyat yaşamı çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, öykü ve eleştirilerinin yayınlanması ile devam etmiş ve “A” dergisini kuranlar arasında yer almış.

12 Mart döneminde hukuk dışı uygulamalarla karşılaşan tutukluların yaşamlarını, bu yaşam kesitlerinde savaş veren kişilerin yalnızlaşmasını ve yabancılaşmasını, ayakta kalabilmek için tutundukları umutları gerçekçi bir biçimde vermeye çalışmış. 2006 yılında ise hayata gözlerini yummuş.



Erdal Öz pek çok eser vermiş ve bunlardan bazıları da ödüle layık görülmüş; ilk öykü kitabı `Yorgunlar ile ilk romanı `Odalarda` 1960`ta yayımlandı `Kanayan` (1973) adlı öykü kitabı, `Deniz Gezmiş Anlatıyor (1976) adlı anı kitabı, aynı konunun genişletilerek işlendiği `Gülünün Solduğu Akşam` (1986) adlı anı kitabı bunlardan birkaçı.



Ayrıca `Sular Ne Güzelse (1997) adlı öykü kitabı ile 1998 Sait Faik Öykü Ödülü’nü aldı. son öykü kitabı `Cam Kırıkları` (2001) Sedat Simavi Öykü Ödülü’ne değer görülmüş. Öz`ün 1971-1972 yılları arasındaki cezaevi anılarından oluşan eserinin ismi ise`Defterimde Kuş Sesleri.



Erdal Öz’ün anısını yaşatmak için ailesi ve Can Yayınları tarafından her yıl bir şair ya da yazara verilmek üzere Erdal Öz Edebiyat Ödülü verilmesi için adım atılmış ve ilk ödül de 2008 yılında Gülten Akın’a çağdaş Türk şiirinin günümüzde ulaştığı düzeyi yansıtma niteliği, şiire verdiği emek ve son yıllarda kendi şiirinde yarattığı yenilikler nedeniyle verilmiş.



Doğan Hızlan’ın 29 Mart 2005 yılında Erdal Öz’ün doğumgünü kutlaması nedeni ile yazmış olduğu yazıda “Erdal Öz ne yaptıysa her zaman onun içine kuşağını katmış, başarıyı onlarla birlikte kazanmaktan ayrı bir zevk duymuştur ve 1950 Kuşağı'nın iyi bir yazarıdır, iyi bir yayıncısıdır” diye bahsetmiş kendisinden. Bu doğumgününde de kendisine Tahsin Yücel tarafından Nobel Ödülü takdim edilmiş!

Ayşe Sarısayın tarafından “Unutulmaz bir Atlı Erdal Öz” adlı biyografik eserde Erdal Öz’ün hayatı bize sunuluyor. Kitabın sunuş bölümünde Erdal Öz için arkadaşlarının duygu ve düşünceleri yer alıyor :

"Erdal Öz çalışmak demek. İlericilik, çağdaşlık demek. Kültür, edebiyat, duygularını iyi ifade edebilmek demek. Dostluk demek”.

“Açık ve net bir adamdı, hiçbir zaman brüt bir tavrı olmadı. Dürüst, sevimli bir insandı. Bir Alman atasözündeki gibi: Onunla aynı sipere girerim!”.

“O herifi çok seviyorum! Sol ideolojiyi benimsemiş, meseleye insan açısından bakan, çok sevdiğim, değerli bir arkadaşım.”



YARALISIN

Roman, kahramanımızın cezaevine getirilişi ve koğuşa yerleşmesiyle başlıyor. Kendisinin bir “siyasi” suçlu olduğunu öğreniyoruz. Bir tutuklamanın ve tutuklama süresince korku ve endişe dolu bekleyişlerle geçen kısa ama yıllar geçmiş gibi gelen bir süreden sonra götürüldüğü bilinmez bir yerde işkence gördüğünü öğrendiğimiz kahramanımızın geçmişi ile ilgili pek fazla bilgimiz yok. Bir takım kişileri tanıdığı veya bazı şeyler bildiği ve bir takım oluşumların içinde yer almış olduğunu sadece tahmin edebiliyoruz. Tabii en büyük suçu “sakıncalı” bazı kitapları okumuş ve bulundurmuş olmak ve düşünmek.

Kahramanımız bulunduğu koğuşta tek siyasi suçlu; Kahramanımız haricinde hepsi birer Nuri olan diğer suçlular kişiliksizleştirilmiş; Sarışın Nuri, Efendi Nuri, Gılay Nuri... Zaten Nurilerin hepsi “adi” suçlu. Romanda da bu husus Gılay Nuri tarafından kahramanımıza aktarılırken şöyle ifade ediliyor:

“…Sen siyasisin. Ayrısın… Kafan suçlu senin, kafan. Kafanı beğenmemişler anlaşılan, kafanı suçlu bulmuşlar… Bak açık söyleyeyim: Çoğumuz burada boktan suçlar yüzünden yatıyoruz. Yani işlediğimiz suçun övünülecek bir yanı yok anlatabildim mi?....Bak ne diyorlar? Ayırmışlar. Size siyasi suçlu diyorlar, bize adi suçlu. Adımızı biler ayırmışlar. Dahası var mı bunun be arkadaşım.”

Erdal Öz romanın bazı yerlerinde siyasi suçlularla adi suçlular ayrımını yaparken bana göre sol harekette yer alan devrimci kişilerle halk arasında bir türlü iletişim kurulmadığını ve bu iki grubun birbirinden kopukluğunu romandaki Nurilerden Mavzer Nuri ve Gılay Nuri ile dile getiriyor:

“Sizler okuduğunuz için suç işlersiniz, bizler okumadığımız için. Sizin bilginiz bizde, bizim görgümüz sizde olsaydı, gör bak neler olurdu o zaman. Ne siz böyle içeri düşerdiniz, ne biz. Bir araya gelemedik. Bizi kolay kolay bir araya getirmezler. Eh, işte ancak böyle mahpushane köşelerinde buluşabiliyoruz. Ne yapalım bu da bir başlangıç.”

“….. Bakma, bizler biraz eziğizdir size karşı. Bu yüzden de pek suyumuz ısınmaz size. Siz de öylesinizdir ya. …Çalımınızdan yanınıza yaklaşılmaz. Ondan sonra da kalkar bizim adımıza bizsiz kavgalara girişirsiniz. Olmaz öyle şey. Bir kere buna hem hakkınız yok, hem de bizsiz yenik düşersiniz. Asıl güç bizde….”

Romanın sonunda adını soran bir Nuri’ye kahramanımız da kendini diğer kişiliksiz ve adi suçlu sınıfına sokarak adının Nuri olduğunu söyler. Peki, nerede kaldı onca direnme, aşağılanmaya başkaldırış ve umutla var olmak için mücadele? Bu noktayı yani sonunu çözemedim. Asıl direnme ve mücadele bundan sonra başlamalıydı, burada bitmemeliydi diye düşündüm. Kendisinin “ayrı” olduğu, “başka” olduğu bu kadar vurgulandıktan sonra acaba kahramanımız Nuriler’le dolu bir ortamda eriyip gitmesi, bu farklılığın ortadan kaldırılması amacı ile tutuklanıp onlar arasına konulduğunu düşünüyor ve umutsuzluğa mı kapılıyor?



Yaralısın kimi edebiyat eleştirmenleri ve uzmanlarınca bir dönem romanı olarak nitelendiriliyor; bahsi geçen bu dönem 12 Mart 1971 dönemi. Kitabın tanıtımını okuduğunuz zaman da 12 Mart dönemindeki baskıları ve bu baskılara karşı direnişi anlattığı ifade edilmekte.

Gerçekten böyle adlandırmak mümkün mü, bilemiyorum. Çünkü bir “dönem” ifadesi geçtiği zaman romanda bariz veya geri planda o döneme ait net ve açık bazı tarihsel bilgilerin veya yaşanmışlıkların olmasını –Vedat Türkali buna örnek olabilir-bekliyorum. Belki Yaralısın 1973 yılında yazıldığı ve henüz 12 Mart Döneminin izleri ve yaraları hafızalarda çok taze olduğundan olsa gerek kimilerince 12 Mart Dönemine dair bir roman olduğu ileri sürülebilir. Ama 2010 yılına yakın bir zamanda ve geç kalmış bir biçimde okuduğunuz zaman bu romanda bir döneme ait izleri yakalamak çok kolay değil.

Bu bağlamda roman aslında biraz boşlukta duruyor. Böyle olunca da sadece işkencenin ve direnmenin hikâyesi haline geliyor. Fethi Naci 100 Yılın Yüz Romanı adlı eserinde (Adam Yayınları 1999,sayfa 543) bu durumu;

“…Hani gazeteler, tanımadığımız uzak, küçük bir ülkede bütün dünyayı ilgilendiren önemli bir olay olunca o ülkenin haritasını basarlar, sonra da o ülkenin yeryüzünün neresinde olduğunu anlayabilmemiz için o ülkeyi bulunduğu kıta içindeki yeriyle gösteren küçük bir haritayı basarlar ya, Erdal Öz’de yalnız o küçük ülkenin haritası var, o ülkeyi bütünü içindeki yeriyle göstermiyor; yani Yaralısı’nı 12 Mart bağlamı içinde vermiyor, neredeyse soyut bir işkence olayı gibi veriyor….” şeklinde ifade ediyor.



Fethi Naci’nin bu eleştirilerine katılmamak mümkün değil, gerçekten yabancı biri olarak kitabı ele alsanız hangi ülke, hangi dönem, bu dönemin özellikleri ne gibi sorularınıza cevap bulmanız çok zor. Sonra belki de Erdal Öz’ün bir dönem romanı yazma amacı gütmediğini düşündüm; belki o sadece her zaman var olan ve olmaya devam edecek acımasız bir gerçeği, işkenceyi ve buna direnmeyi anlatmak istemiş olabilir.

Yaptığım araştırmalarda kitabın dilinin çok beğenildiğini gördüm. Bana göre de dili böyle zorlu bir konunun ele alınması dikkate alındığında çok akıcı, net ve ağdasız bir dile sahip. Hikâye kahramanımızın ağzından içe dönük bir şekilde 1. Tekil şahıs ağzı ile aktarılmış. Ancak bunun yeni bir durum olmadığını dile getiren Fethi Naci bu dil kullanımının Değişme adlı romanı ile Michel Butor tarafından kullanıldığını belirtmiş değerlendirmesinde.



Yaralısın’ı okurken etkilendiğim ve aklıma yıllar öncesinde okuduğum Prof. Dr Semih Gemalmaz tarafından yazılmış Yaşam Hakkı ve İşkence Yasağı adlı kitaptan binlerce şey üşüştü. Öncelikle işkencenin sadece ve sadece fiziksel olmadığını ve bununla sınırlı kalmadığını hatırladım. Ayrıca işkencenin acı vermesinin de yapılan eylemin işkence sayılmasının bir şartı olmadığını da. Özellikle romandaki kahramanımızın evinden alınıp götürüldükten sonra bir türlü sorguya alınmaması ve 8 gün boyunca “ha geldiler ha gelip alacaklar” endişesi ile beklemesi bana bunun daha beter bir işkence olduğunu düşündürdü:

Bekliyordun, günlerdir bu günü bekliyordun… Öldürücü bir bekleyişti. ‘Ne olacaksa olsun’ diyordun ya, her sabah saat dokuzla on arasında gelip başkalarını götürdüklerinde, götürülenlerden biri olmadığın için garip bir boşalma, rahatlama duyuyordun, sevinçle üzünç iç içe oluyordu sende….”

Bu bekleyiş aklıma “ölüm bekleyişi olgusunu” getirdi. Bu olgu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen bir dava sonucunda hükme bağlanan ve Soering Vakası olarak bilinen bir başvuru üzerine irdelenmiştir. Ölüm bekleyişi olgusu ile kast edilen ölüm cezasına mahkûm edilen birinin mahkûm edilme tarihinden bu cezanın infazına kadar geçecek sürede mahkûmun içinde bulunduğu durumun sorgulandığı ve bu sürenin uzamasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 3 uyarınca insanlık dışı ve aşağılayıcı bir muamele bir başak deyişle bir nevi işkencedir. Aklıma ölüm cezası ve bunun yaşam hakkının bir istisnası olduğunu hükme bağlayan bir sürü metin de geldi ve ölüm cezasını da sorguladım durdum.

Semih Gemalmaz’ın kitabında alıntı yaptığı Faruk Erem’in [Bir Ceza Avukatının Anıları Ankara, 6. Bası, sf:9 -ki mutlaka okunmalıdır.] konu ile ilgili ifadeleri de yüreğime oturdu:

“...Adam bir sigara istedi. Bende yoktu, veremedim. Başkası verdi. Sonra bana döndü. Elimi tut dedi, tuttum. Adam soğuyordu. Eğer insanın nasıl soğuduğunu bilmezseniz, ölüm cezasını cesaretle savunursunuz. Öyle ya, herkesin ısısı kendisine.”

Bu roman yazıldığı dönemde okunmuş olsaydı ya da en azından daha önceleri çok etkileneceğim bir eser olurdu. Ancak yazıldığı dönemi dikkate aldığım zaman gerçekten sarsıcı ve cesur bir kitap olduğuna şüphe yok. Okurken ölüm, yaşam hakkı, işkence, ölüm cezası gibi pek çok konuyu düşünmeme neden oldu. Ancak sarsılmadım, neden bu kadar etkilenmedim; yaralara ve yara almaya alışkın olduğumuzdan mı ya da sonunda bunu da kanıksayıp kabullendiğimizden mi acaba? Bilmiyorum, sadece işkencenin her türlüsünün korkunçluğunu ve bunu yapanların/yaptıranların acizliğini, işkence yaptıktan sonra hayata nasıl devam ettiklerini düşünüyorum.

Yaşar Kemal Yaralısın ile ilgili olarak " İyi bir romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini Erdal Öz'ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım... Ve insan bu romanı okurken insanlığından, yaşamından,konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra savaşsa savaş, ölümse ölüme eyvallah ama işkenceye!..." diyor.

DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN. HER BİREYİN YAŞAM HAKKI VARDIR VE BU HAK DİĞER TÜM HAKLARDAN ÖNCELİKLİDİR.

Sevgiler
Billur

7 Aralık 2009 Pazartesi

KİTAP AYRACI TASARIMLARIMIZ

Söz Tasarımcıların:

AYCAN

“Herkes kendinden bir parça bulur kitaplardan…” düşüncesinden yola çıkarak kitap kapak isimlerini, kulüp üyelerinin özellikleri ile özdeşleştirmeye çalışarak tasarladım ayıracımı…



AYSUN

Benim ayracım biraz eşyalara ve hayata bakışımla ilgili: Kullandığım şeyler; estetik ama mutlaka fonksiyonel, basit ve eğlenceli olmalı.

Ben de itiraf ediyorum son ana kadar kafamdaki tek şey sunum olduğu için ayraçla uğraşmaya çok fırsatım kalmadı ve sizinkilerin yanında çokça estetik olduğunu söyleyemeyeceğim ama fonksiyonel ve eğlenceli olmadığını kimse söyleyemez.

Yoncacım herkesin ayracı kitaplarının arasından kayıp kayıp giderken seninki tutacak ve hiç bırakmayacak:) Bunu yazarken bir anda kendimi Aycan gibim hissettim:)




AYŞE

Adım: Uçan
Soyadım: Komutan
Cinsi: Halk
Cinsiyet: Bayan
Özelliklerim: 5 yaşındayım, Yeşil gözlüyüm, Boyum baştan kuyruk uçuna kadar 60cm, kilom 4kg, kürküm beyaz, sarı ve gri tonlarında. Tüm aşılarım tam ve bekârım.

Not: Ayşe beni çok küçükken sokakta buldu. Beni çok seviyor ama laf aramızda çok fazlada mıncıklıyor bazen daraldığımı hissediyorum. Ayşe'nin ellerindeki çizik oranı mıncıklama oranı ile doğru orantılıdır. Amannn siz benim söylendiğime bakmayın "sevilmek kadar başka ne güzel olabilir ki!.."



AYŞEN

Bu seneki oyuncağım iyi bildiğiniz üzere keçeler. Hem renklerle oynamak hoşuma gittiği için hem de üzerlerine istediğim her şeyi ekleyebileceğim için (kulübümüzün adı, kuruluş tarihi, kişi sayısı ve of course çiçekler-daha ne olsun:)) keçeye karar verdim.



BELKIS

Ben de çeşitli güzide beldelerimizin sahilinden topladığım, deniz kestanelerini kırıp kırıp size "deniz kokusu ile karışık, sahil esintisi yaşatmak" istedim.


BİLLUR

Ben son ana kadar bir şey tasarlamamıştım, ciddi bir ümitsizlik içindeydim. Hatta ödevini yapmayan veya sınava çalışmayan tipik bir Türk öğrencisi edası ile toplantıya da gelmeyecektim. Sonra Nehir’in ödevi için kitapçı da dolanırken çıkartmalar gördüm. Bir de şiir yazarım; akrostiş yaparım dedim.

Hummalı bir biçimde Nehir’in bale okulunda Nehir’i beklerken şiiri yazmaya çalıştım. Karşımda oturan velilerden biri “Çok işiniz var sanırım, kapanmış yazıyorsunuz” dedi. Ben de önce aval aval baktım.” Evet evet…?!” dedim. Ancak bu şiiri ayraca nasıl koyacağımı bilemedim. Gülda B planı olarak çıkartmalarımı kullanmamı ve kaligraficide kulüp adımızı yazmamı önerdi. Ardından soluğu kaligraficide aldık. Vee önce gördüğünüz kırmızı yazılı, kırmızı püsküllü ve gelincik çıkartmalı olan ortaya çıktı. Ardından Ozalitçide şiiri de ayraç yapmaya çalıştık ama oradaki kızın gönülsüzlüğü neticesinde de diğeri oluştu. Aslında yapmak istediğim hepsinin bir olması idi ama son gün, son an bu kadar oldu. Bu vesile ile ozalit ne demek bunu araştırdım, hala anlayamadım. Ama kaligrafi yazdırdığımız yerin sahibi olduğunu tahmin ettiğim kişinin ki Adı Murat Ünver bu alanda Dünya İkincisi olduğunu da keşfettik.



BİLGEN

Benim kitap ayracımın fikri kızımla sık sık gittiğim Yıldız Park'ında dolaşırken ortaya çıktı. Doğayı çok seven bir insan olarak doğal malzemelerin bir araya getirilmesinden bir ayraç tasarlamak istedim. Fikir ve malzemeler benden olsa da malzemelerin kitap ayracına dönüştürülmesi aşamasına bir türlü katılamadım ve uygulama Belkıs tarafından yapıldı. Kendisine tekrar teşekkürler.



GÜLDA

İstedim ki, tasarladığım ayraç; hediye ettiğim kişinin torunlarına da kalsın. Bu torunlar; “Anneannem’in zamanında kitap kulübü varmış. Bu çılgın 13 kadın kırklı yaşlarından itibaren her ay toplanıp kitap okuyup, acayip etkinlikler, yarışmalar yapıyorlarmış. İşte bu ayraç da onlardan biri” diye arkadaşlarına göstereceğini hayal ettim. Ve bu sebepten de "sanatsal ve değerli bir ayraç"olmasına çok özen gösterdim.

Geleceğin önemli Ebrû Sanatçılarından biri olacağı şimdiki çalışmalarından da belli olan Zeynep Feraye’nin (kendisi daha 13 yaşında) yaptığı Ebrû’lardan birini kullandım. Ve o Ebrû’ya yakışır bir şekilde ayracın üzerine bir Kaligrafi Usta’sına Ayşe’nin Kitap Kulübü yazdırdım.

Zeynep’in kimselere vermeye kıyamadığı Ebrû’larını Kitap Kulübümüz için bir çanta içinde bana yollaması ise çok güzeldi. Teşekkürler Zeynep’ciğim.



GÜLDEN

Bu aralar yeni oyuncağım çiçekler. Üç boyutlu resimler oluşturmak. Sevdiğim bir uğraşı sevdiğim kişilerle paylaşmayı düşündüm ayracımı yaparken. Ayracı eline alanın içine "çiçeklerin verdiği mutluluk yayılsın" istedim.



PEYMAN

İnsanoğlunun, yeryüzünde var olan tüm nimetlerden faydalanması gerektiğine inancım sonsuz. Bu nimetlerden fiziksel olarak olmasa da, ruhumuzu beslemesi açısından faydalanmamız, bu ayracı tasarlamamdaki temel nedendir. Bilmem anlatabildim mi?



YONCA

Benim ayracımın basına gelenler:
İlk yaptığım ayraç üzerinde kırmızı biber, şeker, tuz, pirinç vs den oluşuyordu. Bunu da şöyle düşünmüştüm: Ayse'nin Kitap Kulübü ''Spice of Life.''

Ancak yaptığım ayracı pvc ile kaplatırken, tasarımım silindirlerin içinde ezilip gidince geriye sadece 2 saatim kalmıştı (son dakikacılık) ve sonuçta hikâyesi olmayan bir ayracım oldu.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails